Coleman’ın saksofonu kendini aşkındır. Spinoza’nın “neşe”sidir. Kelimelerin bilmediğimiz anlamları gibidir, bir gün aynı dilde konuşma ihtimalimizdir. Negatif’in içindeki Ütopya’yı getirendir, inandırandır. O “bunaltı” ve “bulantı” anlarında dinginleştirendir. Başımızı usulca okşayandır.
Dünya değişmese de olur bugün.
Coleman Hawkins, tenor saksofonun babası, pek çok genç müzisyenin ilhamı, harmoninin üstadı, o kocaman ve doygun sesin yaratıcısıdır. 1948’de, müzisyen ve eleştirmen Andre Hodeir, “Önümüzdeki elli ila yüzyıl içinde, çalışkan ve yetkin araştırmacılar jazz’ın envanterini yapacaklar; umalım ki Hawk’un payını unutmasınlar” der. Ummaya devam ediyoruz.
Coleman Randolph Hawkins 21 Kasım 1904’te St. Joseph, Missouri’de doğar. Coleman, annesi Cordelia’nın bekarlık soyadıdır. Ailesinin hali vakti -görece- yerindedir, zengin olmasalar da çocuklarına iyi bir eğitim sağlayacak durumdadırlar. Annesi kilisede piyano çalmaktadır ve oğlunu müziğe teşvik eder, büyüyünce klasik müzikle ilgileneceğini hayal eder. Coleman beş yaşından itibaren çello ve piyano öğrenmeye başlar. Dokuzuncu yaş günü hediyesi ise hayatının aşkı olacak saksofondur.
Washburn College’da müzik eğitimi alır. İlk düzenli işini 1921’de, Kansas’taki “12th Street Theater” orkestrasında bulur. O yaz Mamie Smith, Coleman’ı dinler ve dönemin önde gelen gruplarından “The Jazz Hounds”da iş teklif eder. Henüz çok küçük olduğu için ailesi izin vermez önce. Ama Mamie Smith bir yıl sonra tekrar geldiğinde dayanamazlar.
Coleman’ı ilk dinlediğimiz kayıtlardan biri 1923 yılı, “Mamie Smith and Her Jazz Hounds”un ‘You’ve Got to See Mamma Ev’ry Night’ıdır. ‘I’m Gonna Get You’ solosu saksofonda yeni bir çağın habercisi olacaktır.
“Harlem Rönesansı” zamanlarında New York’a taşınır. 1920’lerde yüzlerce kulüp, kabare ve bar açılmaktadır. Mamie Smith ile olmadığı zamanlarda farklı New York kulüplerinde çalar. Coleman havayı dikkatle koklar ama başka bir şey ister; duyduğunun, bildiğinin dışında bir şeyleri arzulamaktadır, “başka” bir şeylere hazırlanmaktadır.
Henderson Zamanları
1923’te Fletcher Henderson, jam session’lardan birinde Coleman’ı dinler ve ekibine davet eder. On yıl sürecek bir birliktelik başlar. Coleman genelde sessizdir, çok yakın arkadaşları da yoktur. Ortamın deha çocuğudur ve pek de afacan dalgacıdır, muzip şakalar yapmayı pek sever. Arkadaşlarının anlattığına göre zamanın müzisyenleri gibi çok dışa dönük tiplerden değildir. Şık giyinmeye ve kadınlara meraklıdır. Bir kadın, başka olacaktır. Daha 19 yaşında Mamie Smith’in dansçılarından Gertrude ile evlenirler.
Henderson’ın orkestrası katı bir segregasyonun olduğu “Roseland Ballroom”da sahne alır. Henderson, Coleman’ın yaratıcılığını anladıkça ona daha fazla alan sunmaya başlar. 1924’te bir yıllığına Henderson orkestrasına Louis Armstrong da katılır. Coleman, Armstrong’un yeteneğinden ve farklılığından etkilenir ama pek de hazzetmez sofistike bulmadığı bu tuhaf adamdan (biraz uyumsuzluk, biraz da ortamın en özel çocuğu olma halinin sarsılması da olabilir).
Bu dönemde Henderson’la pek çok kayıt yaparlar. Coleman daha yirmilerinin başında saksofonu başka çalmaya başlamıştır, sonraki on yıl içinde ciddi bir hayran kitlesine sahip olacaktır. Benny Carter ile sahnedeki atışmaları efsanedir. Carter ona hayrandır: “Hepimizin örnek aldıkları, öykündükleri vardı. Oysa Hawk kimseyi izlemedi, o bir yol yarattı” der. Trompet, klarnet, piyano ve basın jazz’da saksofondan çok daha önemli yer tuttuğu zamanlarda Hawk başka hayallerdedir. Ondan önce saksofon pek de makbul bir jazz çalgısı değildir. Pek de kimselerin düşünemeyeceği hayalleri vardır. O zengin, “gövdeli”, uzun, yumuşacık bağlantıların sesini o tanıştıracaktır. Gürültüler kaybolacaktır.
1929 Büyük Depresyon’u dönemin büyük orkestralarını da hayli etkilemiştir. Henderson biraz daha fazla etkilenmiştir. Coleman’ın biyografisini de yazan, eleştirmen “Burnett James”e göre; sadakat ve şefkat uyandıran Henderson, Benny Goodman gibi otoriter ve “iş” kafalı bir adam değildir. Ama en önemli yıldızının ücretine öncelik verir (çok tutumlu olan Coleman krizden pek etkilenmez. Borsayla da hiç ilgilenmez. Bankalara bile hiç güvenmez, ömrü boyunca tomarla para taşır cebinde ve evinde). 1927’de Don Redman’ı kaybetmek de orkestrayı hayli zayıflatmıştır. Coleman sıkılmaya başlamıştır ufaktan.
Henderson orkestrasından farklı müzisyenlerle pek çok kayıt yapar. ‘Chocolate Dandies’ ve ‘Mound City Blue Flowers’ efsane isimleri bir araya getirir. Coleman ‘Dark Clouds’ solosunda ve ‘Queer Notions’da zamanın çok ötesindedir sanki. 1931 tarihli ‘I’m Crazy ‘bout My Baby’de epey keyfi yerindedir.
1933’te Spike Hughes ile kayıtlar yapar. Hughes ‘Donegal Cradle Song’da ve ‘Arabesque’de özel teşekkürlerini sunar Hawk’a. Chu Berry ile tatlı oyunlar oynarlar. Yine aynı yıl kaydedilen ‘The Day you Came Along’da unutulmayacak bir aşkın şarkısını söyler Coleman. En sevdiği ezgilerdendir, pek coşkulu okur; “Aç kapıyı, geldim. Neden bu kadar geciktin sevgilim?”
Zamanın ruhuna uygun olarak bol bol “müzik düelloları” (cutting contest) yapar, kimselere de yenilmez. Ama bir gün ileride tenor saksofonun başka önemli bir ustası olacak Lester Young’la karşılaşmaları şaşırtıcıdır. Kansas’taki bir gecede genç Young’a yenilir. Hatta, Young’ın “The President” lakabını, bu zaferden sonra aldığı dedikodusu dolanır. Yıllar sonra iki usta arasında bitmeyen karşılaştırmalar yapılacaktır; “The Jazz Review”den Nat Hentoff iki müzisyenin taraftarlarının polemikçi halini Stravinsky ve Schoenberg yandaşlarının atışmalarına benzetir.
Bütün gece sahne almasına rağmen, tekniğini daha da geliştirmek için her gece jam session’lara gider, eve çok geç dönmeye başlar. Sabah dokuzda eve döndüğünde bile tatlı karısı Gertie ona kızmaz, hoş geldin “poopsie” diye karşılar. Coleman gizli gizli sinirlenir aslına, Gertie’nin umursamadığından, sevmediğinden hiç kızmadığını düşünür. Yavaş yavaş daha da uzaklaşırlar, sessizce koparlar ve sessizce ayrılırlar. 1934’te artık bekar bir adamdır. Fazlaca içmeye başlamıştır bile.
