Son zamanlarda dinlediğim en iyi vokal albümlerinden biri Çağıl Kaya’dan geldi. Hayatı karşılayış şeklini her zaman hayranlıkla izlediğim Kaya “Şimdilik Herşey Yolunda” dedi. Söz ve bestesi Selmi Andak’a ait “Ve Ben Yalnız” ve söz ve bestesi mor ve ötesi grubuna ait olan “Deli” dışında tüm şarkıların söz ve müzikleri Çağıl Kaya’ya ait. Çağıl Kaya gitgide yetkin bir şarkı yazarına dönüşürken Ercüment Orkut, Eylül Biçer, Tamer Temel, Matt Hall ve Cem Aksel’in katkıları da albümün değerini katlamış. Kendisini her zaman kusursuz biçimde ifade eden Çağıl Kaya’yla “Şimdilik Herşey Yolunda” albümünü konuştuk.
“Böyle her şey iyi gibi, ne zaman ölsem” diye bir dizen var. Albümün adı zaten “şimdilik herşey yolunda”. Bir şeylerin yolunda olmasının ve iyilik halinin geçici ya da koşullu olmasına odaklanmış olabilir misin?
“İyilik” galiba benim için sıradan bir sözcük değil. Bu yüzden iyilik dileklerini çok ciddiye alıyorum. Aynı şekilde cümle içinde kullanmamaya çalışsak da hayatımızda maalesef yer etmiş “kötülük”ten de çok yoğun şekilde etkileniyorum. Nefretin böylesine yoğun olarak hissedildiği ve yaşandığı bir dünyada iyilik halinin sürekliliğinden söz etmek neredeyse imkansız. Beni en çok rahatsız edense sürekli ve her koşulda devam eden sessizliğimiz. Zalimlik, haksızlık evimize kadar ulaşmadığı sürece sadece sessizce izliyoruz, kabulleniyoruz. Ama maalesef hiç de uzak değil olan bitenler… Bu yüzden kendim de dahil olmak üzere iyilik halini sürdürmeye çalışmak konusunda başarısız olduğumuzu ve belki bazıları biraz karamsar bulacaktır ama kaçınılmaz sonu sadece ‘şimdilik her şey yolunda’ diyerek erteleyip durduğumuzu düşünüyorum.
İlk albümdeki gibi yine organik, akıcı, doğaçlamaların bile belli bir yapı içinde ama çok açık olduğu sana has bir sound’un var. Ama ilk albümdeki mizah yerine bulutlara bırakmış gibi. Genel olarak nasıl bir ruh haliyle çıktı bu albüm?
Sanırım ilk albümden bu zamana geçen süreç içinde, az önce söz ettiğim karamsarlık durumu hayatımı yoğun şekilde sarmaladı. Düşünüyorum, anlamaya çalışıyorum neden böylesine katı bir huzursuzluk hissettiğimi ve cevabı yoğun bir umutsuzlukta buluyorum hep. Son dönemde üzerimize çökmüş öylesine büyük bir yük ki, ağırlığı altında ezildiğimi düşünüyorum. Aslında içinde ilk abümdeki mizah durumu var, çünkü içimde var, ama sanırım biraz daha gizli kaldı bu sefer. Belki ben biraz daha büyüdüm, sakinleştim. Garip bir şekilde içimde devam eden bir savaş var umutsuzluğumla, bu savaşın sonunda ortaya çıkıyor yapmaya çalıştığım müzik de galiba. Yani bir anlamda dertli bir ikilem, büyük bir umutsuzluğun beslediği ve oluşturduğu şarkıların ortaya çıkmasından sonra hissedilen yoğun bir umut ve mutluluk durumu, tarif etmesi zor…
“Nefesimi tuttum”, “Biraz İştah Biraz Açıkhava”nın devam şarkısı gibi. O bir R&B parçaydı, “Nefesimi Tuttum” ise çok şaşırtcı vokal iniş çıkışları olan Uzakdoğu aromalı ve “bu herşeyden önce bir vokalist albümüdür” vurgusuna karşın kendisini özellikle piyanoya güvenle emanet etmiş bir parça.
