Charles Pasi’yi ilk kez geçen Aralık’ta dinledim. Ağabeyim Spotify’da keşfetmiş, hemen bana dinletti. Bizi heyecanlandıran müzikleri birbirimizle paylaşmayı pek severiz, hatta bazen ‘bi sen, bi ben’ oyunu bile oynarız. Bu arada, ilk müzik tedrisatımı aldığım yer ağabeyimin odasıdır, bana hala yeni müzikler dinletmeyi başarıyor ya bravo, boynuz henüz kulağı geçemedi.
Ağabeyim bana Charles Pasi’nin bir parçasını dinletti, ben üç albümünü bir solukta dinledim. Şaşkındım çünkü uzun zamandır hiçbir parçasını geçmek istemeden dinleyebildiğim bir albüm olmamıştı ve neden ben bu ismi daha önce hiç duymamıştım? Baktım Türkiye’ye gelmiş mi diye, herhangi bir ize rastlayamadım. Onu henüz Türkiye’de tanımıyordu ama tanınmalıydı. Buna vesile olma fikri bana çok iyi hissettirdi. Müziğin bana yaşattığı coşkunun peşine takılıp menajeriyle bağlantıya geçtim ve bu heyecan verici, genç adamı Türkiye’de temsil etmeye başladık.
Charles Pasi Türkiye’deki ilk konserlerini 23 ve 24 Kasım’da Fransız Kültür tarafından düzenlenen XXF Very Very French Festival kapsamında Ankara ve İstanbul’da verecek. Ben de bu vesileyle onu sizlere tanıtmak istedim. 11 ay boyunca müziğini çok dinledim, onu iyi tanımak ve doğru tanıtmak için sözlerine bir bir kulak verdim, röportajlarını izledim, bir tane de kendim yaptım. Şimdi menajer şapkamı çıkarıp gazeteci şapkamı takıyorum ve biriktirdiklerimi sizlerle paylaşıyorum.
Yazıya eşlik etmesi için Spotify’da yapmış olduğumuz listeye buyrun.
https://open.spotify.com/playlist/5VPCbgjNl5VJT2m8n4puDK?si=DPfxnIMvRLWvy5cTyez3EQ
Charles Pasi Fransız bir anne ve İtalyan bir babanın oğlu. Oysa o kimliklerle pek ilgilenmiyor, daha doğrusu etiketlerle.
“Kendimi hiç Fransız ya da İtalyan olarak düşünmedim. İki kültürden de parçalar taşıyorum. Aynı şey müzik için de geçerli. Kendimi bir blues’cu, jazz’cı ya da pop şarkıcısı olarak tanımlamıyorum”.
Müziği bana çok tanıdık ama bir o kadar da yeni geliyor. Jazz, blues, soul, rock, funk, hepsi aynı kapta erimiş, şarkı söyleyişiyle armonika çalışı ise, bitmiş ürünü şefin alametifarikası haline getiren bağlayıcı ajanlar. Et voila, karşınızda Charles Pasi.
“Müziği etiketlemek müzisyenin işi değil, bu satıcının problemi. Albümü üzerinde pop, hip-hop, jazz, funk gibi isimlerle rafa koyarak satmak daha kolay”.
Doğru söylüyor; etiketlemeye satıcının, pazarlamacının, gazetecinin, müziği tarif etmek derdinde olanın ihtiyacı var. Onun bir şey tarif etmesine gerek yok, o müziğiyle konuşuyor zaten.
Şarkılarını İngilizce yazıyor. ‘Neden?’ sorusuyla sıkça karşılaşıyor haliyle, cevabı basit: “Çünkü bana müziği sevdiren lisan bu, Küçükken Percy Sledge ve BB King dinlerdim, şarkı yazmaya başladığım zaman sözler otomatik olarak İngilizce çıktı. Ayrıca şarkı söylerken günlük lisanımdan uzak olmayı da seviyorum”.

Charles Pasi (Photo: Boby)
Charles Pasi müziğe armonikayla başlamış. Ona armonikayı ilk farkettiren kişi Bob Dylan ama armonikaya aşık olmasını sağlayanlar Chicagolu blues ustaları.
“Elime armonika aldığımda 17 yaşındaydım ve ondan pek de bir beklentim yoktu. Benim için bir oyuncaktı ve bu bana çok yardımcı oldu çünkü eğer birisi bana onu çalmanın zor olduğunu ve çalışmam gerektiğini söylemiş olsaydı bunu yapmazdım. Kolay olduğuna ve bunun bir oyun olduğuna inanmam işimi kolaylaştırdı. Armonikayı bir de beklenmedik olduğu için seviyorum. Ufak tefek olduğuna bakmayın, onunla bir sürü beklenmedik şey yapabilirsiniz ve ben buna bayılıyorum. Hakettiği değeri görememiş olan şeyleri seviyorum ve sanıyorum bir insan olarak da ona çok benziyorum”.