Farklı bir deneyim aradığı günlerde basçı June Cole’un da teşvikiyle İngiliz müzisyen ve menejer Jack Hylton’la iletişime geçer ve Londra’ya gelmek istediğini söyler. Hylton namını duymuştur, hemen gelmesini ister. Coleman birkaç ay olmayacağını söyler eski patronuna, oysa dönüşü tam beş yıl sonra olacaktır.
Avrupa Macerası
Dan Morgenstern ödüllü albüm yazısında: “Hawk 1934’te Avrupa’ya giderken jazz’da iki prototip tenor stili oluşturmuştu bile; hızlı, sürükleyici, parlak riff tarzı ve yavaş, akıcı, rapsodik ballad formu” diye yazar. Coleman Mart 1934’te Plymouth’a gelir. Londra’ya geçtiğinde onu hiç beklemediği bir kalabalık karşılar. Oldukça farklı ve yoğun bir tarzı olmasına rağmen İngiliz seyircisi onunla farklı bir ilişki kurmuştur.
Coleman Avrupa’da yaşadığı uzun yıllar boyunca eski karısı Gertrude da dahil olmak üzere arkadaşlarıyla bol bol mektuplaşır, sever mektuplaşmayı, anılarını paylaşmayı. Ama uzunca zaman mektuplarının çoğunu Londra’da tanıştığı, kemancı Andre Gertler’in yeğeni, Renee Gertler’e yazar. Bu mektuplardan dinlediklerine, izlediklerine, okuduklarına dair izler kalır (Coley, Coleman bazen de Bean diye imzalar mektuplarını). Bir zaman “The Memoirs of Fanny Hill” ve “Aldous Huxley” okur, Mill Brothers’ı pek sever, Boswell Sisters’ın ‘Coffee in the Morning and Kisses in the Night’ına deli olur. Sinemaya da çok ilgilidir, “Ruth Chatterton” yıldızıdır. Korkunç Rotschild’ları anlatan ‘The House of Rothschild’ı keyifle izler (yıllar sonra yakın dostu olacak Nica’yla bu film hakkında neler konuşmuştur kim bilir?). Avrupa’daki uzun yalnızlıklarında zamanın klasik müziklerine bol vakit ayırır.
Çoğunlukla Lahey’de olmak üzere Hollanda’da farklı mekanlarda sahneye çıkar. ‘Ramblers’la dokunaklı ve ayrılık sızılı ‘Some of the Days’de ve kavuşma umutlu ‘I Only Have Eyes for You’da gelecekte tanışacağı bir kadının kanatan, özlemli sevgisini anlatır. Anny de Reuver zarif ve dumanlı sesiyle 1930’ların kokusunu getirir.
İskandinavya’da da uzun zaman çalar; dinleyicilerin ilgisinden ve bilgisinden pek memnundur ama fazla sessiz gelir buralar, Renee’ye yazdığı mektuplarda memleket özlemi vardır. 1935’in Kasım’ında İsviçre’de gezinir. Jazz’a düşkün bu topraklarda müziğiyle olduğu kadar nezaketiyle ve tatlı diliyle de kadınlarda hayranlık uyandırır. İsviçreli ‘The Berries’ ile kayıt yaparlar; söylemese daha iyidir de kendi kompozisyonu ‘Love Cries’da şarkı bile söyler! Kayıttan iki gün sonra Renee’ye “Şarkı nasıl oldu bilmiyorum, sana olan aşkımın nasıl ağladığını anlatmaya çalıştım” diye yazacaktır.
Renee’ye neredeyse her hafta yazarken annesine yazmaz nedense yıllarca. Oysa Cordelia çok kötü günler geçirmektedir, 1935’in Mart’ında Coleman’ın babası kendini nehre bırakarak intihar etmiştir. Coleman bunu koca bir yıl sonra öğrenir, sanki bu faciadan sonra daha da içine kapanır.
1937 Paris kayıtlarında ‘Coleman Hawkins & His All Star ‘Jam’ Band’in yanında Benny Carter ve Django Reinhardt’ı da dinleriz. En beğenilen Avrupa kayıtlarındandır. ‘Out of Nowhere’de, daha da zenginleşmiş solosu iz bırakır. Eski dostu Carter ile çalmayı özlemiştir. İsviçre’deki bunaltıcı sakinlikten sonra, Paris’te geç başlayan yaşam da iyi gelmiştir. Hem Paris de derinden sevmiştir Hawk’u.
Bu dönemde Hollanda, İsviçre ve Belçika arasında farklı şehirlerde çalmaya devam eder, göçebedir. 1937’nin sonlarında Renee’nin, Leslie Diamond’la evleneceği haberini alır. Tabii ki arkadaşına şık bir tebrik mesajı gönderir ama ihtimal canı tahmin etmediği kadar yanar. Renee onun için özeldir, beklemediği bir sızı kaplar gözlerini. Sevdiği bir müziği, özlemini, sıkıldığı bir anı, yabancı memleketlerin ıssızlığını, pokerde kaybettiği parayı -en çok- tutkuyla ona anlatmıştır. Ölünceye kadar arkadaş kalacaklardır ama eskisi gibi en çok yazdığı olamayacaktır.
Avrupa’daki beş yıllık macerasında hem Avrupa’daki önemli jazz’cılarla hem de oraların müzisyenleriyle çalma fırsatı yakalar, zenginleşir. ABD’de çıkan kayıtları da takip eder, radyo programlarını dinler. Nazi Almanya’sından içeri alınmadığı için Fransa’da kalır ve albümler yapar. Almanya’nın kaybı Fransız jazz’cıların kazancı olur.
1939’da Fransa’dan İngiltere’ye gelir. Birkaç ay çaldıktan sonra, savaşın sesleri yükselirken, belki de tam zamanında, ABD’ye geri döner. Kısa bir süre sonra, vaktiyle Hollanda’da “Negro Palace”da birlikte çaldığı piyanist Freddy Johnson, Naziler tarafından Bavyera’da bir kampa kapatılmak üzeredir.
Yeniden New York ve ‘Body and Soul’
Hawkins 35 yaşına girerken kendi grubunu kurar ve “52nd Street”deki “Kelly’s Stable”da sahne alırlar. Starların ücretleri çok yüksektir, isimsiz ama yetenekli gençlerden bir ekip oluşturur. Birkaç gece çaldıktan sonra “RCA”den albüm teklifi gelir ve efsane albüm ‘Body and Soul’ kaydedilir. Hawk jazz tarihinin en muazzam tenor saksofon sololarından birini çalmıştır. Modern müziğin ilk işaretlerinden biri olarak da kabul edilir. Nedir ki farklı olan pek anlamamıştır ama hem jazz insanlarının hem de ortalama müzik dinleyicisinin deli olduğu bir klasik olur. Pek çok eleştirmen, bu kayıtların, doğmakta olan bebop’a etkisinden bahseder (Hawk yıllar önce Renee’ye bu melodiyi ne çok sevdiğinden bahsetmiştir. Tuhaf bir tesadüf; Body and Soul şarkısı, 1930 yılında, İngiliz aktris “Gertrude” Lawrence’ın söylemesi için yazılmıştır, Londra’ya o tanıtmıştır).