Devam şarkısı diye düşünerek yola çıkmamıştım aslında ama sen böyle söyleyince, hisleri hakikaten de benziyor galiba. Sanırım beraber çalınan müziğin bütünlüğü, dokusu benim için şarkıcının ya da diğer herhangi bir solistin performansından daha önemli. Dinlediğim müziklerde hissettiğim, aradığım şey hep bu. Tabii ki ilk albüme göre tecrübelendim ve belki bazı parçalarda daha cesaretli davrandım bu albümde. Ama bu durum grubun ortaya çıkardığı performans içinde bir öğe sadece. Bu anlamda piyanoda Ercüment Orkut diğer parçalarda olduğu gibi bu parçada da harikalar yarattı.
Albümün tamamında tüm eşlikçlerin görev dağılımı ve katılımı çok kararında olmuş.
Sanıyorum düzenlemelerle ilgili o durum. Prova sürecinden itibaren nasıl bir albüm olacağına tüm grupla beraber karar verdik. Vokalin ve diğer enstrümanların rolleri üzerine hep birlikte kafa yorduk. Dolayısıyla ortaya çıkan müzik başından sonuna tüm ögeleriyle bir bütünlük oluşturmaya yönelik oldu. Bu anlamda kafamda olan müziği ortaya çıkardıkları ve çok büyük emekleri için Cem Aksel, Ercüment Orkut, Matt Hall, Eylül Biçer ve Tamer Temel’e buradan da teşekkürlerimi sunmak isterim…
“Ve ben yalnız” söz-müziği Selmi Andak’a ait ve Sevinç Tevs’le özdeşleşmiş bir parça. Ondan dinlemeye bu kadar alıştığımızbir parçayı cesaretle sahiplenmiş, deforme etmeden yorumlamışsın. Bu tür durumlar biraz bıçak sırtı oluyor. Tamamen farklı ve tamamen aynı kalmanın tuzağına düşebilirdin. Ama çok ölçülü bir mesafe kalmış Tevs versiyonuyla. Bu parçaya nasıl hazırlandınız?
Sevinç Tevs’in sesi galiba hayatta en çok sevdiğim sesler arasında geliyor. Maalesef çok az kaydına ulaşabiliyoruz ama her dinlediğimde çok etkileniyorum. ‘Ve ben yalnız’ ilk albümün çıkışından hemen sonra, Tamer’in düzenlemesiyle, konserlerde söylemeye başladığım bir parça.
Bu anlamda onun ardından tekrar söylemek hem beni çok mutlu ediyor hem de tabii ki sorumluluk demek. Yeni müzikler ve denemelerden hoşlanan biriyim ben, bu yüzden de parçanın orijinal melodisine ve atmosferine sadık kalarak, ama günümüz New York piyano trio sound’undan etkilenecek şekilde ritmik yapısıyla oynayarak ortaya çıkmış olan bu düzenlemeyi heyecan ve mutlulukla söylüyorum.
Tamer ve senin, ayrıca da benim, İkinci Yeni’nin karanlık sokaklarına duyduğumuz sevda malum. Burada da Turgut Uyar esintili ‘Soluk’la karşımıza çıkıyorsun. Sözlerde “Islaktı Tütünlerle Sülünler”e referans verdiğin tamlamalar bulmak kolay. Bence müziğin geriliminde ise “Ellerimde bir çalgı”nın bunaltısından ya da geriliminden daha çok esinlenmiş gibisin. Bu şiirler sana ne hissettirerek ‘Soluk’u doğurdu?
“Soluk soluğa çarpan bir kapının önünden geçtim az önce, ağaçlar çaputlara bağlanmış hikayeleri çok eski” diye başlıyor sözleri. İç içe geçmiş, birbirine bağlanmış kadınları, adamları, ağaçları, çaputları, boş yatakları, yenilgileri ve tarihin durdurulamaz ve beklenti dolu hikayelerini, kavgalarını, sürekli ve çelişkili günlerini anlatıyor ‘soluk’. Sözlerle beraber müziğin yarattığı gerilim bundan sanıyorum…
“Aksi”de sanırım gitar ritminin etkisiyle senin müziğinde çok alışkın olmadığımız bir Latin jazz kokusu aldım. Susana Baca’nın “Valentin”ini anımsattı, ona da bayılırım. Ama ilk 2,5 dakikadan sonra filan olmalı, tekrar aşina olduğumuz Çağıl Kaya müziğine döndü. Bu planlı bir eylem miydi?
Evet ritmik öğeler açısından Latin hissi kuvvetli bir parça. Vokallerin yoğun olduğu ilk bölümden sonra piyano solosuyla beraber değişip sonra başladığı yere geri dönüyor. Tamamen planlı bir eylem.
