“Jazz’ın o belli sınırlar içindeki hür olma halini seviyorum. Çünkü jazz bütün o öğrendiklerimi, duyduklarımı kullanabileceğim bir şey oldu. Onun içindir ki serbest jazz ile de çok haşır neşir oldum. Sanırım çok da formatlamaya, cendereye gelmeyen bir ruhum var”.
Can Kozlu, Türkiye’nin duayen jazz sanatçısı. 1954’te İstanbul’da doğan Kozlu müziğe 6 yaşında piyano dersleri alarak başladı. Ancak bir süre sonra hocası, Kozlu’nun notaları okumadığını, doğaçlama yaptığını fark etti. Böylece dersler bitti. Saint-Joseph Lisesi’nin hafif müzik orkestrasında davul çaldı. Paris Sorbonne Üniversitesi’nde ekonomi ve CIM Müzik Okulu’nda jazz teorisi dersleri aldı. Burada birçok usta isimle çalıştı. Berklee Müzik Akademisi’nde okudu. Müzik eğitimini tamamladıktan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde konserler verdi, veriyor. Şimdi de çok iyi tanıdığımız birçok jazz sanatçısını o yetiştirmiştir. Çalmaya ve çaldırmaya hala devam ediyor.
Can Kozlu‘nun ıssız adaya götürmek istediği plaklardan biri Wayne Shorter‘ın Native Dancer albümü. NTV Radyo’daki ‘Bizim Cazcılar’ adlı programımda, “Ponta de Areia” parçasını çaldı. Bu parçanın önemli bir anısı var. Anonsunun deşifresi şu şekilde; “Çünkü kızımın müziğe başlama bahanesidir bu parça… Daha 4 yaşındayken baktım bunun melodisini mırıldanıyordu. Çok basit bir melodi gibi ama çetrefilli bir ritmi var. Bir daha söyle dedim. Aynısını bir daha söyleyince ertesi gün piyano derslerine başlatmıştım. Bu parçayla onu da buradan yad etmiş oluyoruz”.
Seçtiği diğer parçalar ise, bir klasik olan Herbie Hancock’un meşhur bestesi Maiden Voyage; Burak Bedikyan’dan Idee Fixe; Keith Jarrett’in ‘Tribute’ albümünden All The Things You Are adlı parçası. Dilerseniz bu eşsiz müzik yolculuğuna eşlik etmesi için bu parçalardan birini açabilirsiniz.
Jazz Ayrıcalık Değil, O Benim Hakkım
Annem amatör klasik piyanistti. 60’lı yıllardan bahsediyorum, Ankara’da yaşıyorduk o zamanlar.Yurtdışından plak getiriyordu ve hakikatten o zamanlar kolay bulunur bir şey değildi. Kamuran Gündemir, İdil Biret, Vahdet Nuri Esmen, Mithat Fenmen gibi zamanın çok önemli piyanistleri ve piyano hocaları evimize gelip giderdi. O bir heves oluyor 3 – 5 yaşlarındayken. Birtakım adamlar geliyor eve ciddi bir şekilde müzik dinliyorlar. Bunlar arasında Vahdet Esmen diye önemli biri vardı. Hikayesi uzun, galiba savaş yıllarında Viyana’da koloratür soprano. Aşık olduğu adam savaşta ölüyor, geliyor Türkiye’ye. Herkesin dostuydu ve 19. yy’da Avrupa’daki salon gibi bir şeyi, yani Vahdet Hanımın salonu vardı. Mesela İdil (Biret) o zamanlar 14 – 15 yaşlarındaydı, giderdik konsere ve orada çalarlardı. İdil bir daha çalardı. Tabii orada çaldıkları şey çok önemli. Vahdet Hanım bir gün anneme “Araları iyi duyuyor, buna piyano dersi aldır” demiş benim için. Müziğe böyle başladım 6 yaşında. Normal ilkokula başladım. Piyano dersi alıyordum. Rus ekolünden geldiğini tahmin ettiğim bir hocam vardı. Çok hızlı ilerledim ama böyle ellerime cetvelle vuran biraz travmatik bir şeydi. Depresyona girdim 2 sene sonra ve bıraktırdılar piyanoyu. 1 – 2 sene çalmadım. Ardından daha yumuşak ve bana daha genç görünen, belki 20 – 25 yaşlarında, (ona da herhalde yaşadığım sorunları anlatmışlar) beni biraz serbest bırakan, üstüme varmayan bir hocam oldu. Bir gün notaya bakarak çalıyordum, “Sen okumuyorsun, doğaçlama yapıyorsun” dedi. Jazz’ı keşfetmişim bilmeden. Ondan sonra dersleri kestik.