Ekibindeki müzisyenler Hawk’un sinirden azade, sakin ve kibar bir adam olduğunu anlatırlar. İşini iyi yapan müzisyenlere karşı daha da saygılı ve özenlidir. Başka yerlere çalmaya gidip onu bıraktıklarında da gönül koymaz, kırılsa da belli etmez. En büyük yaramazlığı sürekli geç kalmasıdır. O zamanlar 17 yaşında olan, ‘He’s Funny that Way’deki tatlı sesli Thelma Carpenter, Hawk’tan müzik ve hayat hakkında çok şey öğrendiğini anlatır.
Bir dönem “Golden Gate”de çalarlar. Mekanlar ısrarla herkesi eğlendirecek dans müzikleri istedikçe Hawk bu işten iyice soğur ve ekip dağılır. İstediği kadar iş de yoktur ortalıkta, Chicago’dan “Dave’s Cafe”den teklif geldiğinde kabul eder. Burada Body and Soul’u çalan adamla tanışmak isteyen “Dolores Sheridan” adlı genç bir kadınla tanışır ve kısa bir süre sonra evlenirler. Birkaç yıl sonra da ilk çocukları Colette doğar.
1942 Ağustos’unda “American Federation of Musicians” sendikası tarafından, telif haklarındaki anlaşmazlıklar yüzünden, büyük Amerikan müzik şirketlerine karşı başlatılan kayıt yasağı nedeniyle bu dönemdeki gelişmeleri ve bebop’ın nüvelerini takip etmek kolay değildir. Ama Hawk’un büyük şirketlerle sözleşmesi yoktur ve küçük ve bağımsız şirketlerin doğması ve sendikayla anlaşması sonrasında oldukça verimli kayıt dönemleri geçirmiştir. “Commodore” için, Leonard Feather tarafından düzenlenen Art Tatum, Benny Carter, Cootie Williams ve Oscard Pettiford gibi önemli müzisyenlerin olduğu seriler önemlidir. ‘How Deep is the Ocean’daki gibi enfes performanslar kendinin de favorilerindendir.
1943’ün son günlerinde kaydedilen ‘Inventor of the Tenorsax’ın plak kapağında Hawkins, “tenor saksofonun yaratıcısı” adıyla sunulur. Plak kapağında Alman müzik eleştirmeni Dietrich Schulz-Köhn tenor saksofonun jazz ortamlarında moda olmasının Hawkins sayesinde olduğunu yazar. ‘The Man I Love’da genç Pettiford’un tutkulu kontrbasına Hawk alevlerle cevap verir. Bob Thiele “Jazz” dergisinde kayıt yapılırken Coleman’ın durmak bilmediğini anlatır.
Hawkins, jazz tarihinin en başarılı menajerlerinden Norman Granz’in 1945’lerde düzenlemeye başladığı “Jazz at the Philharmonic” (JATP) turlarında Charlie Parker, Roy Eldridge, Ray Brown, Willie Smith, Billie Holiday, Sarah Vaughan, J. J. Johnson gibi önemli müzisyenlerle uzun yıllar çalar (Granz önde gelen segregasyon karşıtı aktivistlerdendir, daha 1944’lerde siyah ve beyaz müzisyenleri karma şekilde sahneye çıkarma cesaretini gösterir, siyahlarla beyazları aynı sahneye almayan mekanlarda konserleri iptal eder).
Bebop ve Gençler
Jazz’ın yönü 1940’larda swing’den bebop’a dönmeye başlar. Hawk zamanın müziğine eşlik ederken çevresindeki modern müziğe de uzak kalmaz. 40’ların ortalarına gelindiğinde 52nd Street’in her köşesinden farklı bir müzik yükselmektedir, Charlie Parker yıldız bir isim olmuştur. Coleman bebop’ın kurucularından değildir belki ama gelen bu “yeni şey”i sezmiş ve kucak açmıştır. Sadece ilham kaynağı olmakla kalmaz, pek çok genç ve yetenekli genci tanıştırır bizlere. 1944’te daha hiç tanınmayan Thelonious Monk’u kuartetine alır, pek de sever: “İşte ‘orijinal’ budur” der. Dizzy Gillespie ile birlikte çalar. Max Roach ve Miles Davis’i kariyerlerinin başındayken ekibine katar. Daha 19 yaşında olan Miles ona hayrandır: “Hem öyle kocaman bir sound’u vardı, hem de öyle güzel bir adamdı ki” diye sevgiyle anlatır. Louis Armstrong bebop’ın anlaşılmazlığıyla dalga geçip “Çin müziği” derken, Benny Goodman bebop’ı küçümserken, Hawk kucak açar: “Müzik yeni mi, modern mi diye düşünmem ben, müzik müziktir” der. Fats Navarro, J.J. Johnson, Max Roach ve Milt Jackson gibi modernist müzisyenler ona hayrandır ve birlikte çalmaktan keyif alırlar.
1950’ler
Hawkins JATP ile farklı şehirlerde ve farklı müzisyenlerle yer alır ve zengin kayıtlar yapar. 1950’ye girerken Londra’da, Paris’te, İsviçre’de, Almanya’da, İsveç ve Norveç’te yeniden vakit geçirmek, eski dostları görmek iyi gelir; hala sevilmektedir, çok özlenmiştir. Ama ABD’ye dönerken on yıl önceki dönüşü gibi büyük bir kalabalık karşılamaz. Dönemin müziğine eşlik etse de yıldızı o zamanlardaki kadar parlak değildir.
Norman Granz’ın yeni şirketiyle yaptığı, ilk eşliksiz saksofon kaydı olan ‘Picasso’, Hawk’un her daim nasıl şaşırtan bir devrimciliği olduğunu hatırlatır.
1940’lardan sonra tekrar bir araya geldiği Roy Eldridge ile uzun yıllar birlikte çalarlar. Eldridge, ikisinin de devasa yeme içme kapasitelerinin sohbetlerinin büyük kısmını oluşturduğunu anlatır. Müzikal olarak Hawk’a hayrandır, kimse ona yetişemez. Ama müziğin “iş” kısmının teknik detaylarıyla hiç uğraşmadığını anlatır. Mekan sahibi şikayet edince ya da ekibin paraları ödenmeyince uzaklara bakar ya da bir şekilde sıvışır.
1950’lerin ortalarında verdiği bir röportajda jazz dinleyicisinin değişiminden, müziği gerçekten dinlemediklerinden, illa ki vokal istemelerinden şikayet eder. Savaş zamanı insanları daha dikkatlidir. İki yıl sonra daha da sertleşir, Riverside’da: “Dinleyicinin bir şey bildiği yok, birkaç numarayla harika müzik yapıyormuşsun gibi kandırabilirsin” diye şikayet eder.
Pek konuşkan bir adam değildir hem ABD’de hem Avrupa’da gazeteciler hep Hawk’un ketum tavrından dertlenirler. Zaten gelen röportaj tekliflerinin de çok azını kabul etmektedir. Ama belki de Elenaor Roosevelt ve Henry Miller da katıldığından, Riverside’ın “Spoken Word Recordings” serisinde yer alır. Paul Bacon, Hawk’un etkileyici duruşunu, fazlaca viski içişini ve yaş konusunda pek hassas oluşunu anımsar. Bu muazzam kayıtlar “Coleman Hawkins A Documentary” adıyla yayımlanır.
1956’da Billy Byers orkestrasıyla gelen ‘The Hawk in Hi-Fi’da ‘There will Never be Another You’da tonu ortamı doldurur, ‘Little Girl Blue’da yaylıları kendine hayran bırakır, “son olmamalı” bir tangoya kaldırır. Temmuz’da Manny Albam’la Fransa şarkılarıyla ‘The Hawk in Paris’ albümünde özlemlere dönülür; Paris Coleman’la güzeldir, pek de sürprizlidir ‘La Mer’?
