BİZİM JAZZ’CILAR
Jazz piyanisti ve bestecisi Ercüment Orkut, 1984 yılında İstanbul’da doğdu. Müziğe çok küçük yaşlarda eve alınan bir piyano sayesinde başladı. 1993 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı piyano bölümüne girdi. Okulda, tuşesini bozacağı için jazz müziği çalması yasaktı. Ancak Ercüment Orkut, bu tutkusunun peşinden gitti ve lise döneminde jazz macerası başladı. Öyle ki bu tutku okulu bırakmasına kadar gitti…
Ercüment Orkut’un ilk albümü Low Profile çıkalı yaklaşık iki yıl oldu. Bu albüm şu anda kapanan Cafe Mitanni’de doğmuş bir albüm. Albümde Alper Yılmaz, Volkan Öktem ve Sarp Maden ile birlikte çaldılar. Orkut’un eski besteleri olduğu gibi bu albüm için yazdığı besteler de var. Akustik piyanolu olmasına rağmen, oldukça elektrikli; enerjik bir albüm. NTV Radyo’daki ‘Bizim Cazcılar’ programıma katılan Ercüment Orkut, bu albümdeki birçok parçayı çaldı. Dilerseniz, söyleşiye eşlik etmesi için sizin için seçtiğimiz bu parçalardan birini dinleyebilirsiniz, keyifli olacaktır.
Şimdi Ercüment Orkut’un jazz yolculuğuna çıkalım…
Müzisyenlik, Kumar Oynamak Gibiydi, Ben Kazandım!
Müziğe nasıl başladığımı hatırlamayacak kadar küçük yaşta başladım. 29 yıldır piyano çalıyorum. 32 yaşındayım. 3 yaşında fotoğraflarım var hatırlamadığım zamanlardan, enstrüman başında. Bizim eve ben daha doğmadan önce alınmış bir piyano sayesinde oluyor bu.
Ağabeyim de müzisyen, pop müzik ile ilgileniyor. O zaman klasik müzik çalışıyordu ve ben de onu izlediğimi hatırlıyorum. Kucağına tırmanıp piyano çalıyordum. Ailede müzikle uğraşan bir de kuzenim vardı. Evine gidince başında dururdum. Ama bu söylediklerim, fotoğraflardan görüp “A, böyleydi galiba” dediklerim. Çünkü 3 yaşlarımdan bahsediyorum.
Sonra kısa süre Önder Bali’nin kursuna gidiyorum. Sanırım 8 yaşında filanım. Orada Mehmet diye, ne yazık ki soyadını hatırlamadığım bir hocam var. O, aileme “Mutlaka konservatuara yönlendirin” önerisinde bulunuyor ne mutlu ki. Ve ben 9 yaşında 5. sınıfa geçerken şimdiki adıyla Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi piyano bölümüne yarı zamanlı girmeye hak kazanıyorum. İlkokul 5’te klasik piyanoyu yarı zamanlı okuduktan sonra ailem “Bunu tam zamanlı yapmak ister misin?” diye sordu. Birçok insan için kumar olan bir şey bu aslında. Çünkü o yaştaki bilinç lise yıllarına geldiğinizde çok başka bir hal alabiliyor.
Hep söylüyorum. Ben o kumarı kazananlardanım. Doğru bir karar olmuş. Ortaokul birinci sınıfta tam zamanlı olarak Mimar Sinan’daki eğitime başladım. Bu tamamen klasik müzik üzerineydi. Sonra kendimi biraz müzik yazarken, çocuksu ezgiler yazarken falan bulunca solfej hocam İpek Sonakın, beni kompozisyon bölümüne yönlendirdi. Lisede kompozisyon bölümüne girdim. İki bölüm sürdürdüm liseyi. Üniversiteye de öyle girdim. Fakat işte lise zamanı jazz maceram başlıyor.
