Bir Pazar günü, akşam üstü, etraf kararıyor. Yağmur yağdı, yağacak. Bir yandan da soğuk, güzel esiyor.
Arabaların arasından sıkışık trafikte karşıya geçmeye çalışan kedilerin bu soğukta nerelere sığındıkları hakkında hiçbir fikrimiz olmadan, kafamızda yankılanan soru işaretleri ile İTÜ Maçka Kampüsü otoparkına bırakıyoruz aracımızı. Daha yaklaşık 45 dakikamız var. Birer fincan kahve ve 2-3 çatal tatlıdan zevk alabilmek için gayet yeterli bir zaman.
Yağmur başladı. Şemsiyemizi almamışız, tatlı tatlı ıslanıyoruz eşimle ama umursamıyoruz. İçimizi ısıtan güzel şeyler hissediyoruz belli ki. Reasürans Çarşısı’nın içinden geçiyor, bir kafe kestiriyoruz gözümüze. İstanbul’daki milyonlarca kediden biri huysuz şekilde karşılıyor bizi kafe girişinde. Arkada 3 sandalyenin olduğu bir masaya yöneliyoruz, yanımıza gelmek istemiyor, huysuzluğuna devam edip arka masanın oradaki sıcak minderin üzerine zıplıyor, kısacası “tahtına kuruluyor”.

tÖZ (Photo: Erhan Erbelger)
Kahvelerimizi içiyoruz. Hangi kahvenin nasıl hazırlandığını bilecek ve üstüne de ahkam kesebilecek kadar kafein dolu bir öğrencilik yaşamı geçirdiğim için, ilk yudumu aldığımda uzun süredir içtiğim en kötü kahvelerden biri ile başbaşa olduğunu fark ediyorum. “Neyse” diyorum, “En azından tatlı fena değil!”. Eşime odaklanıyorum o sırada, anlatıyor uzun uzun, teferruatlı, dinliyorum…
Kahveler bitiyor, tekrar yağmura veriyoruz kendimizi. Bu sefer hızlı adımlarla varıyoruz sırtı taşlarla bezeli üniversitenin ilgili giriş kapısına. Denize sıfır ve İstanbul’un gerçekten de ayaklarının altında olduğu bir öğrenimi vadeden Galatasaray Üniversitesi ile birlikte hayalini kurduğum 2 üniversiteden biri idi Teknik Üniversite. Lise yıllarında hızlı adımlarla Nişantaşı’nda su muhallebileri ile ünlü tatlıcıya giderken hep iç çekerek okuma hayalleri kurduğum binayı çok uzun bir süre sonra ilk kez görüyor, özgür ve yeni bir dünyanın kapısından içeriye ilk kez girmiş gibi hissediyordum. Büyük ve heybetli olduğunu hayal ettiğim binanın aslında karanlık ve yanlız bir kişiliğinin olduğunu gördükten sonra binaya olan sevgim ve acıma duygum daha da artıyor, boğazımın düğümlenmemesi için de kendimi zor tutuyordum.
“Eski bir binanın merdivenleri de eski olur” düşüncesi ile kapılardan geçip yaşlı merdivenleri kullanarak nefessiz kalmak pahasına en üst kata yöneliyoruz. “MİAM” yazısını gördükten sonra önce soluklanıyoruz, diğer yandan da heyecanımız bir kat daha artıyor. Dr. Erol Üçer tarafından 1999 yılında kurulan MIAM (Müzik İleri Araştırmalar Merkezi) araştırmacı müzik uzmanları yetiştirmek ve müzikal araştırmaları sonuçlarını yayınlamak amacı ile çalışmalarına devam ediyor. Bünyesinde başarlı bir kayıt stüdyosu da olan MIAM’ın kapısından içeri tÖZ seyircili albüm kayıdına katılacak 10-12 kişiden biri olarak giriyorum. Kapıda çok heyecanlı bir şekilde Çağıl karşılıyor bizi. Kahve ikram etmek istiyor, ancak az önceki kahve faciası sonrası hiç canımız çekmiyor. Fotoğraf ve video çekimleri Çağıl’a emanet gözüküyor, son hazırlıklar hakkında konuşuyorlar, bu sırada da içeriden enstrüman akord sesleri geliyor. Görmesem dahi hissediyorum, içeride de gerginlik hat safhada.
Dakikalar sonra içeriden bir ses geliyor: “Buyrun, artık sizleri içeriye alabiliriz!”
Hareketleniyoruz, minik iki kapıdan geçtikten sonra stüdyoya adımımızı atıyoruz. Sayısını hatırlamadığım bir çok albümün kayıtları bu stüdyoda yapıldı. Bu satırları yazarken ilk aklıma gelen kayıt sanırım Çağıl’ın 2. albümü “Şimdilik Herşey Yolunda”. Stüdyonun önümüzdeki 3 gün boyunca stüdyo tÖZ’e emanet olduğunu ve 3 gün boyunca yapacakları kayıtlar sonunda en beğendikleri parçaları seçip albüme koyacakları bilgisini alıyoruz. İstanbul’da kayıt amaçlı kullanılan sayılı Steinway’lerden birinin bu stüdyoda olduğunu biliyordum ama bu kayıtta kullanılıp kullanılmayacağı konusunda kararsızdım, ancak içeriye girip onu gördüğümde bu akşamın gayet güzel geçeceğinden emin oldum!
Kayıt sırasında ses çıkarmamız gerektiği ama sessize, uçak moduna alarak telefonumuzla ile kayıt yapabileceğimiz bilgisini alıyoruz. Ama gene de “nasıl olsa bir kayıt alınacak!” düşüncesi ile yaşayacağım en değişik deneyimlerden birisini aklıma mıh gibi çakabilmek adına herhangi bir kayıt almadan yoğunlaşmak amacındayım. Herkes hazır, kameralar çekmeye başladı bile, ve uzaktan bir ses geliyor: “Sessizlik!”