Dönemin önde gelen pek çok jazz’cısı gibi, Ben Harriman’ın sahibi olduğu ve geniş katılımlı ve farklı bir modelle işlettiği “Metronome”da uzun süre çalar. Ücret daha düşüktür ama pratik yapmak açısından Hawk’u tam da istediği şekilde beslemektedir. Eski dostların bir araya geldiği ‘Ride, Red, Ride In Hi-Fi’ albümünde, Allen (vokal de yaptığı) ‘Ride, Red, Ride’da belli ki özlediği “King Hawkins”e enfes paslar gönderir, çılgın bir dansa kaldırır, neşeli bir saksofonla karşılık bulur; beşinci kata çıkmıştır zaten onlar.
İngiltere başbakanı “Harold Macmillan”ın “Hiç bu kadar iyi bir dönem yaşamadık” dediği 1957 yılı Hawk için oldukça verimli ve güzel bir senedir. Hawk’a hayran, onu kimselere yakıştıramayan Oscar Pettiford’lu ‘The Hawk Flies High’ zarif, çekişmesiz bir yeni yaş hediyesi gibi havalanır; ‘Think Deep’i dinleyince değişecektir keder, sabah güzelleşecektir. ‘Laura’da saksofon ve trombon utangaç bir flörttedir. ‘Sancticity’de Idrees Sulieman öne çıkar, uzun uzun anlatır. Dan Morgenstern albüm kapağında Hawk ile Ben Webster’in salakça atışmalarını anlatır: “Webster: Annem elimden tutup seni dinlemeye götürdüğünde şortla gezen bir çocuktum; Hawk: O ben değildim, babamdı, ben daha doğmamıştım o zamanlar.” (1973’te “Milestones Records” tarafından tekrar basılır, Morgenstern 1974’te “The Hawk Flies” ile “En iyi albüm notu” Grammy’sini alır)
Coleman yaylıları sevmeye devam eder; Glenn Osser’ın orkestrasıyla yaptığı ‘The Gilded Hawk’ albümünde (gayet nazik ve sessiz) ‘Boulevard of Broken Dreams’de başka bir zarafet sunar şehrin ışıklarına; dahası, yaldızları dökülmez yanına sokuldukça, çirkin sesler çıkmaz ortaya.
1957 yazında önce Newport Jazz Festival’de, sonra Great South Bay Festival’de yer alır. Eski Henderson üyelerinin performansları Rex Stewart’ın yönetiminde ‘The Big Reunion’ adıyla kaydedilir. Kısa bir süre sonra gelen ‘The Big Challenge’ dönemin önemli buluşmalarındandır; ‘Walkin’ My Baby Back Home’ tüm müzisyenlerin başka bir zenginliğini yansıtır, Cootie Williams ‘Do Nothin’ Till You Hear From Me’ diye haykırır.
Sevgili dostu, Thelonious Monk’ın ‘Monk’s Music’ albümünde Coleman’ın başka bir hayranı olan John Coltrane, ve Art Blakey ile buluşurlar; ‘Ruby’ ve ‘Off Minor’da Monk ve Hawk’un sessiz ve buğulu sarılışları kalır.
Yılın en iz bırakan “karşılaşma”larından biri ‘Coleman Hawkins Encounters Ben Webster’ kaydıdır. İki usta tenorcu o dolu ve devasa sesleriyle derinden ve eskilerden çalarlar, şefkatle sarılırlar. Oscar Peterson’ın deyimiyle müziğin iki dev adamı; bambaşka insanları, zamanları, dostlukları, eski aşkı, hataları, yeniden doğuşları, isyanları, zamanın unuttuğu sahici sorgulamaları bağlayacak, yaraları saracak efsane bir performans ortaya koyar.
Oscar Peterson’ın quartetiyle kaydettiği ‘The Genius of Coleman Hawkins’de Hawk ‘Like Someone in Love’ gibidir; zarafet, şımarıklık ve gülen bir sabah. ‘My Melancholy Baby’sine Herb Ellis’in dingin gitarı pek yakışır, doğaçlamaları, beklenmedik iniş çıkışları heyecanlıdır. (Blues for Rene’yi eski sevgilisi Renee için mi oğlu Rene için mi söylemiştir? ‘Begin The Beguine’le dans etmiş midir?)
Norman Granz “Chicago Opera House”daki JATP konserinde tenor saksofon tarihinin en önemli müzisyeni diye tanıtır Hawk’u (güzel ve şık giyinmek konusunda ikisi de hayli takıntılıdır, Granz’ın kıyafet kurallarını çok sever). Performans ‘Coleman Hawkins and Roy Eldridge at the Opera House’ adıyla yayımlanır. ‘Time on My Hands’ zengin doğaçlamalarıyla, zarif ve mağrur saksofonun özlemidir; trompet ‘The Nearness of You’da sessizce selamlar sevgilisini. ‘Cocktail for Two’da özlemle sarılırlar.
Birkaç gün sonra ise ‘Coleman Hawkins with the Oscar Peterson Quartet in Memory to a True Jazz Giant’da şaşırtıcı bir ‘Like Someone in Love’ yorumuyla hep beklenmedik bir adam olacağını hatırlatır. Eldridge’in dediği gibi: “Bir gece, tamam olabilecek en iyisini çaldı artık dersin, ertesi gece onu da geçer”.
Coleman ömrü boyunca bir Bach hayranı olmuştur. Nat Shapiro ve Nat Hentoff’un “The Jazz Makers”ında Hawk yine Bach’ı referans verir: “Kendine ‘modern’ diyen şu ‘quartet’lerin tek yaptığı Bach çalmaya çalışmak, Bach ve Handel, hepsi bu”.
1957’in Aralık ayında John Crosby’nin sunduğu “The Sound of Jazz”da Billie Holiday, Henry Allen, Count Basie, Roy Eldridge, Lester Young, Vic Dickenson, Milt Hinton, Pee Wee Russell, Jo Jones gibi usta müzisyenlerle kamera önünde karşımıza çıkar. Önce o tatlı afacan bakışlarıyla delice gülümsetir, şapkası ve şık takımıyla ve ağır tonuyla gayet rahat ve karizmatiktir. Muazzam bir keyiftedirler. Kontrbasa pipo yakışmıştır. ‘Fine and Mellow’da Billie Holiday’e Hawk, Young ve Mulligan eşlik eder; “Some times when you think it’s on, baby; it has turned off and gone”.
Gitarist Tiny Grimes ile hayli keyifli ‘Blues Groove’da blues’e bulanmış Hawk’tur. Musa Kaleem’in flütü baharın kokusudur.
1958’in ilk aylarında yine Eldridge ile ‘Coleman Hawkins and His Confreres’ kaydedilir.
Bir hafta sonra Stanley Dance’in prodüktörlüğünü yaptığı ‘High and Mighty Hawk’da Scott Yanow, Hawk’un blues’un da üstadı olduğunu söyler. Down Beat’ten Martin Williams’ın beklediği Hawkins albümü gelmiştir. ‘Bird of Prey Blues’ yorumu yıllarca konuşulacaktır. Bud Freeman’ın ‘Hanid’inde pek neşelidirler. İnsan sesiyle kırgın bir ‘You’ve Changed’ çalar Hawk, Clayton da öyle devam eder. O ağır ve dolgun tonunu, ateşli salınmalarını, bir ‘Nabob’a çalar gibi mi çalar acaba?
Temmuz’da JATP ile yine bir Avrupa turuna çıkarlar. Londra’daki arkadaşlarını özlemiştir, Londra da onu özlemiştir, yıldızdır orada. İngiltere’den sonra İtalya’ya, Knokke’ye (Belçika) ve Cannes’a geçerler. “Cannes Jazz Festival”inde sert, boğuk ve çarpıcı bir ‘Undecided’ çalar; biraz daha böyle kalsak?
