Özellikle İskandinav jazz’ı ve ACT adlı firmayı yakından izleyen her müziksever Nils Landgren ismini tanır. O, İsveç’in yetiştirdiği en önemli müzisyenlerden biri. Yaptığı müzikleri tek bir kategori içine sığdırmak olası değil. Evet önce bir kompozitör, trombon ustası ve şarkıcı. Ama, özellikle gençlik döneminde bir oyuncu ve dansçı da. Profesyonel kariyeri kırk yıla ulaşmış durumda. Gençliğinden itibaren yaptığı müzik ve albümler ele alındığında, son dönemlerinde jazz ve funk odak olsa da pop’tan rock’a, R&B’dan soul ve hip-hop’a kadar uzanan geniş bir müzikal mecra içinde üretim yapmış bir sanatçı. Landgren’in en önemli tutkularından biri de duo ve trio projeler. Bunlar bazen içli, romantik ballad’larla bezeli olurken, özel durumlarda deneysel arayışlarıyla da dinleyicilerini şaşırtabilen bir müzik insanı.
Bu müzisyen, 2016’nın şubat ayında altmışıncı yaş gününe ulaştı. Onun dinleyicilerinin tabii ki bir beklentisi vardı. Ve müzisyen, inanılmaz şaşırtıcı ve etkili bir albümle birkaç ay önce karşımıza çıktı. Yalnız veya kendi grubuyla yaptığı bir albüm değildi bu. ACT’nin sahibi Siggy Loch’un önerisine hayır demesi mümkün olmamıştı. Popüler müziğin sofistike bir mecraya kaymasında, özellikle bestelediği müzikallerle dünya çapında şöhrete ulaşmış olan Leonard Bernstein’a bir saygı albümüydü bu. Yani, bestecinin ünlü müzikallerinden bir seçmeler albümü tasarlanmıştı. Landgren, tasarımı hayata geçirmek için ABD’de mesailer yaptı. Ve farklı görüşmelerin ardından özellikle iki ismi ikna etti. Bunlardan biri, jazz ile popüler müziğin kesişme alanlarında, 1970’ler ve 80’lerin en önemli gruplarından biri olan The Manhattan Transfer’in vokalistlerinden biri olan Janis Siegel’di. Sayısı 10’u aşan, kendi adına çıkmış albümleriyle de bilinen Janis Siegel, yeni projenin konuklarından biriydi. İkinci sanatçıysa, jazz ve pop’tan flamenkoya uzanan müzikal birikimiyle dünyanın en önemli aranjörlerinden biri kabul edilen Vince Mendoza’ydı. Sanatçı yalnız yaptığı yeni Bernstein düzenlemeleriyle katılmadı bu albüme. Aynı zamanda, ”Some Other Time” adı verilecek albümün içine girmekle kalmadı, bir orkestrası da diyebileceğimiz Bochumer Symphoniker’in de kondüktörlüğünü yapacaktı Mendoza.
Bu iki müzisyen ve bir orkestranın yanında, Landgren, bir de Avrupa’nın önemli jazz’cılarından oluşan bir dörtlü oluşturmuştu. Jan Lundgren piyano, Dieter Ilg bas ve Wolfgang Haffner ekipte davul çalıyordu. Bu müzisyenler, hem dörtlünün, hem de topyekün albümün ritim seksiyonunu temsil ediyorlardı. Landgren’in, geçmişte birlikte müzik yaptıkları sanatçılardı.
Bu sürece koşut olarak tasarlanan bir başka önemli nokta, Bernstein’in müzikallerinden parçalar seçmekti. Ekip, ünlü bestecinin dört müzikalinden albüm için on iki parça seçti. Kaçınılmaz olarak bu parçaların yarısı, yani altı tanesi antikalaşmış yapıtı “West Side Story”den (1957) alınmış. Geri kalan parçalarsa, ünlü bestecinin “On The Town” (1944) “Wonderful Town” (1952) ve “Mass” (1971) adlı müzikallerinden örneklerdi. Bernstein’in müziği, içinde inanılmaz bir çeşitliliği barındırdı hep. Klasik müzik, jazz ve geleneksel Amerikan müziğinin birçok kaynağının kesişme noktalarından ortaya çıkan popüler bir sound’du. Şarkıların içine yer yer Latin ezgileri de yediriyordu. Besteci ortaya son derece enteresan bir kaynaşım sound’u çıkarmıştı. Bu alanda, Gershwin’den sonra gelen en önemli besteci konumundaydı. Eğitimini Harvard Üniversitesi’nde yapan Bernstein, çok genç yaşta New York Filarmoni Orkestrası’nın asistan kondüktörü olmuştu. Kısa zaman sonraysa, bu orkestranın müzik direktörüydü. Klasik müziğin birçok önemli senfonisinin plak kaydına dönüşmesi sürecinde orkestraların kondüktörü olarak yer aldı ve profesörlüğe kadar uzanan kariyeriyle uzun yıllar bir akademisyen olarak çalıştı.