Tamer Temel (Photo: Erhan Erbelger)
Türk jazz’ının usta isimlerinden Baki Duyarlar ile yaptığımız bir sohbette bana katıldığı bir Keith Jarrett konserinin ilk saniyelerinin ne kadar unutulmaz olduğunu ve şarkının klasikleşmiş ve “head” olarak adlandırılan introsu sonrası çaldığı ilk nota ile birlikte Jarrett’ın “artık o konser salonunda olmadığını ve kimbilir nerelere gittiğini düşündüğünü” anlatıyordu. Aynı duyguları, albümü Steinway’in içine doğru ekosunu da kullanabileceği şekilde çaldığı bir soprano saksofon solosu ile başlatan Tamer Temel için de hissettiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. O solosu sonrası kimbilir nerelerdeydi?
İşte bu şekilde unutulmayacak bir hikaye başlıyor!
Tabii benim için bugünün önemi apayrı, zira grup 2016 yılından beri birlikte ve tÖZ ismi adı ile yakın geçmişte konserler yapmışlardı ama ben bu müziği ilk kez dinliyordum!

Cem Aksel (Photo: Erhan Erbelger)
Notlarımı hafif hafif almaya devam ediyorum. Bu esnada teknikerlerden ya da müzisyenlerden kimseye herhangi başka bir açıklama gelmiyor. Kimse “İlk parçamız şu olacak, ikinci parçamızın ismi bu” demiyor. Parça araları olmuyor, kimse mola vermiyor. Parçanın bir bitişi, müzikal anlamda ifade edilmesi gerekirse bir “coda”sı olmuyor. Yeni neslin Türkçe’mize kattığı ve sevdiğim söz öbeklerinden biri: albüm tek kelime ile “akıyor”. Akıyor ve gidiyor bilinmeze doğru. O koskocaman “albüm” dediğimiz şey aslında albüm değil, adeta tek bir parça! Tamer Temel, Ercüment Orkut ve Cem Aksel ruhlarında taşıdıkları her düşünceyi notalara aktararak bir an önce kalplerinden, bedenlerinden çıkartıp kanatlandırıp bizlere ulaştırmaya can atıyorlar. Partisyonunu yere atan Ercüment’i ve Cem Aksel’i gördükçe ‘bir diğer parçaya’ geçtiğini düşündüğüm grubun parça isimleri hakkında da herhangi bir fikrim olmadığı için, her bölümün kendi kafamda canlandırdığı bir hikaye oluşuyor: Karanlık, soğuk, İstanbul’un dar arka sokaklarında geçen, hareketli ve tansiyonu çok yüksek, kapkara bir hikaye. Kafamda beliren genç karakterin yaşadığı bunalımı ve hayat kaygılarını bir yandan grubun yarattığı müzik ile çözümlemeye çalışırken, diğer yandan da gönlümde albümü resmedebilecek bir çok konu beliriyor. İleride albümü dinleyeceğim her saniye bu konulara yenisinin eklenebileceğinin garantisini verebilirim: “Stres, kaygı, sıkıntı, gözyaşı, utanç, fobi, kan, kavga, para, güç, şehvet, öfke, kıskançlık, ayrılık, depresyon, intikam, acıma duygusu, yardım, dostluk, aydınlık, kısır döngüler…”.
Arka arkaya gelen her parça, arka arkaya gelen her duygu, ve kayıt sonunda stüdyoda bulunan misafirlerin coşku dolu alkışları beni tek bir sonuca yöneltiyordu: Tamer Temel, müzikal yaşamının “magnum opus”unu en sevdiği müzisyenlerden aldığı güçle, kuvvetle ve kudretle yaratmış. İşin kötü tarafı, son yıllarda dinlediğim en iyi 2-3 müzikten biri olan tÖZ, bu kayıt sonrası kendisini nasıl bir üst seviyeye çıkarabilecek, onu gerçekten merak ediyorum.

tÖZ (Photo: Emre Adam)
Jazz’ın en sevdiğim olgularından biri, dinleyeni ‘özgür düşünmeye’ yöneltiyor olabilmesidir. Birisi “Kind of Blue” dinleyip başka türlü duygular içerisinde iken, siz Albert Ayler notaları sonrası üzerinizde oluşan etkiler eşliğinde MadenÖktemErsönmez dinlediğinizde başka bir evrene yolculuk edebilir, bu 3 grubu farklı zamanlarda tekrar dinlediğinizde de kafanızdaki sorulara farklı yanıtlar bulabilirsiniz. Dolayısı ile jazz dinleyerek kendinize özel olarak yarattığınız dünyayı her an, her şekilde, istediğiniz gibi, özgürce şekillendirebilirsiniz.
tÖZ, dinleyene bu özgürlüğü en başarılı şekilde sağlayan gruplardan. Albümü dinlediğinizde dünyanıza farklı bir şekilde sesleneceklerinden ve sizin de kendi hikayenizi oluşturacağınızdan hiç şüphem yok.