“Gece, Piyanonun İçine Havlu Koyup Çalıştım”
Hayatım, camiadaki çoğu kişinin hayatına pek benzemiyor. Yani metal müzik, rock müzik falan pek dinlemedim. Bir şey dinlemeye vaktim yoktu açıkçası. 9 – 10 yaşlarındayken, tam ortaokul 1. sınıf tam zamanlıyı kazandığımda babamı maalesef kaybettik. Çılgın Türkler diye bir Turgut Özakman kitabı vardır. Turgut Özakman, baba tarafından akrabam. Oradaki başlıca kaynaklardaki birinci isim babamın babası. Atatürk’ün savaş zamanındaki telsizcisi dedem. Fakat babam, hatırladığım kadarıyla çok güzel sese sahip, şarkıcı olmak için doğmuş bir insan. Fakat asker çocuğu olduğu için, -hele ki böyle bir askerin çocuğu olduğu için- sürekli inzibat sahneden indiriyor babamı. Babamın Şevket Uğurluer ve Yurdaer Doğulu ile sahneye çıkmışlığı var. Fakat ailesi, “Asker çocuğu şarkı mı söylermiş” diye bu mesleği yapmasına izin vermiyor. Babam da bunun üzerine, muhtemelen, yetenekleri varsa çocuklarımda hayalim gerçekleşsin diye bizi yönlendiriyor. Müzik alanında değil ama ailede en profesyonel sanatçı annemin babası. Tiyatro ve sinema oyuncusu Kenan Büke. Bizim jenerasyon Perihan Abla’daki Fahri dayı olarak hatırlar.
Fakat işin rock dinlememe kısmında gelince, babamı kaybettiğimizde 13 yaşımdan itibaren iş hayatına atılmak durumunda kaldım. Hem ders veriyordum, hem Bakırköy’de bir mekanda haftada 4 – 5 gün piyano çalıyordum. Bir yandan da iki bölüm okuyordum. Okulda ders programı bana göre düzenleniyordu. İki bölüm birden okumak gerçekten çok büyük bir iş…
Keza ön lisansta artık bıraktım. Gece oturuyordum piyanonun başına. İçine havlular koyuyor, ses çıkmadan çalışmaya çalışıyordum. Sabaha kadar piyano çalışıyordum. Sonra kalkıp kompozisyon ödevlerimi yapıp okula gidiyordum. Okuldan çıkıp ders vermeye gidiyordum falan…Yani pek bir şey dinlemeye vaktim olmuyordu açıkçası. Hiç mi rock dinlemedim, daha çok senfonik rock derler işte Queen dinledim. TOTO dinledim.

Ercüment Orkut (Photo: Sedal Antay)
“Okulda Jazz Yasaktı Ve Ben Sadece Onunla İlgileniyordum”
Konservatuarda tam zamanlı okuduğunuz için başka yerden arkadaş çevresi edinecek vaktiniz olmaz. Herkes zaten disiplinli çalışma derdinde olur. Zaten herkes müzisyen. Yani çevremdeki herkes müzisyen ve bu çok normal bir şeydir. Biz on bir piyanistiz. On çellocu, üç kemancı diyelim. Hani bütün sınıf öyle zaten. Etkileyici ya da dikkat çekici olmaya başladığım zamanlar, kimsenin yapmadığı, aslında okulda yasak olan jazz ile ilgilenmemle başlıyor.