Ancak, Bernstein’i tüm dünya yazdığı müzikallerle tanıdı. Özellikle “West Side Story” (1957) müzikal olarak sahnelenip popülerleşirken, 1961’de filme uyarlanıp Bernstein’i dünyanın en popüler bestecilerinden biri yaptı. Gerçi, sanatçının ilk majör müzikali “On The Town”dı. Bu müzikal 1949’da filme dönmüştü. Film için de müzikler yazmış olan Bernstein “West Side Story”de görece bir toplumcu duyarlılığı da yansıtıyordu. ABD’daki azınlık ve yoksul Porto Rikolu gençlerle, yine “tutunamayan” Amerikalı diğer gençlerden oluşan iki çetenin çatışmaları içinde beliren bir aşk hikayesi işleniyordu. Etkili bir politik duyarlılığı içeriyordu “West Side Story”. Alt sınıfların acı veren çatışmalarıydı konu edilen. Bu müzikal, film olduktan sonra, ardından gelecek gençlik, muhalefet hareketlerinin de sembollerinden biri oldu. Tabii ki öne çıkan aşktı. Ama şarkılarda, o oranda da bir dram işlenmekteydi. Bir kentli, çağdaş Romeo ve Juliet’ti işlenen. Tüm dünya da bu film ve müziği hayatlarının minik de olsa bir parçası kıldı. West Side Story’nin başta “Maria” olmak üzere birçok şarkısı pop, jazz ve rock şarkıcı ve grupları tarafından sıkça yorumlanıp plak oldu. Bernstein, bu müzikalle efsaneleşse de; eğitmenliği, piyanistliği ve kondüktör kimliğiyle de müzik serüvenini düzeyini düşürmeden sürdürdü. Ta ki, 1990’daki ölümüne kadar.
Landgren’in özel bir sevgisi olduğunu da vurguladığı Bernstein’la kurduğu en önemli köprülerden biri, müzik ufkundaki zenginlik olsa gerek. Landgren klasik müzik ve trombon eğitiminden gelse de, onun müzik vizyonunda bir kaynaşım müziğinden çok, müzikal çeşitliliği denemesi, çok farklı janrlar içinde gezinip, birbirine hiç benzemeyen projelerde yer alır. Bunda, Landgren’in en başta bir müzisyen besteci olmasının payı vardır. Sanatçı, başta andığımız gibi bir müzikal – türsel çeşitliliğin içinde gezinse de, apayrı janrlar arasında sınırlara fazla önem vermeyen bir müzisyen durumundadır. Bir projede ilginç bir fusion deneyimi yaşarken, bir başka çalışmada klasik kaynaklara sıkı sıkıya bağlı bir tutumu yansıtabilmektedir. Pop ve folk’tan funk ve deneysel jazz’a kadar uzanan, içinde birçok müzik türünü de kapsayan albüm ve projelere imza atmıştır. Solo ve grup projelerinden oluşan albümlerinin yanında, farklı müzisyenlerle yaptığı ortak çalışmalarla da fazlasıyla dikkat çeker.