Armonika çalışı gerçekten etkileyici. Söze dökmesi zor, o yüzden teknolojinin nimetlerinden faydalanıp sözü müziğe bırakıyorum. Beni basitliğinin gücüyle sarsan bir canlı performansının videosu var aşağıda. Sözleri basit ve sade ama müthiş yoğun, sadece bir gitar (John Champagnon, uzun zamandır yol arkadaşı) ve bir vokal olmasına rağmen dopdolu bir performans ve tabii o armonika solo… Sözleriyle söylediğinden çok daha fazlasını armonikasıyla söylüyor ve ne kadar lezzetli bir çalışla.
Bir de ‘Sometimes Awake’ (2013) albümünde, ‘Nonna’ isimli enstrümantal bir parçası var. Dinlediğim zaman “Bu adam, bu genç yaşta bu kadar derinlere dokunan, bu kadar olgun melodileri nereden buluyor?” diye sorduğumu hatırlıyorum.
Bu melodileri yazabilmek, sonra bir de üstüne o duygu yoğunluğunu katarak çalabilmek onun yaşından daha fazla bir yaşanmışlık ister diye düşünmeden edemiyorum. Hiç kuşkusuz yaşından büyük bir adam. Ne müzikal olarak, ne de şarkı sözlerinde kendi jenerasyonunun insanı değil. İki enkarnasyonunu aynı zamanda yaşadığından şüpheleniyorum.
“Ben de bazen kendimi çok yaşlı hissediyorum (gülerek). Yaşım ilerledikçe bu his azalmaya başladı ama 18 yaşında bir sürü eski müzik ve müzisyeni dinlediğim başka bir dünyadaydım. Sanıyorum müzikal beğenimin geçmişle alakası var ama bunun sebebi geçmişe bağlı olmam değil. Genelde ilerleme eğilimindeyiz ama ilerlemeyle ilgili şöyle bir problem var. Bazen her şeyin mükemmel olduğu bir noktaya geliyorsun. Müzikte mesela. Yetmişlerde kuvvetli bir davul ve tuşlu çalgılar sound’u vardı. Çok güzel bir şeye temas ettik, sonra 80’ler geldi ve rezaletti. Bunu bütün müzikler için söyleyemem tabii, istisnalar hep olacaktır ama gelişim her zaman iyi olmuyor. Yeni ya da satıyor olması, müziğin iyi olduğunu göstermiyor. Sanıyorum kendi kuşağımla aynı frekansta değilim”.
Hem de hiç değil.
Charles Pasi’nin vokali de bu birbirinden farklıymış gibi görünen müzikleri birleştirip kendine haslaştıran unsurlardan biri. İyi bir şarkıcı olduğunu düşünmüyor ama hiç vokal dersi almamış çünkü kendi söyleyiş biçimini korumak istemiş. Şarkı söylerken vücudunda neler olduğunu bilmek gibi, o konuda aşırı bir farkındalık geliştirmek istememiş. Bence çok isabetli bir karar. Onu gerçek kılan da, bu minik kusurları da barındıran söyleyişindeki samimiyet.
Müzik onun için bir varoluş biçimi. Basın bülteninde yazdığı gibi 34 yaşındaki bu genç adam gürültü patırtıdan uzak, arkasında büyük medya kampanyaları olmadan, 10+ yıldır kalbinin seçtiği yolu izliyor. Ona eşlik edenlerse bir armonika, bir kalem, dolup taşan bir kalp ve bu hayatta varolma sebebinin bu olduğu hissi. Ona en çok nelerin şarkı yazdırdığını soruyorum.
“Bana nelerin şarkı yazdırdığını bilmiyorum. Sadece buna ihtiyaç duyduğumu söyleyebilirim çünkü öncelikle başka ne yapabilirdim bilmiyorum ve tabii ne yapmak isterdim. Şarkı yazmaya gerçekten ihtiyacım var. Yazdığım şarkı hüzünlü olsa bile, şarkı yazmak her zaman bir yaşam belirtisidir, yaşama dair duyulan açlıktır, en azından ben böyle hissediyorum.