İnsanın bilinci lise döneminde oturmaya başlıyor. Ben okul hayatına iki yıl erken başladım. Çalmaya başlamadan çok önce, daha ortaokul zamanı, dinleyip de hoşuma giden, jazz’a temas eden ilk müzik Spyro Gyra’dır. Hep söylerim böyle bir çocuğu jazz ile ilgili zehirlemek için, sıcak yüzlü, kolay anlaşılır, easy listening denilen, doğru parçaları seçmek kaydıyla Spyro Gyro iyi bir zerktir. İlk oydu. Şu anda hayatıma Amerika’da bir süre olmama kadar yön veren Yellowjackets grubuyla bu müziği yapmak istediğimi farkettim. Hatta o zamanlar, şu anda çok hasret kaldığım internetin olmadığı zamanlardaki müzik dinleme konsantrasyonunu Yellowjackets ile yaşadım. Üç öğrencimden arttırdığım parayla Yellowjackets CD’si alıp, elli kere dinleyip, sayfalarına bakıp, şimdiki gibi bir saniyede tüketmeden, “Ben bu müziği çalmaya çalışsam mı ne yapsam?” dediğim müziktir.
Ama gerçekten çalmaya başlamam, Tolga Bedir sayesindedir. Lise yıllarında, aşırı klasik müzik disiplini olduğu için jazz çalmamız yasaktı.
Ciddi anlamda yasaktı ama.
Hani disipline falan giderdiniz. Gerekçeler, tuşemizin bozulacağı, konsantrasyonumuzun dağılacağıydı. Ama her yasak gibi bu da cazip gelmeye başladı.
Gizlice bir şeyler çalıp dinlerken, hatta hocalarıma Yellowjackets dinletmeye çalışırken Tolga sınıfa girdi. Tolga, okulda dinlediğim bir şeyi duyup kapıyı açtı ve “Sen ne dinliyorsun?” dedi.
Yani daha doğrusu şöyle gerçekleşti; ne dinliyorsun sen, işte Yellowjackets dinliyorum, hemen bana gelmen lazım dedi. Ve Tolga’nın evi çok yakındı. Oraya gidip jam – session’lar falan yaptığımız, beraber çaldığımız bir evdi. Bütün aslında çalma, performans macerası Tolga’nın evinde başladı ben lisedeyken.
“Jazz Sevdam Okulu Bırakmama Neden Oldu”
Jazz aşkı, piyano bölümünü bırakmama kadar gitti. Bu çok güzel bir şey. Gerçek anlamda konser piyanisti yetiştirilmeye çalışılıyor o bölümde. Sonuçta her sene 10 – 11 piyanist mezun veren, Türkiye’nin en ciddi konservatuarlarından birinden bahsediyorum. Bu 10 – 11 piyanistten belki biri gerçek anlamda bir şey yapacak bu hayatta. Ya da o bile yapmayacak.
Orkestrada kemancıysanız mesela, hayatınızı sürdürme şansınız var. Örneğin, bir orkestrada kırk keman var. Piyanistin öyle bir şansı yok. Bir orkestrada bir piyanist var.
Türkiye’de zaten kaç orkestra var? O yüzden solist olmanız için hayatınızdan vazgeçmeniz gerekiyor. Bu manada gerçekten bu işi yapabilecek öğrencilere çok yükleniyorlar. Piyano bölümünü bırakmaya karar verdiğimde bana söylenen şeyi söylüyorum; “Bu okulda, bu jenerasyonda en çok güvendiğimiz iki kişiden biri sensin diye sana bu kadar yükleniyoruz”.
Ama bende şalter atmıştı.
Ne kadar çalışırsam çalışayım “Olmuyor”, “Daha iyi olabilir, olmuyor, daha iyi olabilir” yüklenmeleriyle karşılaşıyordum. Bir de işte “Jazz çalıyorsun. Bak işte o yüzden tuşen bozuluyor” filan. Bir gün basbayağı derste “Öyle mi, yapamıyor muyum, olmuyor mu, peki” diye dilekçe yazıp kaydımı sildirdim. Okul birbirine girdi. Çünkü 10 senedir oradayım. Beni daha 50 santim boyum varken almış bir yer orası. Ailem gibi bütün hocalar.