Some Other Time Ensemble (Photo: ACT / Lutz Voigtländer)
1972- 78 yılları arasından trombon odaklı bir eğitimi müzik kolejinde tamamladıktan sonra Arvita Üniversitesi’nde eğitimini sürdüren Landgren İsveçli folk – jazz müziğinin öncülerinden Beng- Arta Vallin’le müzik ufkunu çeşitlendirmeye başlar. Aynı zaman dilimlerinde, yine bir tromboncu olan Eje Thella ile karşılaşmış ve kendi klasik müzik birikiminden doğaçlamacılığa doğru kaymaya başlamıştır. Kendi sound’u ve müzik tavrı bu yenilikçi arayışları içinde barındırır. Stockholm’e yerleşmesiyle birlikteyse, kendi müziğini de icraya yönelir. Ancak bu icra içinde çok farklı çeşitlilik dikkat çeker. Pop müzik arenasında yoğunlaşıp ilginç grup projeleri oluşturmaya başlayan ve isim yapan Landgren, 1981’de henüz yirmibeş yaşındayken Thad Jones’un davetiyle “Ball of Fire adlı Big- Band projesinde de kendini bulur. Funk- rock bazlı parçalar- projeler yanında folk ve jazz’a uzanan sayısız çalışmada gözükmektedir. Süreç içinde, aktörlükten dansçılığa uzanan diğer yetileriyle birlikte TV dizilerinde bile yer alan bir figüre dönüşür.
Ama, müzik hayatının hep odak noktası olur. 1990’lı yıllarda özellikle “Funk Unit” adlı ekibiyle, funk- rock’ı odak alan; içinde sayısız jazzy unsurlar da taşıyan sound’u Landgren’in müzikal kişiliğinin tam anlamıyla oluşması demektir. Konser kayıtları dahil oniki albüme imza atan grup, turne ve festival konserleriyle genelde Avrupa, özeldeyse İskandinav müzik ortamının gözde bir topluluğuna döner. Yani ilk dönem yaptığı çalışmalar “Funk Unit”te farklı bir vücuda dönmüştür. Bu açılım, Landgren müziğinin, solo albümlerinin ardından, ikinci önemli müzik açılımıdır.
Jazz ve folk’u daha çok odak alan bir başka kaynaşım sound’unu “The Funk Unit”e koşut olarak sürdürmeyi hedefler. Farklı jazz deneyleriyle bezeli bu süreç Landgren’in kendine özgü bir ballad’lar dünyasını beraberinde var eder. 1993’te çıkan “The Ballads” albümü ilk önemli açılım noktasıdır. Bu çizgi çok farklı bir ruhaniliği içinde barındırır. Bu yönelimin sıçrama noktası 2002’de çıkan “Sentimental Journey” albümü olur. Müzisyenin yaygın bir üne kavuşmasını sağlayan bu çalışmadır. Sonraki yıllarda, aynı çizgiyi temsilen “Christmas With My Friends” (2006) ve “The Moon, The Stars and You” (2011) albümleri anımsatılabilir. Ancak, bu yönelim de tek başına bir anlam ifade etmez. Çünkü, 1990’lardan günümüze birbirinden önemli müzisyenlerle yaptığı duo, trio ve grup projeleriyle çok sayıda albüme imza atar. Bu deneylerde odak tabii ki jazz sanatıdır. Ama, klasikten deneysel jazz’a uzanan çok sayıda eğilimin içinde gezinip durur. Örneğin, onun müzikal fikrinin şekillenmesinde önemli katkısı olduğunu vurguladığımız Bengt- Arne Wallin’le birlikte çıkardığı “Miles From Duke” (1987) müzisyenin jazz vizyonunun temellenmesini sağlayan ilk albümü durumundadır. Avrupa jazz’ının bir başka ustası olan Tomasz Stanko ile yaptığı “Vatikled Sketches”da ise Avrupa jazz’ının ana kıstasları içinde gezinen; virtüöziteden çok jazz vizyonunu genişleten bir Landgren’e rastlanmıştı. İskandinav jazz’ının oldukça kısa bir zaman diliminde efsanelerinden biri olan ve gencecik yaşta ölen Esbjörn Svensson’la yaptığı iki albümden ilki olan “Swedish Folk Modern”de Landgren jazz, folk ve doğaçlamanın kesişme noktalarında gezinen ilginç bir sound’un yaratıcılarından biriydi. Bu arayış ve deneyimler hiçbir zaman noktalanmadı. Bu çalışmalarda birlikte çaldığı sayısız ünlü jazz müzisyeni vardı. Ayrıca, bir de Landgren’in desteklediği, yanında çaldığı, albümlerine katıldığı ustalarda bulunmakta. Landgren bu bağlamlarda 500’e yakın müzisyenle albüm ve projelerde yer almış bir kimlik durumunda. Bu isimleri saymak zor, ama andıklarımızın dışında, örneğin bir ballad şöleni olan “The Moon, The Stars And You”daki ekibin bazı müzisyenlerini sıralamamız yetecektir sanırım: Richard Galliano, Joe Sample, Lars Danielsson ve Steve Gadd. Bir başka bağlamda ise “Funky Abba” (2004) albümünü hatırladığımızda, Landgren’in pop’a katmaya çalıştığı yenilikler arasında Abba’nın starlarından Benny Anderson’ı da hatırlamak gerekir.