Pek Mektep Medrese Gördüğüm Söylenemez Ama…
13 – 14 yaşında davul çalmaya başladım lise orkestrasında. O jazz’mış yani. O zamanlar jazz diye bir şey yok, kısaca geçeyim Led Zeppelin, Deep Purple yani meşhur İngiliz rock grupları var. 20’li yaşlara kadar pek mektep medrese gördüğümü söyleyemeyeceğim. Uzun bir yoldan geldim bu işe. Ama gençyaşta rock bile olsa müzik grubunda çalmanın bir eşlik aleti çalanlar için çok faydası var. 16 – 17 yaşında Boğaziçi Üniversitesi rektörü Abdullah Kuran’ın oğlu babasının plaklarını hediye etti. Oradan başladım işte Lee Alston, John Coltrane filan… Bilinçsiz bir şekilde dinlemeye başladım. Hoşuma gidiyordu ama o kadar. Erişilmesi zor, sembolünü, sentaksını bilmediğim bir şeydi. Ama hepimizin hayatını değiştiren bir şey oldu.
Zafer Jazz’ın!
Milliyet Gazetesi’nin Liselerarası Müzik Yarışması’na katıldığımız sene Türkiye çapında 180 – 190 grup vardı. Onu 10 – 15’e kadar düşürürlerdi. Finaller için de Ankara, İstanbul, İzmir gezerdik. Spor ve Sergi salonlarında çalardık. İlk 10’a kaldık ve sonra 1. olduk hem performans hem beste dalında. Bu başarıya sözüm ona, (şimdi bakınca komik geliyor ama) jazz yaparak ulaştık ve bu tabii büyük bir motivasyon oldu bizim için. 16 – 17 yaşındasınız, gazetede ‘Zafer Cazın!” diye bizi destekleyen bir manşet atmışlar. Böyle girdik bu yola. Bunun benim için güzelliği şu oldu, jazz çalmayı bir ayrıcalık olarak değil de bir hak olarak gördüm. 16 – 17 yaşımdan beri çalıyorum ve jazz’cıların o ezikliğini yaşamadım hiçbir zaman. Ben de bu stildeyim, bunu çalıyorum. Sonra da yurtdışına gittim.

Can Kozlu & Matt Hall & Ferit Odman & Önder Focan (Photo: Zuhal Focan)
Gönlüm Başka Yere Kaydı
Berklee’ye gitmek istiyordum o zamanlardaki tüm müzisyenler gibi. Ama babamı genç yaşta kaybettim. Anneme sordum, “Hayır evladım, maddi imkanımız yok” dedi ve orada bitti. Gerçek hayat sonuçta. Fransız okuluna gittiğim için Fransızca biliyordum ve diplomam geçerliydi Fransa’da. Fransa’ya gittim. 2 sene matematik okudum. Bir rock grubunda çalıyordum. Fakat aynı zamanda bir jazz okulu açıldı 1976 – 1977 yılında. Oraya başladım ve bir süre sonra ikilem yaşamaya başladım. Yani bir taraftan jazz öğreniyorum ama akşam gidiyorum daha progressive çalıyorum. Ben koptum, onlar bir plak yapma sürecine girmişlerdi. Benim gönlüm başka yere kaydı dedim. Ondan sonra okudum, bana burs verdiler. Derken hocalık yapmaya başladım. Çok güzel senelerdi fakat bu sefer de bürokratik sorunlar çıktı. Çalışma iznimi alamadım. Çok uğraştılar benim için ama olmadı. Bir gün turne sırasında havaalanında Berklee’den biriyle karşılaştım. Neden keyfin yok dedi, anlattım durumu. “Fransa’da okula gittim, burada yıllardır yaşıyorum, bunlar beni istemiyorlar” dedim. 3 haftada bursumu yolladı, vizelerimi yolladı ve Boston’a gittim. Uzun süre Fransa’ya dönmedim. Galiba içimde bir şey kırıldı, yıllar sonra anladım. Paris’teki 1989 sonbahar festivalinin açılışını yaptık. 4 bin kişi filan. Bütün eski arkadaşlarım geldi, hocam geldi derken anladım ki o benim için tatlı intikammış. Sonra da buralara döndüm.