Coleman “Art Ford’s Jazz Party”de dönemin önemli müzisyenleriyle birlikte beklenmediklerle televizyondadır. Lester Young ile tatlı atışmalar yaparlar. Hawk pek sakin ve dostça adımlarla gelir.
Eldridge ile çaldığı “Metropole Cafe” Miles Davis, Sonny Rollins ve John Coltrane’in de sık uğradığı bir mekandır. Karşıdaki “Copper Rail” ise jazz’cıların önemli bir buluşma ve takılma merkezidir, Hawk’un kahkahaları çınlatır ortalığı. “John Chilton*” yaşlı maço bir atmosferi korumak için bol bol eskilerden konuşulduğunu anlatır, bu yaşlanmış adamlar, yaşlı görülmek istemezler.
Yine hem lider olarak hem eşlikçi olarak çok kayıt yaptığı bir dönemdir. Milt Jackson’ın ‘Bean Bags’ albümünün plak kapağı Hawk’ın lakabı olan “Bean”e atıfla tahıl temalıdır. İngilizce’de “kafa” anlamına da gelen Bean’i (bazen hafif dalgacı) aklıselim (Egghead) manasında söylerler bazen, bazen de kafası bir fasulyeye benzediğinden. Nisan’da Count Basie’nin saksofoncularıyla ‘Coleman Hawkins Meets the Big Sax Section’da buluşurlar; Coleman ‘I’ve Grown Accustomed to Your Face’de coşkulu ve kararlıdır. Bir ay sonra hızlı bir toplanmaca şeklinde kaydedilen ‘Soul’ albümü pek başarılı bulunmaz.
Ekim’de Tony Scott’a konuk olur; ‘52nd St. Scene – Tony Scott and the All Stars’da harika bir Body Soul yorumu getirir (Plak Londra’da Jasmine Records tarafından yeniden basılacaktır).
Hardbop doğarken, Hawk yeniden daha iyi hissetmeye başlar ve yine ufak bir Avrupa turnesi yapar. O dönem Londra’da ABD’li müzisyenlerin çalması yasak olmasına rağmen gizlice sahneye çıkar, onu çok özlemiş İngiliz dinleyicisini büyüler. O da sever İngiliz jazz’cıları (savaş öncesi Avrupa günlerinde en iyi jazz dinleyicilerinin Hollanda ve Danimarka’da olduğunu ama savaştan sonra Fransız jazz fanlarının öne geçtiğini, deli gibi jazz “çalıştıklarını” söyler).
1959’da kaydedilen ‘Hawk Eyes’ jam-session havasındadır. Hawk’u sevmemize en büyük sebeplerden o çocuksu gözlerinin şımarıklığı sarar sound’unu. George Duvivier basını sakin ama keskin kullanır. Albüm notlarını da yazan Ira Gitler, slow bir blues olan ‘C’mon In’de George Duvivier’in basının güçlü nabzının Hawk’a eşlik ettiğini anlatır; bağırmaz bası, yine de keskin bir söylemle gelir. Ama ‘La Rosita’ hemen sarmalayandır; bu sefer daha dingin, daha aklı başındadır. Ira Getler Hawk’un şahin gözlerine “sahip olabilme”nin “akut işitsel algı” olduğunu söyler. Yine Nisan ayında ‘Ben Webster and Associates’de Eldridge, Ray Brown, Jo Jones gibi ustalarla buluşurlar.
1959’da bir Nisan buluşmasında Lockjaw Davis, Buddy Tate ve Arnett Cobb ile ‘Very Saxy’de bir araya gelir. Orgda Shirley Scott avangart bir swing’ci gibidir. Ira Gitler ortada bir “cutting contest” olmadığını, dört “vahşi at”ın dinleyiciye ve birbirlerine kendi hikayelerini anlattıklarını söyler.
Ağustos’ta ‘Swingville 2001’ ile Red Garland’la buluşur. John Chilton pek beğenmez, Hawk’un saksofonu çalındıktan sonra aldığı yeni mouthpiece’in azizliğine uğradığını düşünür (çok dikkatsizdir, insanlara güvenir, orada burada bırakır saksofonunu).
Yine Prestige’den ‘Swingville 2005’ albümünde Thomas ve Dickenson’la mainstream bir toplanma yaparlar. ‘You Blew out of the Flame’de ilgi çekici bir giriş yapar Hawk, Dickenson’ın trombonu bağırmaz ama asidir. Hawk biraz hınzırdır, bazen hızlanır bazen de o alımlı ve sürprizlerle dolu tonuna geçer. Flanagan ‘I’m Beginning to See the Light’da yine o dingin elleriyle huzuru getirir. ‘Cool Blue’nun saksofon solosu sahiden de “cool”dur
1960 yılında, Hawk’un pek sevdiği trompetçi Thad Jones ile yaptığı ‘The Hawk Swings’deki köşe kapmacaları pek keyiflidir. ‘Almost Down’da Duvivier kontrbasa neden hala delice aşık olunduğunu anımsatır. Adına sadece “Crown Records”ın plaklarında rastladığımız gizemli “John Marlo”, plak kapağına yazdıklarından anlatsın: “Coleman Hawkins için, dünyanın en önemli saksofoncusu için; trompetçi Jones, basçı Duvivier ve davulcu Johnson bu gece harika “jazz” çaldılar; ince zevkin özü olan jazz için, lirik olan jazz için, akıllı olan jazz için; sonra Hawk swing edince bu istisna değil gündelik oldu”.
Aynı yıl Nisan’da Almanya’da, ‘The Essen Jazz Festival All Stars’ adıyla albümü de çıkan konserde, Bud Powell, Oscar Pettiford ve Kenny Clarke ile sahnededir. Tarifsiz bir ‘All the Things You are’ ve ‘Yesterdays’ çalarlar, Hawk’un hem tekniği hem duygularını ifade biçimi hala delice şaşırtmaktadır. Chilton Yesterdays’de gelmiş geçmiş en güçlü “reed sqeuak”lerden biri olduğunu söyler. Şiir yazma, isyan etme, devrim yapma arzusu uyandırır. Pettiford’un bası yine çok tutkuludur, vurgulu bir akma halidir. Stuffy enfes bir swing havasındadır, Clarke pek eğlenmektedir, eğlendirmektedir. “Melody Maker” ve “Jazz Journal”dan tanıdığımız İngiliz jazz eleştirmeni Alun Morgan plak notunda jazz öğrencilerinin ‘Just You, Just Me’yi, Hawk’un 1946’da kaydettiği ‘Spotlite’daki melodiden hatırlamalarını bekler (sevgili Pettiford bu konserden sadece beş ay sonra, 38 yaşında buralardan göçer).
Hardbop ve Yenilikler
1960’larda güçlü tenor sesler yeniden revaçtadır. Hawk bebop’a eşlik edip kendi stilini koruduğu gibi hardbop’cılarla da çalmış ama kendi tarzını ayrı tutmayı bilmiştir. Bu yıl Dizzy Gillespie, Sarah Vaughan, Teddy Wilson, Dakota Staton gibi yıldızlarla, Avustralya’nın ilk uluslararası jazz festivaline katılır. Uzun mesafelere turneler Hawk için hiç sorun değildir, ömrü yollarda geçmiştir: “Paramı öderlerse Timbuktu’ya bile giderim” der. 17 yaşından bu yana seyahat etmeye alışık olduğundan yolda bolca uyur. Bir Avrupa turnesinde Nat Anderley ve John Hendricks onun uyuklamacalarından fotoğraf serileri yaparlar, Jo Jones lakaplarına “Snooze”u da ekler.