Belki de bu yüzdendir müziğinin akışkanlığı, nüfuz edebilme ve derinlere dokunma becerisi. Müziğindeki hayata tutunmuşluktur iyi gelen. Ya da kendini tüm açıklığıyla, zayıf ya da güçlü yönleriyle, aydınlık ve karanlık taraflarıyla ortaya koymaktan çekinmeyişidir. Size ayna tutuşudur. Kendi deneyimi üzerinden sizin hikayenizi anlatıyor oluşudur. Ya da hayata karşı romantik bir duruşa sahip oluşudur. Burada tabii ki mum ışıklarından, aşk ve tutkuya uzanan romantizmden bahsetmiyoruz. Kendi ifadesiyle ‘durumlardaki güzelliği görebilme’ anlamında bir romantizm. Doğru olanı yapma konusundaki ısrarcılığın, çoğunlukla ‘sen de amma romantiksin’le sonuçlandığı bir devirde, belki de bana en iyi gelen buydu. Eğer kendinizi bırakırsanız, sizi dönüştürebilecek müziklerden. Şarkıları zarifçe dürtüyor sizi, hatta hafifç silkeleyip uyandırıyor.

Charles Pasi (Photo: Boby)
Blue Note’dan çıkan son albümü ‘Bricks’ diğerlerine göre biraz daha dünya meseleleriyle alakalı, dünyanın içinde bulunduğu kaostan hatırı sayılır ölçüde etkilenmiş bir albüm.
“Yaş aldıkça daha zorlaşıyor, doğruyu söylemem gerekirse bazen bırakmak istiyorum. Bazen etrafımda her şey o kadar sarpa sarıyor ki, şarkı yazmanın anlamını sorguluyorum. ‘Bricks’i yazarken, tüm dünya çok zor zamanlardan geçiyordu, Paris ve Nice’te de saldırılar olmuştu. Çok etklendim. Bu dünyada ne yaptığımla ilgili kafam karışmıştı. Bütün bu olan biten karşısında müzik yapmak saçmalık gibi geliyordu. Cesaretim kırılmıştı ve olan bitenle ilgili karamsardım. Dünya tersine dönmeye başlamış gibiydi, bu da tabii sözlerimde hissediliyordur.
Evet bu büyük ölçüde hissediliyor ama yine de içinizi karartmıyor, ne müziği ne de sözleriyle. Dünya tamamen aklını kaybetmiş olas dahi, yaşama sevinci hep orada bir yerlerde.
“Sonra farkettim ki cevap tam da buradaydı. Şarkı yazmaya devam etmek lazım çünkü hafiflemeye ihtiyacımız var. Sadece cinayetlerden, savaşlardan ibaret olamayız. İçimizdeki çocuğu da bir şekilde korumalıyız.”

Charles Pasi (Photo: internet/unknown)
Blue Note’la yaptığı albüm onu müzikal olarak kısıtlamış mıydı, merak ediyorum. Kafese sokulamaz bir müzisyenin bir majörle çalışması her zaman belli riskler içerir.
“Blue Note’la ilgili harika olan, eğer seninle imzalamışlarsa seni tanıyorlar demektir. Ne bekleyebileceklerini, senden neyi alıp neyi alamayacaklarını biliyorlar. Onları şaşırtsan bile sana karşı saygılılar. Ben de ancak yapmak istediğim müziğe saygı duyan birileriyle çalışabilirim. Tabii ki konuşuyoruz. Onların da fikirleri, diğerlerinden daha fazla sevdikleri parçalar var ama günün sonunda ne yapmak istiyorsam onu yapmama izin veriyorlar. Sanıyorum onlarla çalıştığım için çok şanslıyım.”
Blue Note’la üç albümlük bir sözleşme imzalamadan önce Charles Pasi iki albüm daha yapmıştı. İlki 2011 albümü ‘Uncaged’, ki gerçekten de müzikal olarak zincirlerinden kopmuş bir albüm. Albümde iki parçada saksofonu efsanevi Archie Shepp çalıyor.
“Farewell My Love’ı yazıyordum ve sonunda kocaman, güçlü bir solo istiyordum. Atmonikayla denedim, uymadı. Sonra gitarla denedik ve ben farkettim ki kafamda Archie Shepp’in sound’u vardı ve ben onun gibi çalacak birini arıyordum. Birisi bana onun Paris’te otuduğunu söyledi. Ona bir mektup yazdım, o da mektubumu beğendi ve albümde çalmayı kabul etti. Hatta iki parçada. Ona eski blues parçalarını hatırlatan ‘Better With Butter’da çalmayı da kendisi teklif etti. Bu benim için bir hayaldi ve gerçek oldu. Ona her zaman minnettar olacağım. Hiç param yoktu, bana inandı ve destleklemek için çaldı. Harika bir anı benim için.”
İşte hikayeye konu olan şarkılar: Farewell My Love ve Better With Butter
Charles Pasi müziğinin peşine düşmüş ilerlerken kendini keşfeden, keşfettikçe dönüşen, yönünü belirleyen, akışta omayı seven bir müzisyen. Büyük hırsları yok.