Vince Mendoza & Nils Landgren (Photo: ACT / Lutz Voigtländer)
Değindiğimiz yönelimleri içinde otuz sularında albüme birinci derecede imzasını atmış olan bu tromboncu, sözkonusu birikiminin ardından, elimizdeki “Some Other Time- A Tribute To Leonard Bernstein” albümüne ulaştı. Altmışıncı yaşının kutlanması olarak da anılabilen bu çalışmada prodüksiyonu da kendisi üstlenmişti. Bambaşka bir deneyimdi ortaya çıkan. Ekibini nasıl oluşturduğunu başta vurguladık. Tabii ki bir ekip çalışmasıydı bu ve başında Landgren vardı. Popüler müzik kültürünün sembollerinden dört Bernstein müzikalinden yapılan seçmelerde Landgren’in şarkıcı kimliği de tekrar ön plandaydı. Aşk şarkılarının kaçınılmaz önde olduğu bu örneklere kadın şarkıcı olarak katılan Janis Siegel’i albümünün ortağı yapmaktan da geri durmayıp, Siegel’e de bir tür saygı gösterisi yapmaktaydı.
Haklıydı da, çünkü Siegel, Amerikan popüler müziğinden farklı siyah müziklere, tabii ki jazz’a da yakın durmuş bir şarkıcı konumundaydı. Gerçekten de istenen performansı bu albümde yakalamış usta bir vokalist görünümünde. Bu bağlamda, Siegel’in müzik kariyerine kısacık da olsa bakmak gerek. Siegel, vokale henüz onüç yaşındayken, Broadway ortamı içinde beliren Young Generation grubunun üyelerinden biri olarak başlar. Yaygın ünü, tabii ki 1972’de The Manhattan Transfer’in üyesi olduktan sonra başladı. The Manhattan Transfer, 1969’da kurulsa da, yeniden yapılandırılmış Siegel’li kadroyla birlikte gündem oluşturdu. Bu öyle bir deneyimdi ki, şarkıcı inanılır gibi değil, tam otuzbir yıl bu grubun parçası oldu. The Manhattan Transfer, popüler müzik dünyasına kendi ölçüsünde yenilikler taşımış bir projeydi. Bu vokal grubunun soundunda bambaşka müzik janrları buluşmuştu. Jazz, R&B, pop ve doo- wop bu janrlar içinde en dikkat çekenleriydi. Bazen fusion bir sound’a kayarken, bir başka dönem nostaljik ve o oranda da eklektik bir müzik tavrını geliştirmişti. Sayısız Grammy ödülleri de almış bu vokal grup projesi, Siegel için benzersiz bir birikimi üretecekti. Siegel, The Manhattan Transfer’ın da anlaşmalı olduğu Atlantic Records’dan, kendi adına ilk albümünü 1981 yılında çıkardı. Şarkıcı, elimizdeki son duo albüm “Some Other Time”da içinde olmak üzere oniki yapıta imza attı. The Manhattan Transfer’daki müzikal çeşitlilik farklı anlamlarda tekil solo albümlerine yansıdı. Değişik vokal grup projelerinde yer aldı. Örneğin 1985’de Jon Hendricks, Bobby McFerrin ve Dianne Reeves’le birlikte “Sing, Sing, Sing” adlı grupla çalıştı. Solo albümlerindeyse The Manhattan Transfer’ın nostaljik tavrı hissedilirken, şarkı söyleyişteki ilginç tekniği ve bireysel yorumu şarkıcının hep potansiyel bir izleyicisi, dinleyicisi olmasını sağladı. Örneğin ikinci albümü “At Home”, “En İyi Kadın Jazz Vokal”de Grammy adayı olmuştu. 1989 albümü “Short Stories”de piyanist ve besteci Fred Hersch’le çalıştı. Jazz’ın az, modern pop şarkılarının ağırlıkta olduğu bir albümdü bu. Judy Collins, Marvin Gaye ve James Taylor gibi yıldızların şarkılarını da içine almıştı. 1999 albümü “The Tender Trap”de ise eklektik bir müzik tavrı dikkat çekmişti. 1930’lardan 1980’lere, birçok pop şarkısını albümde birleştirmişti. 2000’li yıllarda Telarc firmasından çıkan dört albümünde dünya ölçüsünde önemli müzisyenlerle çalıştı. Bunlar arasında 2004 albümü “Sketches Of Broadway”de, köşede kalmış, görece göz ardı edilmiş şarkılar bir araya getirilmişti.