Yıl son ererken, tonunun hayli yakıcı olduğu ‘Night Hawk’unda (‘Swingville 2016’) Eddie “Lockjaw” Davis ile konuşmalarında ağır ve ukaladır. İki usta tenorcunun, ustaca konuştukları ‘There is No Greater Love’ sona ererken Hawk’tan daha büyük saksofoncu yoktur. ‘Don’t Take Your Love From Me’ narin bir haykırışla sarmalar. Pedalin’ artık eğlenme ve bilmişlik zamanıdır.
Oldukça çok kayıt yaptığı 1961’de kendinin lead ettiği tek albüm olan ‘The Hawk Relaxes’ muazzam ballad’larıyla, yorgun bir varoluşun yardımına gelir. ‘I’ll Never be the Same’de hayal kırıklıklarının, buruk bir ayrılığın, sessiz bağırmalarına çevirmenlik eder. O anlamsız mavi zamanlarda ‘Under a Blanket of Blue’ ile imkânsız hayallere (gizlice) anılar döşenir, Kenny Burrell’ın gitarı üzülmesine kıyamaz. Dilin imkansızlığı ‘More than You Know’ ile daha çok hissedilir. Hülasa, Hawk kocaman sarılır.
1929’dan sonra ilk defa Pee Wee Russell ile ‘Jazz Reunion’da buluşurlar. ‘If I Could Be With You’da (One Hour Tonight) 32 yıl öncenin tadı aranır. Melody Maker’da yazdığına göre Pee Wee Russell’ın modern tarzı konuşulurken Hawk: “Pee Wee 30 yıl önce de böyle çalıyordu. Ne yaptığını bilerek yapmıyor ama bir şekilde yapıyor; bu da hissettiği yol” der. Albüm kapağında Nat Hentoff Picasso’nun şu lafını hatırlatır: “Bana göre sanatta geçmiş ya da gelecek yoktur. Eğer bir sanat yapıtı her daim şimdiki zamanda yaşayamıyorsa zaten sanat olarak değerlendirilmemelidir”. Hentoff, Hawk’un müziğinin daima “şu anda” kalacağından emindir.
Birkaç ay sonra eski dostu Benny Carter ile ‘Further Definitions’ adlı reunionlar yapar. ‘That Midnight Sun will Never Set’de pek zarif, ‘Cotton Tail’de pek delidir, ‘Body and Soul’ bambaşka, yenilikleri getirir.
Nisan’da ‘Jam Session in Swingville’ albümünde yumuşacık bir “Love Me or Leave Me’ söyler.
Max Roach’un özgürlük savaşçısı ‘We Insist’inde ‘Driva’ Man’da Abbey Lincoln’a eşlik eder. Hawk hiçbir zaman pek politik bir adam olmamıştır, ihtimal Max Roach’un müziğini çok sevdiği için buradadır. Siyah Müslümanlar’ın hareketi ve segregasyon sorulduğunda “Bu şeyler hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben müzisyenim, müzik yaparım” gibi uzak bir cevap verir.
Ida Cox’un yanık sesine ‘Wild Women don’t have the Blues’la eşlik eder. Ida Cox Hawk ve Eldridge için bu “oğlan”lar büyük üstatlar diyecektir.
Ekranlarda da rahattır Hawk. Shepard Traube’ın yönettiği, hafif tuhafça giden “After Hours” adlı programda Eldridge ve Carol Stevens’lı kalabalık bir ekiple hayli keyifli bir ‘Just You, Just Me’ çalar. “Route 66” adlı dizide de, Hawk’u yine sessiz haliyle görürüz.
Coleman Hawkins Quartet ve Village Gate
Coleman’ın Tommy Flanagan, Major Holey ve Eddie Locke ile quartet’i 1962 yazında “Village Gate”de çalar ve birçok güzel kayıtlar yaparlar. ‘Good Old Broadway’ albümünde yaramaz bir ‘Smoke Gets in Your Eyes’ bırakır ışıklara. Richard Rodgers’ın ‘No Strings’ müzikalini, ‘The Coleman Hawkins Quartet Play the Jazz Version of No Strings’ ile çevirirler.
“Coleman Hawkins Plays Make Someone Happy from Do Re Mi’de “Wouldn’t it be Loverly”dir Holey’nin bası. ‘Cry Like the Wind’de hafif çapkınca üfler, Hawk: ‘Have I Told You Lately?’ Babe: ‘Nope, just kiss me’
Hawk’un en sevdiği albümlerinden olan ‘Today and Now’da yine eğlenceli zamanlar dolar. Hawk’un kıvrakça kavradığı, vurucu ‘Love Song from Apache’ modern zamanların unuttuğu samimi bir haysiyet mücadelesidir. ‘Quintessence’ müstehzi ama keskin bir selam bırakır geçmişe. Hawk en alaycı ve şımarık haliyle ‘Dont Love Me’ diye mırıldanır.
Aynı ekiple yapılan, bossa nova tarzındaki ‘Desafinado’ türünün en güzel örneklerindendir, mesafelidir. Hemen ardından bu kez gitarist Kenny Burrell ile benzer bir albüm yaparlar. ‘Bluesy Burrell’ çok daha tutkulu bir buluşmadır; Hawk deli ve kararlı bir dansa çağırır, Burrell heyecanla eşlik eder.
1962 Haziran’ında kayalıkları ve yeşiliyle iç gıcıklayan Dinant’da, saksofonun mucidi olan “Adolphe Sax” anısına düzenlenen bir festivale gider. Tenor saksofonu bu kadar güzelleştiren adam tabii en önemli konuklardandır. Bir de kayıt yapar Belçika’da. Saçları biraz daha dökülmüştür ama hala çok şıktır. Birkaç yıl sonra göreceğimiz dağınıklıktan uzaktır.
Village Gate’te çaldıkları zamanlarda “Verve” için canlı bir kayıt da yaparlar. ‘Josh Fit the Battle of Jericho’yla öne çıkan ‘Hawkins! Alive! At the Village Gate’ten sonra Eldridge ve Hodges ile devam edilir. Hodges “Bu adam yaşlandıkça daha da iyi oluyor, hep yeni bir şeyle şaşırtıyor” der.
1962’de ünlü West Coast davulcularından Shelly Manne, Hawk ve Hank Jones ile buluşmak için gelir. ‘Shelly Manne 2 3 4’ ‘Slowly’de ağdalı ve kavrayıcıdır Hawk, “mavi”ye akılırken dinlenir. ‘Me and Some Drums’ta ise bambaşka, keskin, dalgacı, moderndir.
Yıllar süren bir beklemeden sonra nihayet, Bob Thiele’nin prodüktörlüğüyle yapılan ‘Duke Ellington Meets Coleman Hawkins’ buluşması için New York Times 1960’ların en güzel albümlerinden der. Doğulu bir kemandan Latin Amerika motifi ‘The Ricitic’ ve mistik bir acının ve başka diyarların karıştığı, Hawk’un sarmaladığı muazzam bir ‘Solitude’da zarif bir buluşma, yalnızlığın tamamlanışı olur.
1963 Newport Jazz Festival’da Sonny Rollins ile sahne alırlar. Eleştirmenler pek başarılı bulmaz bu birleşmeyi ama Sonny hayran olduğu ve çok etkilendiği adamla birlikte çaldığı için çok mutludur. Birkaç gün sonra stüdyoya giderler ve ‘Sonny Meets Hawk!’u kaydederler. Herhalde kapakta “Modern tenor saksofonun ‘patronu’ ve jazz saksofonun ‘babası’” yazılması Hawk’un çok da hoşuna gitmemiştir. ‘Summertime’da iki farklı tenor, hayli farklı iki insan, farklı yaklaşımların dansıdır; Rollins’in hırçın girişini, Hawk’un zarafeti izler, arabesk bir bas solo son tur için heyecanlandırır. ‘Just Friends’te tonal farklılıklar daha çok gözer çarpar. Hawk’un kocaman yumuşak tonuna karşın, Rollins daha sert gelir. John Chilton aynı anda ama başka şeyler konuşan “Harold Pinter” karakterlerine benzetir ortamı (Chilton bu festivalin ilk günlerinde Hawk’un artık yaptığı şeylerden sıkılmaya başladığını söyler).