“Hedeflerim ben geliştikçe farklılaştı. Armonikayı elime ilk aldığımda, sokaklarda çalmayı hayal ediyordum, belki birisi gelip de bahşiş atardı. Sadece buydu. Ona ulaştığımda barda çalmayı hayal etmeye başladım, belki bir seyircim olurdu. Onu aldım, sonra festivaller. Etaplar değiştikçe hedeflerim de büyüdü ama hala herhangi bir hırsım yok çünkü hedeflerime ve çok daha fazlasına ulaştım. Buna devam etmemin tek sebebi, ihtiyaç duymam. Öyle stadyumlar, süperstarlıklar falan hayal etmiyorum. Arzularım çoktan karşılık buldu.”
Zaten böyle bir hedefi olsaydı, yaptığı müzikle oraya rahatlıkla ulaşırdı ama anlayabildiğim kadarıyla o daha organik bir insan. Müziğini paylaşarak büyütmeyi seviyor, konserlerdeki insan temasını seviyor. O yüzden sosyal medyayla hiç alakası yok.
“Öncelikle tembelim, o yüzden bununla uğraşmak istemiyorum. Bir de insanlar görüyorum, gerçeklikle bağlarını koparmış, FB ya da Insagram’da yaşıyorlar ve bundan hoşnutlar. Sosyal medyanın kötü olduğunu söylemiyorum, birçok açıdan faydalı ama sanırım benlik bir iş değil. İşin doğrusu kendi fotoğrafımı çekip ne yediğimi, nerede olduğumu söyleyecek vaktim yok. ‘Biri Bizi Gözetliyor’ gibi bir şey, herkes nerede olduğunu, ne yaptığını paylaşıyor. Bu benim özel hayatım.
Sosyal medyayı iş için kullanabileceğim bir iletişim aracı olarak gördüğümde de, kendimi satışa sunma fikri bana hiç iyi gelmiyor. Her şey satılık, her şey reklam. Günümüzde bir sanatçının başına gelebilecek en iyi şey, parçasının ses getirecek bir reklamda (ya da bizdeki güncel karşılığıyla dizide) yer alması. Bence bu çok üzücü. Oysa sanatçı dünyasının, iş dünyasını dengeliyor olması lazım. Öyle görünüyor ki herkes satın alınabilir, herkes kendi dünyasının yıldızı ve bence bu çok saçma. Sanatçı olmak herkesin yapmadığını yapmaktır. Herkesin kendi gösterisi var. Bir gösterinin içinde yaşıyoruz, hiç bitmeyen bir gösteri. Buna tepki göstermenin en iyi yolu, sessizliğini korumak. En azından benim sahip olduğum tek yol.”
Kendi baktığım yerden sosyal medya kullanımının yaptığımız işe katkılarına dair birkaç fikrim olabilir ama bir sanatçı olarak bu seçimini hayranlıkla karşılıyorum çünkü herkesin yapmadığını yapabilmek cesaret ister.
Artık yazıyı toparlama vaktim geldi, daha bu yazı bir de ingilizceye çevrilecek. Sonra onu okuyacak olanlar var, onlara da yazık ama en çok da kendisini müthiş uzun bir röportaja tabi tuttuğum için Charles Pasi’ye yazık. Arada birkaç soruyu görmezden gelse de , büyük bir sabır ve zerafetle beni cevapladığı için ona minnettarım.
Ve tabii kapanışta olmazsa olmaz, ‘Türkiye’ye ilk gelişiniz’ sorusu.
“Türkiye her zaman görmek istediğim ülkelerdendi. Gizli gizli oraya gelip konser vermeyi hayal ediyordum. Bir yeri görmenin en iyi yolu oraya çalmaya gitmek çünkü o zaman sadece bir turist değilsin, yeni insanarla tanışıyorsun ve eğer konser için oradaysan herkes sana çok nazik davranıyor. İstanbul’u görmek istiyorum, Constantinople’u ve Bizans’ı da. Bir yıldır Roma’da yaşıyorum ve İstanbul’un havasında da benzer miktarda tarih hissedebilmeyi umuyorum.”
Charles Pasi ve grubu ilk kez Türkiye’de çalacak. Bir başka röportajında “İnsanlar 5 çok mutlu adamın şehirdeki ilk gösterisine tanıklık edecek” demiş. Yalnız bu 5 mutlu adam sahnede mutlu olunca, ortaya gerçekten çok mutluluk verici bir performans çıkıyor. Konserler 23 Kasım’da Ankara If Performance Hall’da, 24 Kasım’da ise Zorlu PSM’de. Kaçırmayın derim.
Yazıyı en sevdiğim konserlerinden biriyle bitiriyorum, lütfen izleyin ama canlısının yerini tutmaz, onu da söyleyeyim.