Emin Fındıkoğlu ile güzel bir sonbahar günü Salacak tepelerindeki evinde buluştuk. Onu en son Tuna Ötenel için yapılan konserde Tuna Ötenel’in yanında piyanoda otururken görmüştüm.
Eskiden kendisine hoca denmesinden hiç hoşlanmazdı, baktım yıllar onu da yumuşatmış, kendisine çok yakışan bu sıfatı keyifle kabul ettiğini hissettim.
O günkü konuşmamız tam anlamıyla jazz dilinde jam session denilen şekilde oldu. O ilk girişi klasik müzik salonlarının jazz müzisyenlerini konser için kabul etmemesinden duyduğu kızgınlığı belirterek açtı.
Klasik müzikçilerin çaldığı yerlere efendim burası “klasik müziğin kalesidir” deyip jazz müzisyenlerini çaldırmıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Albert Long Hall bize bu gerekçeyle açılmadı. Çocukluğumuzun geçtiği Süreyya Sinaması da böyle bir tavır içinde oldu. Klasik müzikçiler jazz çalınan yerlere burunlarını sokuyorlar, yani jazz’cıların işinden çalıyorlar. Ama jazz’cılar klasik müzikçilerin işinden çalmıyorlar. Özellikle piyano gibi zor bir enstrümanı konservatuarda öğrenen, ismi lazım değil bazı klasik müzik piyanistleri jazz çalıyorlar. Evet belki çok güzel çalıyorsundur ama bu jazz çalıyorsun demek değildir. Piyanoyu çalıyorsun. Bu tip piyanistler bir jazz albümü yapıyorlar. İçinde iyi piyano oluyor ama kötü jazz oluyor. Çünkü o müzikte jazz’ın kendisine mahsus bir takım tavırları ve havaları olmuyor ve onların bunlardan haberleri olmuyor. Ben bunlara çok karşıyım. Jazz piyanistlerine gelince, vallahi Türkiye’de en aşağı 10 tane çok iyi jazz piyanisti var. Bunlar iyi veya kötü jazz çalıyorlar. Ötekiler iyi çalıyorlar ama jazz çalmıyorlar, ortalıkta geziniyorlar, konseler veriyorlar ve albüm yapıyorlar. İnsanlar da bunları jazz diye dinliyor. Hem mekanların jazz müzisyenlerine kapalı olmasından hem de jazz çalan klasik müzik müzisyenlerinden çok rahatsızım ama yapılacak bir şey yok.
Ben ise ilk üfleyişimi iki ayrı tema ile sundum; Türkiye’de jazz müzisyeni olmak nasıl bir şey? Jazz okullarında jazz öğretiliyor mu?
Hoca hiç ikiletmeden cevap verdi: Bence Türkiye’de jazz müzisyeni olmak fena bir şey değil. Ama şunun altını çizmek istiyorum: Jazz okulda değil, sahnede çalarken öğrenilir. Okulda da bilgi verilir, ama jazz’a bulaşmak sahnede ve başkaları ile çalışarak olur. Eller jazz’ın çamuru ile kirlenir. Okulda kitabını okuyorsun, jazz’da okul o kadar önemli değil. Ama okullara da değineyim, özellikle Amerika’da bu iş çok büyüdü, bir çok insan okullara koşmaya başladı. Buralarda da bir çok şey öğreniliyor, özellikle beraberce çalmayı öğreniyorlar. Müziğin tekniğini buralarda öğreniyorlar ama ruhunu icabında öğrenmeyebiliyorlar. Ben 1959 yılında Arif Mardin’den her Salı günü ders alırken bu dersler sadece bana değil tüm müzisyenlere açıktı ve parasızdı. Ben de birilerine ders verirken para karşılığı vermiyorum. Bazı şeyler parasız olarak ama aşk ile hoca ve öğrenci arasında paylaşılmalı. Günümüzde böyle değil, eğitimler bol para karşılığında yapılıyor.
Emin Hoca’nın kendisi bir jazz okulu kursa orada öğrencilerine hem teknik hem de işin ruhunu iç içe öğretmek gerektiğini düşünüyor. Ona göre teknolojinin sunduğu olanaklarla müziğe ulaşmak çok kolaylaştığından günümüzde herkes çok şey dinliyor ama herşey yüzeyde kalıyor.
Hocamızın klasik müzisyenlerin jazz çalışı ile ilgili önemli düşünceleri de var:
Klasik müzik çalan bir müzisyenin belli bir süre sonra jazz’a geçmesi olmaz. Çünkü bu jazz denen şeyin müzik ilk öğrenilirken jazz’ın içinden öğrenilmesi gerekir. Müziğin jazz şekliyle öğrenilmesi gerekir. Müziği öğrendikten sonra jazz’ı öğrenemezsiniz. Öyle öğrenilmezse sadece müzik öğreniliyor, çalınıyor ama işte o jazz olmuyor. Kısacası eğitimde teknik ve ruh iç içe olmalı.