1963’te karısı ve çocuklarıyla oturduğu evden taşınır ve 372 Central Park West’te geniş bir apartman dairesinde yalnız yaşamaya başlar. Yeni evinde yakın arkadaşları için bol bol müzik geceleri yapar. O dönem birlikte çaldığı piyanist Roland Hanna sabahlara kadar müzik konuştuklarını anlatır. İnanılmaz bir plak koleksiyonu ve raflar dolusu müzik kitapları vardır. Klasik müzik sevgisi ve ilgisiyle hayran bırakır. Hanna “Bach’ın çello sonatlarını mest olarak dinlerdi, Ama Bartok’u da iyi bilirdi; muazzam bir müzik zevki vardı. Eşsiz bir müzisyendi” diye anlatır. Opera’da Verdi, Wagner, Puccini arşivi göz kamaştırıcıdır. Bach, Brahms, Debussy en çok dinlediklerindendir. Başka bir hayranı, tenor saksofoncu Zoot Sims de Hawk’un sıkı ziyaretçilerindendir. Dan Morgenstern o dönemlerde Hawk’un yanında pek yaşlı insan istemediğini anlatır.
Ömrü boyunca hep çok çalışmış ve neredeyse hiç iş bulamama sorunu yaşamamıştır. Ama 1964 yılında, fiyatını da düşürmeyi asla kabul etmediğinden, işler azalmaya başlar. Kendi adıyla hiç kaydı da olmaz bu yıl. Orchestra USA ile ‘Jazz Journey Orchestra U.S.A.’ adıyla, Benny Golson’ın ‘Portrait of Coleman Hawkins’i ve Arif Mardin’in ‘Duke Bey’inin olduğu kayıtlar yapar.
Ekim’de Almanya, İskandinavya, Fransa ve İngiltere’yi içeren bir JATP ile biraz nefes alır. Londra’da, Wembley Town Hall’da, kurumaya yüz tutan renklerin arasında buruk bir ‘September Song’ söyler.
Metropole’da çaldığı zamanlarda Roy Eldridge’in tanıştırdığı, İsviçre’den gelmiş Heidi ile hemen kaynaşmış, yakın arkadaş olmuşlardır. Sonradan romantik bir ilişkiye dönen bu yakınlık Hawk için en takıntılı olduğu konu olan yaş sorunuyla yer yer yıpratıcı hale gelir. Artık 60’ına yaklaşmaktadır ve kendisinden yirmi yaş küçük bir kadının kendisini gerçekten sevebileceğinden şüphe eder. Anlatılanlara göre Heidi herhangi bir adama en ufak bir yakınlık gösterse, Hawk kıskançlık krizlerine girer, ortalıkta hırçın haller sergilerler. Hep sakinliğiyle bilinen, derdini, acısını ortaya dökmeyen bir adamın böyle davranması da tuhaftır. Hawk daha da yalnızlaşacaktır.
Village Gate’deki orjinal quartet’ten sadece, sık sık şoförlüğünü de yaptırdığı, yakın arkadaşı Eddie Locke kalmıştır. 1965’te kaydedilen ‘Wrapped Tight’ta Hawk’un sesi ağırlaşmış, tonu kalınlaşmıştır. ‘Intermezzo’da yorgundur. Yine de, hala ‘Beautiful Girl’e söylenen ‘And I Still Love You’ oradadır.
Hemen sonra, ama Earl Hines ile yıllar sonra, ‘Live in New York 1965 at the Village Vanguard’da buluşurlar, ‘Rosetta’nın gizemleriyle dalga geçerler ama ‘Just One More Chance’ de isterler (Karl Genus’un yönettiği televizyon programında izlenebilir. Down Beat’te Hawk için zarafetin efendisi denir, bir yıl sonra sahnede görenler ise çok şaşıracaktır).
Aynı mekanda bir gece de Roy Eldridge ile ‘Grand Reunion’ yaparlar. Eleştirmenlerin çoğu Hawk’un en kötü performanslarından olduğunu anlatır. İki hafta sonraki Carnegie Hall gecesi de pek parlak değildir. Kötü performanslar uzun zaman sonra orkestrayla çaldığı ‘Hawk and the Hunter’da da devam eder. Oysa en sevdiklerinden Schumann’dan ‘Träumerei’, Brahms’tan ‘Lullaby’ söylemektedir.
1966’da, Lincoln Center’da, Tenor Titans adlı şaşaalı etkinlikte Coltrane, Zoot Simz, Sonny Rollins ile sahne alır. Hawk ilk defa görünüşüne dikkat etmemeye başlamıştır, çok zayıflamış, kırlaşan sakallarını uzatmış, kıyafetlerine özenmemiştir.
Şubat’ta “Village Vanguard”da çalmaya başlar. Monk da oradadır. Eddie Locke’ın anlattığına göre Monk, Hawk’un yanında çok farklıdır, dingindir ve de kolay kolay saçmalamaz. Monk, Village Vanguard’ın farklı odalarında çalarken, yaramaz gülüşüyle, minik melodilerle ilgisini çekmeye çalışır eski dostunun. Hawk tatlıca gülümser güzel ve tuhaf bakışlı adama.
Norman Granz 1966’da Hawkins, Benny Carter, Dizzy Gillespie, Zoot Sims ve Teddy Wilson’ın da olduğu bir Avrupa turnesi düzenler. Granz, “Londra Festival Hall”da Hawk’u şöyle çağırır: “25 yıl önce JATP’ye başlarken tenor saksofonun kralıydı, hala kralı; karşınızda muhteşem Coleman Hawkins” Hawk ağır bakışlarıyla ama güçlü sesiyle ‘Lover Come Back to Me’ diye fısıldar. İngiltere çok özlemiştir onu, inanılmaz övgüler alır. Ama onların da son gördüğü hali gibi değildir; zayıflamıştır, gri sakalları uzamıştır. Dahası, yorgun bakmaktadır. Birkaç yıl önceki o güçlü adam değildir. Çok içmeye devam etmektedir ve artık eskisi gibi -deli gibi- yememektedir, yiyememektedir. Oysa Lester Young’a vaktiyle dediği gibi “eğer içeceksen, yiyeceksin de, kural budur”, ama işte yiyememektedir.
Haziran 1967’de Kaliforniya’da bir konserde kötüleşir, ayakta kalmakta zorlanır. Ralph Gleason New York Post’ta, Hawk’un çok hasta olduğunu bir daha çalamayabileceğini yazdıktan sonra sevdikleri ayaklanır. Pannonica Rothschild Down Beat’e bir mektup gönderir: “Sayın Gleason, siz hiç Coleman Hawkins’in kahkakasını duyma şerefine nail olabildiniz mi?” diye başlar “O her zaman olduğu gibi, bugün de bir dev” diye dostunu iyi göstermek ister. Yazıyı gören eski arkadaşı Renee ve kocası Leslie Diamond hemen mektup yazarlar. Coleman hiç hasta olmadığını ve adamın saçmaladığını söyler. Söylentiler pek de öyle değildir.
Hawk’a çok talep olmadığı bu zamanlarda kadim hayranlarından ve dostlarından Norman Granz onu hiç yalnız bırakmaz ve 1967’nin Kasım’ında Avrupa’ya JATP turnesine götürür. Londra yine güzel karşılar onu. Tur bittikten sonra da “Ronnie Scott’s”da yaklaşık bir ay çalar. Bir anda yine eski günlere dönmüştür sanki. Chilton, Melody Maker’a, o gecelerden birini şöyle anlatır: “Dünya üzerindeki hiçbir tenor saksofoncu, sahnedeki o yaşlı adamın bu gece çaldığı gibi çalamaz!”