Parçanın ismine “Aksi” dediğini görünce”Geliyor bir Çağıl muzipliği” dedim ama yansıma anlamında kullanmışsın. Neden bu ismi seçtin?
Tam da dediğin gibi çıkış noktası hayatımın aşkı. En çok sevdiğim aksi için yazdım bu parçayı. Böyle söyleyince de magazin röportajındaymışım gibi hissettim kendimi. Parçanın bütününü de düşündüğünde ‘aksi’ sözcüğünü iki anlamda da kullanıyorum aslında. İnce ruhlu, gizemli ve zaman zaman kızgın ve çoğunlukla haklı ve her zaman aksi bir adam ya da kadın.

Matt Hall & Cem Aksel & Ercüment Orkut & Çağıl Kaya & Tamer Temel & Eylül Biçer (Photo: Yalım Akın)
İlk albümde Duman’dan “İstanbul”, burada da MVÖ’nün Eurovision parçası “Deli”yi coverladın. Belki dinleyicinin kulağının hangi müziğe alışkın olduğuyla ilgilidir, bu coverlar kimi zaman parçanın orijinaline dikkat çekilmesini sağlıyor. Ne dersin?
‘Deli’ benim çok sevdiğim mor ve ötesi parçalarından biri. Sanırım orijinalinden tamamen farklı bir düzenleme ve yorum oldu. İlk albümdeki Duman cover’ı ‘İstanbul’ için de aynı şeyi söylemek mümkün. Neredeyse sözler hariç yepyeni parçalara dönüştüler diyebilirim ikisi için de galiba. Tamer’e burada teşekkür etmeden geçemeyeceğim bu düzenlemesi için. ‘Ve ben yalnız’da ve ‘İstanbul’da da olduğu gibi her zaman varolandan daha fazlasını ve daha farklısını hayal edip ortaya çıkarmayı başarıyor ve ben gerçekten çok şanslıyım. ‘Deli’de orijinali 4/4 ‘lük olan bir parçanın ilk bölümlerini 9/8’lik dinliyoruz. Outro’su ile bizi yarattığı dünyanın daha da derinlerine götürüyor. Bu grupların kadim dinleyicileri için aynı etkiyi yapıyor mudur bilemiyorum tabii ama biz ortaya çıkan sonuçtan dolayı çok mutluyuz.
“Saatler 12’de durdu”… Hayatımızda hatırlamak istemeyeceğimiz ama unutursak da kalbimizi kurutacak günlerin sayısı gitgide artıyor. Aslında hepimiz herşeyin farkındayız, ama konuşmak, yazmak, yaşamak, ölmek, her şey zor. Günün birinde can acısından başka bir şey hissedemez de üretemezsem diye endişelendiğin oluyor mu?
Bu endişeyle soluk alıp veriyorum diyebilirim… Suruç patlamasının olduğu gün, galiba başka birine dönüştüm ben. İnsanlığa dair inancım yerle bir oldu. Sayılar anlamsız kalır ama, tek dertleri çocukları mutlu etmek olan ve umutla yola çıkan 33 gencecik insanın, böylesine vahşice katledilmesi ve bugüne kadar geçen süreç boyunca bununla ilgili hiç bir şey yapılmadığı gibi, o gün orada ölmeyenlere ve ailelerine yapılan baskıların hiç durmadan devam etmesine dayanamıyorum. Maalesef Suruç’la başlamadı bu zalimlik ve Suruç’la da bitmeyecek tabii ki… Dediğin gibi “konuşmak, yazmak, yaşamak, ölmek, her şey zor”. Benim hissettiğim bütün bu kalp ağrısı içinde bir müzisyen olarak yapabileceğim tek şey hatırlatmak. Çünkü unutuyoruz. O kadar hızlı unutuyoruz, hayatımıza hiç bir şey olmamış gibi devam ediyoruz ki, bunları kendimiz yaşamadığımız için hiç etkilenmediğimizi düşünüyoruz. Oysa bugünlerde hissettiğimiz tüm bu umutsuzluk, endişe, kalp ağrısı, gözlerimizin anlam veremediğimiz anlarda yaşarması, tahammülsüzlüğümüz, kızgınlığımız, işte hepsi bu haksızlıklar aslında bize yapıldığı için. Birebir yaşamadık hiç birini ama tortuları birikti kalplerimizde, ruhumuzu ele geçirdi bütünüyle. O yüzden de ‘saatler 12’de durdu’ Suruç’ta hayatını kaybedenler için benim saygı duruşum…