Emin Fındıkoğlu (Photo: Tunçel Gülsoy)
Konu ruhtan açılınca jazz’ın ruhunu nasıl bulabileceğimizi konuştuk.
Şimdi 2017’deyiz ve ilk jazz plağı taş plak olarak 1917’de yayınlandı. O yıla gidilmese bile 1940’ların müzisyenlerini dinlemek gerekiyor. Bence önce Louis Armstrong gibi müzisyenleri dinleyip sağlam bir temel oluşturmak lazım. Mesela onun bir melodiyi paket edip sunuşu çok güzeldir. Trompetin her sesini tiz de olsa pes de olsa güzel çalar. Kısacası jazz’ı kuran insanlarla başlamak lazım.
Emin Hocamız klasik müzik ile olan ilişkisini de bizimle paylaştı.
Modern müzik beni çok çekiyor. Bunu da Arif Mardin’e borçluyum, onunla çalışırken bazı modern bestecilerin eserlerini de bize tanıtırdı. Ondan çok etkilendim. Jazz’da olan her şey zaten klasik müzikte vardı. Jazz’cılar müziğe sadece blues denen havayı ve mavi notaları ilave etmişler. Bunların dışında her şey zaten klasik müzikte var. Fransızca’da klasik müziğe “grand music” derler, yani büyük ve ulu müzik diye de anlayabilirsin. Jazz öyle bir şey değil ama o da anasının gözü bir piç oğlan.
Emin Hocaya göre jazz bugün ilginç ve durgun bir dönemden geçiyor, şöyle ki:
Jazz devri diye bir şey vardı o zaten bitti. Sanki maç bitmiş uzatmalar oynanıyor gibi bir durum var. Çalanlar da jazz’dan sıkıldı jazz olmayan şeylere yöneliyorlar. Ama bu arada batıda gene de yirmili yaşlarda çok acayip jazz’cılar çıkabiliyor. Öldü desek de jazz ölmüyor. Ben bugün birçok yerde çalınan alışılagelmiş jazz adı altında yapılan müziklerden kaçıyorum. Ama bir yandan da bir yerlerde bir şeyler çıkar diye de bekliyorum. Bunlar jazz’ın geçmişi ile olan bağlarından kopmamış kişiler.
Emin Fındıkoğlu bugünlerde çok meşgul, yeni grubu ile birlikte değişik projelerde yer alıyor. Buradaki arkadaşlarından bahsederken gözleri parlıyor:
Şu sırada 77 yaşındayım. Yıllardan beri big band kurmak istiyordum. Amerika’dan 1967’de döndüğümde 19 yaşındaydım ve gelir gelmez bir big band kurdum ama onu sürükleyen Onno Tunç vardı. Onu uzun zaman sürdüremedim ama her zaman içimde o duygu oldu. Daha küçük gruplar kurdum. Big band en az 13 kişi olmalı, bunlara pocket big band deniyor. Bana heyecan veren Türk müzisyenlerini kendi grubumda toplamaya çalıştım. Şu an 15 kişi olduk ama grubun adı Emin Fındıkoğlu + Oniki. Onları çok seviyorum. Onların önünde kendimi çok hoş hissediyorum. En oturmuş müzisyenlerden Şenova Ülker ve İmer Demirer var. Meltem Ünel ve Tolga’yı da ilave ettik şimdi 15 kişiyiz.
Albüm yapmak istiyorum, aslında yaptık ama bastıramadık. Hatta kapağı bile hazır. CD devri bitti satılmaz sosyal medyada yayınla diyorlar. Bir de şu var Türkiye’deki edisyon evleri albümde yabancı şarkı çalarsan boğazını sıkıyorlar. Hala CD yapan var ama kişisel ilişkilerle yapıyorlar, ben hiçbir zaman o şekilde albüm yapmak istemiyorum.
Emin Fındıkoğlu’na göre eskiden jazz işine girilirken bu işten ne kadar para kazanacağım diye düşünülmez, girilir para kazanamasan bile zevk alınırmış. Bugünün dünyasında bu görüşün geçerli olmadığını düşünüyor. Bir çift sözü de şarkıcılara var, onların çoğunun eskinin taklitleri olduğunu ve beste yapıp şarkı sözü yazanların da oldukça yetersiz olduğunu düşünüyor.
Onun Bodrum’daki evinde gözüm dinlediği lambalı amplide kalmıştı, burada ise hibrit lambalı transistörlü McIntosh amplisine bayıldım. Plak dinliyormuş ama pikabın kolunu kırmış tamir ettirmeyi bekliyor. Bir yandan da yeni projeler yeni genç müzisyenlerle dolu dünyasında doludizgin uçuyor. Bazı insanlar bazı konularda içinde bulundukları toplumların belli konularda çok ötesinde olabilirler, bana göre Emin Fındıkoğlu bu topraklardan yetişmiş en önemli jazz müzisyenlerinden birisidir ve bize üç numara büyük gelir ama o mütevazı kişiliği ve yüreğinde taşıdığı müzik sevgisi ile bizleri aydınlatmaya devam ediyor.