1968’in ilk aylarında Reading University’ye Ben Webster’la verecekleri konsere giderken hastalanır, doktor zatürre olduğunu söyler. İstirahat etmesi gerekir, ama kimseyi dinlemez. Bir ay sonra Kopenhag’a konsere gider. Zaman zaman daha iyi hisseder, hatta genç müzisyenleri şaşırtır yine. Niels-Henning Orsted Pedersen ve Kenny Drew’la kayıtlar yaparlar; ‘Sweet Georgia Brown’ onun bize son hediyelerindendir.
Ocak 1969’da annesini, 96 yaşında, kaybeder. Hawk babasının göremediği bir yaştadır artık (Babası William 64 yaşında intihar etmiştir). Herkese iyi olduğunu söyler ama yememesi, içkiyi azaltmaması gizli bir kaçış arzusunu da barındırmaktadır sanki. Bu dönemdeki en yakın arkadaşları Monk, Nica, Barry Harris, Eddie Locke ve Roland Hanna’dır.
Onu asla yalnız bırakmayan dostlarından biri de Dan Morgerstern’dir. Chicago’ya bir televizyon programı çekimi için çağırır. Hawk idare etmeye çalışır ama dönüşte daha da kötüleşir.
Barry Harris artık endişelenmeye başlar ve sürekli yanında kalmaya çalışır. Bir zaman sonra Hawk’un hareket edecek hali bile kalmaz ve sonunda hastaneye yatırırlar. Teşhis yine zatürredir, çok güçsüzdür. 19 Mayıs 1969’da güzel gözlerini kapayıp göçüp gitmeden, azıcık güç bulduğu bir an Harris’e, “İyileştiğimde biraz pratik yapacağım” der.

Coleman Hawkins (Photo: internet/unknown)
Hawk’un gündeliği ve pek de bilinmeyenleri
- Hep çok sağlam içki içer, kolay kolay sarhoş olmaz. Ama çok sevdiği şampanyada üçüncü kadehte sarhoştur. Kimselere bir şey ısmarlamaz, ısmarlatır. Bir akşam Dan Morgenstern’e içki ısmarladığında olay olur.
- Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Şili’yi kapsayan bir turda Jo Jones Hawk’un bitkilere takıntılı olduğunu anlatır. Bitkilerine cin vermeyi pek sever!
- Bir şeyler toplamak hep hoşuna gitmiştir; pul koleksiyonu, kameralar, araba maketleri, elektrikli trenler…
- Çılgın bir iştahı vardır; bir oturuşta sekiz yumurta yiyebilir.
- Major Holley iyi bir aşçı olduğunu, “Avrupa”lı yemekler yaptığını ve masaya da çok önem verdiğini anlatır.
- Piyanoda çok iyidir, evindeki toplanmalarda genelde klasik müzik çalar ve keyfi yerindeyse piyanonun başına geçer.
- Tam bir audiophile’dir, çok pahalı ses sistemleri ve harika bir plak arşivi vardır.
- Bir aristokrat gibi giyinir, kadınlar onunla sohbet etmekten keyif alır, nüktedan ve hazırcevap bir adamdır.
- Klasik bir arya ya da piyano solosu dinlerken gözlerinin ıslanması pek nadir değildir.
- Henderson zamanlarından bu yana eşek şakaları yapmayı pek sever. Roy Eldridge ile Red Allen’ı birbirine düşürüp deli gibi eğlenir, eğlendirir.
- İngiltere’de yaşadığı bir dönem detektif romanlarına takar, iki haftada 12 tane bitirdiğini yazar Renee’ye.
- Kendini beğenmiş bir adam değildir ama bir gün Bob Thiele’ye “İş akorlarla iş yapmaya gelince benimle yarışabilecek yaşayan bir müzisyen yok” der.
- Paris onda özel kalmıştır, salonunun ortasında kocaman bir Paris haritası asılıdır.
- 1935’te bir zaman memleketini çok özler, Renee’ye “Sen olmasan çoktan geri dönmüştüm sanırım” der.
- Politik olarak hiç aktivist olmamıştır. Sadece müziğiyle ilgilenmeyi seçmiştir…
- “Eğer hatalar yapmıyorsan, gerçekten denemiyorsundur ki çocuk!”
Hawk saksofona fısıldatır; “Korkma, yanındayım. ‘I’ll Never be Same’ çalacağım sana. Haklı, mağaranın dışına çıkınca, gözlerin tabii acıyacak güneşten, yalnız kalacaksın; ama artık -istesen de- eskisi gibi mağara gölgelerine sığınamazsın. Önce canın yanacak, çok yanacak, uzunca yanacak ama dayan biraz, sonra güneş içine doğacak usulca. Sonra anlatmak, paylaşmak isteyeceksin hakikatin serinliğini; ‘La Rosita’ gelecek o zaman”.
“Hatalar yaptın, yanlış dinledin şarkıları zaman zaman. Yanlış ‘karşılaşma’ların şarkılarıydı onlar. Umursama artık. Güzel karşılaşmalarda, daha güzel şarkılar dinleyeceğiz, sonra da eski şarkıları gülerek dinleyeceğiz, umut yeniden dönecek bize”.
Öyle yalnız kalacaktım ki senle tanışmasak, yakınlaşmasak, öyle eksik kalacaktım. Koyu gri acıların kocamanlığını çirkin yaşayacaktım belki, “Smoke gets in your eyes” demesen, ağlayacaktım.
Politik olmamana bozulmuştum, hala da biraz kırgınım. Ama politik olmanın tek bir yöntemi yok belki de. Çevrendeki o kadar bilmişliğe rağmen, sen hep kibar bir adam kaldın, gençlere iyi davrandın, yardımcıydın, üstten konuşmadın; yargılamadın, sevmediklerini yanında tutmadın, sevdiklerini herkesle bir tutmadın.
O ağır, dingin, kocaman tonunu seviyorum. Çocuk gülüşünü, büyüsen de büyümeyen gülüşünü seviyorum. Mesafeni, sessizliğini seviyorum. Mesafelerdeki samimiyetini seviyorum. 60’ına girerken rahat “aile” evini terk edebilmeni, bu cesareti ve sahiciliği gösterebilmeni, kimselere yük olmadan hastalığını taşımanı, sevdiklerini yormama çabanı seviyorum. Belki güzel bir “son aşk” yaşayacakken kıskançlık krizlerini neden kontrol edemediğini merak ediyorum, kolaycılığa kaçmamanı seviyorum.
Elbette çok soracaklarım var, ama geleceğe saklıyorum. Sadece, şimdilik, kimselerin bilmediği tatlı ve tembel ‘Lazy Butterfly’ı kime yazmıştın? Yıllar sonra şarkıyı dinletirken yeniden ‘seni çok özledim sevgilim’ diyecek miydin?
Güven vermeye devam et. Minicik mağaralarımda, kötülerin kazanmadığı bir zaman inancımı taşımama yardım et. Herkeslerin birbirini korkak ve ucuz “sevgilere” boğduğu dünyalardan kurtulma ihtimalimiz olmaya devam et. Mitokondri olma hayalimi devam ettirmeme yardım et.
Hüzün sana en yakışandır sanırdım, hüznün neşeye dönüşü sana en yakışandır, anladım.
* John Chilton’ın “The Song of the Hawk” kitabı Coleman Hawkins hakkında yazılan ilk ve -halen- tek detaylı biyografi kitabıdır.