Janis Siegel & Nils Landgren (Photo: ACT / Lutz Voigtländer)
Siegel’in kısacık değindiğimiz deneyimi, Bernstein şarkılarına bu albümde ilginç bir kişilik kazandırıyor. Ama, azıcık da olsa açmak istediğimiz bir başka sanatçıysa, elimizdeki albümün aranjörü ve orkestrasının da kondüktörü olan Vince Mendoza. Sanatçı bu albümde de andığımız kariyerinin yanında, belki de daha önemlisi besteci ve albümler üreten bir müzik insanı. Öyle oylumlu bir birikimi var ki, modern pop’tan deneysel müziklere kadar uzanan geniş bir mecrada yol almış bir isim. Mendoza’nın bir aranjör olarak çalıştığı, popüler isimler arasında Joni Mitchell, Sting, Elvis Costello ve Björk gibi yıldızlardan söz edilebilir. Jazz sanatında ise Joe Zavinul, John Scofield, Charlie Haden ve Al Di Meola, ilk akla gelen sanatçılardan bazıları. Ama, asıl kendi albümlerine geçersek, sanatçının, içinde Blue Note ve ACT firmalarının da olduğu çeşitli şirketlerden kendi adına çıkmış 10 çalışması var. Flamenko’dan Latin jazz’a, oradansa klasik müzik’e çok sayıda müzik tarzıyla kendi fikirleri arasında ilginç bağlar kuran, buradan da benzersiz bir müzikaliteye, bir jazz algısına yol almış bir isim. Bu çok yönlü müzik adamı Bernstein projesine de gerçekten ilginç bir boyut kazandırıyor. Klasik müzikle jazz’ın kesişme noktalarında gezinirken, albümün orkestrası Bochumer Symphoniker’e ilginç bir yorum tarzı kazandırıyor. Örneğin telli çalgıları kullanmıyor. Üflemeli çalgılarsa, tahtadan yapılma oluşuna özen gösteriyor. Ortaya ilginç bir akustik tını çıkıyor. Şarkıların çoğunda, jazz’a bir eğilim dikkat çekse de, yeni bir vücuda dönüşmesinde şarkıcıların rolünü es geçmeden, abartılı bir değerlendirme yapmamak gerekiyor. Mendoza, klasik bir müzik ruhunu tüm bestelere yayıp, bu eski ve bir kısmı da oldukça popüler şarkılara farklı bir kişilik kazandırıyor. Tabii, Mendoza’nın kondüktörlüğünü yaptığı Bohumer Symphoniker’i de bu bağlamda hatırlatalım.
Son olarak Landgren’in bu proje için oluşturduğu quartet’te yer alan üç müzisyenin özel önemini anımsatmak lazım. Çünkü bu müzisyenler parçaların büyük çoğunluğunda ritm seksiyonunu oluşturuyorlar. Bu tabii ki önemli bir sorumluluk. Dolayısıyla da, parçaların çimentosu gibi. Landgeren bas, davul ve piyanoda Avrupa’daki en önemli müzisyenlerini projeye davet etmiş. Bunlardan biri olan davulcu Wolfgang Haffner, yumuşak stili ve ilginç tekniğiyle, milenyum sonrası Avrupa jazz’ının önemli yeteneklerinden biri. Davulcunun proje albümlerinden ikisi olan “Shadows” (2006) ve ”Acoustic Shapes” (2008) sanatçının Haffner’le birlikte oluşturdukları albümler. Dolayısıyla da bu son kuşak jazz müzisyeni Landgren’in yeni çalışmasına da katkılar getiriyor.