Jazz müziği çok büyük disiplin isteyen bir şey. Ama klasik müziğe göre çok çok daha özgür bir alan. Müzik yazmak bir tutku. Müzik yazan bir insanın gerçek zamanlı olarak milisaniyelerle yarışarak müzik yazdığı bir durum yani. Klasik müzikte bir notayı bile değiştirmek, hatta bir nüansı bile değiştirmek kabul gören bir şey değil. Bu nedenle bütün bu düşüncelerim birleşince bu kararı verdim. Sonradan bu kararı verdiğim için piyano hocam beni tebrik etti. “Çok doğru bir karar vermişsin” dedi ve çok iyi bir şeydi bunu duymak benim için.

Ercüment Orkut (p), Alper Yılmaz (b), Volkan Öktem (d) (Photo: Sedal Antay)
“Dizi Müzikleri Yaparken, Şarkı Da Söylediğim Oluyor”
Yaklaşık 6 yıldır Cem Tuncer ile dizi müziği yapıyorum. Zaman zaman yaptığımız müziklerde insan sesine gereksinim oluyor. Hatta bazen, icracı olarak çağırdığımız bir vokaliste anlatana kadar insanın bir şeyi kendisinin yapması daha kolay olabiliyor. Ses rengimi sevmiyor değilim açıkçası ama çok kötü bir şarkıcıyım tabii ki. Eğitimim yok bir şeyim yok, sadece işimi görsün diye söylüyorum.
“Sahnede Bir Daha Şarkı Söylemem”
Elime tarak alıp ayna karşısında şarkı söylemişliğim yok. Sahnede söylemişliğim var. O da kötü gitti. 3 yıl kadar Harun Kolçak ile çalıştım. Dönem dönem pop çalmışlığım da var. Dört kişilik bir ekip, müzik merkezli bir şey çalıyorduk. Tolga Bedir davuldaydı. Eren Gümrükçüoğlu gitar çalıyordu. Harun ağabey de bas çalıp şarkı söylüyordu. Ben vokal yapıyordum o sırada. Sonra bir gün “Sana şarkı söyleteceğim” deyip duruyordu. Ercüment Vural’ın Rüyalar adlı parçasını söyledim sahnede. Ama onu da yanlış tondan çaldık. Böyle rezalet bir performans oldu. Bir daha da sahnede şarkı söylemedim.
“Beste Yapmak Duygusal Yoğunluk Gerektiriyor”
Beste yapmak herkes için farklı cereyan ediyor. Ben de müzik yazmanın başlangıcı, duygusal yoğunluk çerçevesinde gerçekleşiyor. Ya bir olay, ya geçmişten gelen bir his… Ve bunun beraberinde enstrüman bağımsız bir melodi oluyor. Bu süreç, bu konsantrasyon ve yoğunluk olduktan sonrası biraz daha benim kontrolüme geçebiliyor. Çünkü kompozisyon eğitimi aldım. Beste yapmak, filmlerdeki gibi Beethoven oturdu kayaların üzerine ve şimşek çaktı o şimşekten ilham aldı filan… Öyle bir şey değil. Mimarlık gibi bir şey. Oturup çalışmak gerekiyor. Bu işin bir sürü tekniği var. Ama açıklanamayan duygusal bir tarafı da var. Bazen hakikatten ben de dönüp baktığım zaman yazdığım bir şeye “Nereden gelmiş aklıma bu melodi?” diyebiliyorum. O açıklanamaz baharatı var. O çok güzel bir şey, ne mutlu ki var. Ama çoğu zaman başlaması ve mesela bu albümdeki “Acceptance” baştan sona bir oturuşta yazılmıştır. Geldiğini hissedip oturup yazdım. Ama mesela “Ark” ta bir Aydın Esen konserinde sonra eve gittiğimde hissedip oturup yazdığım bir şeydir. İşin bilimsel tarafı; muhtemelen beynimiz birçok şeyi depoluyor. Ve duygusal konsantrasyon geldiğinde birçok malzemeyi çağırıp, birleştirebiliyor.