Basçı Dieter Ilg’se Landgren dahil birçok jazz ustasıyla çalmasının yanında klasik müzik bikrimi de o denli güçlü bir basçı. Bu birikimini de katıp, özellikle 2011’de ACT’den çıkan “Otello Live At Schloss Elmau” adlı albümünde yorumlarına yedirdiği varyasyonlarıyla dinleyeni kıyasıya etkilemişti. Piyanist Jan Lundgren’se albümde enstrümanını özenli bir ritmci olarak çalarken, bazı parçaların kesitlerinde şaşırtıcı izlenimciliğine de rastlamak mümkün. O da diğer iki müzisyen gibi İskandinav jazz’ına da katkıları olan bir yetenek.
“Some Other Time” albümü bir bütün olarak dinlendiğinde, öncelikli olarak klasik ve jazz müziği geleneklerine mümkün olduğu kadar saygılı hazırlanmış bir çalışma. Bernstein kompozisyonları deyince bu tavra saygı duymadan bu müziğin gerçek yüzünü yansıtmak olası değildi. Amerikan geleneksel müziğiyle kurdukları köprüyü şarkılarda en önemli yansıtanınsa Janis Siegel olduğu söylenebilir. Landgren’in vokallerindeyse sanatçının Avrupa müziğine olan sadakatinin yoğun izleriyle karşılaşılıyor. Orkestra ve quartet’in müzikal uyumu hemen ön plana çıkıyor. Şarkılarda hakim olan dramatik örgü ve duygusal yoğunluk, şarkıların icrasına yansıyor. Landgren’in trombonu yer yer Siegel’in vokali kadar anlatımcı bir üsluba dönüşebiliyor. Ama,bu anlatımın içindeki şarkılarda öne çıkan aşk ve tutku temalarını lirik bir yolla işliyor. Parçaların düzenlenmesi ve yorumlanışında Vince Mendoza’nın doğurduğu müzikal renkler, orkestra tarafından özenle icra ediliyor. Orkestra, teknik becerileri kadar, yarattığı ruhani atmosferle de albüme- ve dolayısıyla Bernstein şarkılarına –yepyeni bir vücut kazandırıyor. Ama, abartısız ve içli bir üslupla. Aşk teması tabii ki şarkılarda belirleyici. Ama bu tema işlenirken, şarkılar, dinleyiciyi modern hayat ve ilişkisizliklerin odağına taşıyor. Evet, ortaya çıktığında, popüler kültürün kodlarına yine de yakın duran müzikallerdi bunlar. Ama, elimizdeki bu yeni yapı, tematik bir bütünlüğü kaçınılmaz olarak oluşturamasa da, Bernstein’in duygusunu, gözlemciliğini yansıtıyor. Bunda müzikalin sözlerini yazan söz yazarlarını da es geçtiğimiz sanılmasın.

Bochumer Symphoniker & Vince Mendoza (Photo: ACT / Lutz Voigtländer)
Evet, başta vurguladığımız gibi, kaçınılmaz olarak “West Side Story” müzikalinin şarkıları çoğunlukta. İçinde toplumsal bir eleştiriyi de barındıran bu çalışma, özünde bir barış özlemini de barındırıyor. ABD’nin “aşağıdakiler”inin hayat tarzı ve algı biçimini çokça sorguluyordu bu müzikal. Bu albüm de “West Side Story”nin üvertürüyle başlıyor. Landgren’in trombon solosu sanatçının içliliğini hemen yansıtmakta. Aynı müzikalden bu albüme taşınan “Cool” adlı sıcak duygularla bezeli bu parçanın düzenlenmesinde jazz sanatının karakteristik özellikleri öne çıkıyor. Vokali Landgren üstleniyor. Müzisyenin trombon soloları ve ritm seksiyonunun yarattığı farklı tını ve renkler, klasik bir jazz tavrıyla bizi baş başa bırakıyor. Orta tempolu, etkili bir yorum bu. Bir başka “West Side Story” şarkısıysa, belki de bu müzikalin en büyük hiti olan “Maria”. Albümün Quartet’i, bu klasiği, orkestralarıyla birlikte seslendiriyor. İki ekibin çarpıcı uyumunu en iyi yansıtan bu şarkı, değişik bir senfonik tutumla jazz algısının kesişme noktalarında biçimleniyor. Maria’nın duygu durumlarını günümüzün gençliğine ve sorunlarına taşıyor sanki. Bu müzikalin bir başka parçası olan “Somewhere”deyse, bu içli, parçada yine Landgren’in romantik yanı vokal ve trombonuyla ön plana çıkarıyor. “One Hand, One Heart” adlı aşk şarkısındaysa Bernstein’in birçok müzikal maharetiyle Landgren Quartet’in kurdukları duygusal köprüyü en çok bu parçada hissetmek mümkün. Bu ilginç ballad dinlenirken, abartısız bir müzikal renklilikle karşılaşılıyor. Trombon, inanılmaz temiz ve derinlikli çalınıyor. Bu bestede piyanist Lundgren’in anlatımcı yanı çokça öne çıkmakta. “West Side Story”nin bu projeye seçilen son şarkısı “Something”s Coming”. Üflemeli çalgıların öne çıktığı nefis bir girişi var bu parçanın. Evet, bu parçada baştan beri andığımız bütün kadro yer almakta. Landgren ve Siegel’in vokalleriyle kurdukları duygusal köprü dinleyeni büyülüyor. Müzikal özgünlüğün yerleşmesinde, orkestrasyon başarısının önemli payı var. Jazzy öğeler parçada görece geri planda, ama asıl renkliğin de ipuçlarıyla bezeli. Bu yorumdaki orkestral incelikler, söz konusu şarkıyı apayrı bir vücuda dönüştürmüş. Piyanist Lundgren, bu şarkıda da etkili bir rol üstlenmiş. Projedeki sanatçıların hemen tümünün çeşitlenmiş maharetleri bu parçada buluşmuş. Gerçi, parçanın dramatik örgüsünden çok müzikalite öne çıkmış. Ama, sonuçta bir tür deneysel arayış mahiyetinde de. Tabii ki “West Side Story” bütünlüklü ruhunu, tematik örgüsünü yansıtmıyor. Böyle bir hedefleri olmadığı da açık. Ama, çarpıcı nokta, çoğu antikalaşmış ve defalarca yorumlanmış şarkılarına korkmadan değişik açılımlar kazandırmaları. Bernstein yaşasaydı, bu arayışı kutlardı sanırım.
Bernstein’in müzikal serüveninin ilk parlak deneyimi, 1944’te sahnelenen “On The Town” yapıtı. 1949’da sinemaya da uyarlanan bu yapıttansa, elimizdeki albüm için üç parça seçilmiş. Vurgulamamız gereken en kritik nokta, bu müzikal sahnelendiğinde Bernstein’in henüz yirmialtı yaşında olması. Sanatçının klasik müzik birikiminin izleri dolaylı da olsa bu yapıtında daha ön planda. Bu müzikalden albüme taşınan ilk şarkı, elimizdeki çalışmaya adını veren “Some Other Time”. Landgren ve Siegel’in ortak vokalleri, ikilinin şarkıya kazandırdığı farklı üslup hemen dikkati çekiyor. Bu ballad’vari parçada trombon neredeyse konuşuyor; yani önemli bir anlatımcı role sahip. Siegel’in duygusallığındaki ilginç renklilikler şarkıya yeni bir tat kazandırıyor. Dinleyici Mendoza’nın aranjesi yoluyla yaptığı orkestra yorumunu önce yadırgar gibi oluyor. Ama, dakikalar geçtikçe, yeni ve zengin bir müzikal bütünlüğün izini sürdüğü keşfediliyor. Bu durum, ardından gelen şarkılarda, düzenlemenin orijinaliteliğini gün yüzüne çıkarıyor. “On The Town” müzikalinden seçilen diğer iki şarkı “Lonely Town” ve “Lucky To Be Me”. Quarttet’in eşlik edip, Siegel’in yorumladığı ilk şarkı yoluyla, müzikalin temel temalarından olan aşk ve yalnızlık duygusu tüm derinliğiyle parçaya yayılıyor. Bu duygunun pekişmesinde Landgren’in içli trombon stilinin payı çok. Siegel’in vokalindeki incelikli üslubunu en iyi yansıtan parçalardan biri bu. “Lucky To Be Me”, albüme katılan tüm ekibin değişik maharetlerini gün yüzüne çıkarıyor. “On The Town” müzikaline dair, bütünlüklü olmasa da bir fikir veriyor dinleyiciye. Ama, daha önemlisi, Bernstein’in bu ilk döneminden itibaren kurduğu yeni, müzikal fikirleri devamlı nasıl geliştirdiğinin ipuçlarıyla karşılaşılıyor.
Albümde, 1952 yapımı “Wonderful Town”dansa iki şarkı seçilmiş. Bunlardan ilki “The Story Of My Life” şarkısı. Akla hemen Siegel’in The Manhatten Transfer dönemiyle geliştirdiği nostaljik yorumculuğu akla geliyor. Vokalin belki en çok önde olduğu bir şarkı bu. Romantizmin müzikaliteyi kuşatışı parça boyu kolayca hissediliyor. Aynı müzikalin diğer parçası olan “A Quiet Girl”de temasının bir uzantısı olarak sevgi, yalnızlık ve özlem duygularıyla bezeli. Landgren Quartet’la orkestara müziği icra ederken, özellikle trombonun duygu yüklü anlatımcılığı ön plana daha çok çıkıyor. Vince Mendoza’nın düzenlediği, maharetlerinin en çok öne çıktığı şarkılardan biri bu. Vokalistte eşlikçi olmanın çok ötesinde bir müzikal yorum yetisi bu bestede belirginleşmiş. Parçanın içindeki çekici kesitler arasında basçı Dieter Ilg’in bas konuşmalarını es geçmek olası değil. Albümün son şarkısı “A Simple Song”sa, Bernstein’ın 1971 yapımı, yani tam anlamıyla olgunluk dönemi müzikallerinden “Mass”den seçilen son örnek. İlginç olan nokta, “Mass” müzikalinin, “On The Town”dan neredeyse otuz yıl sonra gün yüzüne çıkması. Ama müzikalden alınan tek parçayı dinlerken bile, inanılmaz bir bütünlüğü, Landgren ve ekibinin nasıl başarıyla icra ettiğine şahit olunuyor. “A Simple Song”da güçlü orkestrasyonun yanında, piyano nefis bir ritim enstrümanı olarak öne çıkabiliyor.
Görüldüğü gibi, en büyük mimarının Nils Landgren olduğu ve Bernstein’a saygı niteliği taşıyan bu albüm, özenli hazırlanmış bir projenin ürünü. Albüme katkıda bulunan hiçbir müzisyen veya orkestra, kendi vokal ve müzik çizgilerini ön plana çıkarmamış. Gizemli bir konsensus oluşturmuşlar. Tek önemli ortak payda, Mendoza’nın yaptığı düzenlemelerle kurduğu yapıya özenle sadık kalmaları. Bu yapı, örneğine az rastlanır bir uyumu ortaya çıkarmış. Hem de kurgusu ve kompozisyon biçimi oldukça farklı olan müzikal şarkılarını merkez alarak. Biz de bu yüzden önceliği bu şarkıları yorumlayan geniş kadroya verdik. Şarkıların klasik yapısına büyük ölçüde sadık olup, bir yenilik yaratmak dünyanın en zor işlerinden biri. Buna rağmen, belki Landgren’in altmışıncı yaşgününü de gözeterek bu albüme yeni bir veçhe kazandırması bizi şaşırtmadı. Çünkü Landgren, öyle eklektik bir müzik tavrına sahip ki, birbirinden çok farklı müzik janrlarını bile, özünü zedelemeden kompozisyonlarına yedirebilen ilginç bir müzik insanı. “Some Other Time”ı, Landgren’in müzik hayatında önemli bir durak olarak anmak mümkün. Ama, daha birçok yaratıcı fikre yol alacağı konusunda şüphemiz yok. Siegel’se usta ve deneyimli bir şarkıcı olarak Landgren’in üstlendiği projeye yeni tatlar kazandırıyor bu albümde. ACT’nin bu türden çalışmalara ilgisini de anımsatmadan edemeyeceğiz. Örneğin aklıma Bohuslan Big Band’in, yine Landgren’in de katkısıyla çıkardığı “Don’t Fence Me In” (2011) albümü geliyor. Ünlü Colin Towns, bu albüm için, yine Amerikan müziğinin bir başka dehası Cole Porter’ın bestelerini bu albüm için düzenlemiş ve direktörlüğünü yapmıştı.
“Some Other Time” – Nils Landgren/ Janis Siegel
ACT
Equinox