Odadaki En Akıllı Adam Sensen Yanlış Odadasın!
Her zaman kendimden daha iyi insanlarla çalacak, çalışacak durumlar yaratmaya çalıştım. Hatta bir laf vardır, ‘Odadaki en akıllı adam sizseniz yanlış odadasınızdır’ diye. Müziği de davul çalmayı da başka müzisyenlerden öğrendim. İçlerinde benim en iyi olduğum grup bana cazip gelmiyor. Kendi neslimde en önemsediğim müzisyenler Erkan Oğur, Aydın Esen, Arto Tunçboyacıyan’dır. Bu coğrafyadan bahsediyorum. Hepsiyle yolum kesişti, hepsiyle bir şeyler yapma imkanım oldu. Dolayısıyla ben de oturayım bir şeyler yazayım durumu pek olmadı. Aydın’la 2 – 3 sene birlikle yaşadık. Oturup 10 dakikada senfoni yazabilecek bir dehanın yanında da ben oturup iki satır bir şey yazayım durumu olmuyor. Kendi işinize odaklanıyorsunuz. Buna rağmen şimdilerde bir grup kurup, müzik yapıp, kayda girmek gibi bir niyetim var.
Bu Ülkede Bir Şeyler Değişebilir
Bilgi Üniversitesi’nde Jazz Performans Bölümü’nü kurmuştuk. En çok emeği geçen Ali Perret’dir. Ben de emek verdim. Neden kurulduğunu söyleyeyim. Bana rektörden teklif geldi 1996 senesinde. Tek başıma yapabileceğim, altından kalkabileceğim bir şey değildi. Ali Perret de benim Boston’dan tanıdığım, çok iyi bir müzik adamı, arkadaşım. Aynı zamanda da profesyonel denizcidir. Gelmek istemiyor filan. İkna edeceğim ama ne diyeceğimi bilemiyorum. Sonunda, “İki adam birtakım şeyleri değiştiremiyoruz, birini yetiştirirsek özgül ağırlığı olur. İleride bu ülkede bir şeyler değişebilir” dedim. Ali çok idealist adamdır. Bunu duyunca geldi. 1997’de başladık. Özel ders, yani her hocanın karşısına bir öğrenci koyuyorsunuz, ciddi masraflı bir şey. 2003 – 2004 yıllarına gelince idare biz bunun altından kalkamıyoruz deyince biz “O zaman bölümü kapatmayın. Kompozisyon ve müzik teknolojileri devam etsin, icra bölümünü kapatalım” cevabını verdik. Tabi ki jazz dünyasından çok tepki aldık. Çünkü o 7 – 8 senede çok müzisyen yetişti. Dönüp baktığımda, “Yaptığım en iyi şeylerden biriydi” diyorum.

Ricky Ford (ts), Can Kozlu (d) (Photo: Can Kozlu Archive)
Cendereye Gelmeyen Ruhum Var
Jazz’ın o belli sınırlar içindeki hür olma halini seviyorum. Klasik müzikte bunu bulamayacağım kesindi. Yurtdışındayken daha çok folk müzikleriyle haşır neşir oldum ve birçok müzisyenle çaldım. Buna Kübalılar ve Afrikalılar da dahil. Hint müziği çaldım, siyahilerle R&B çaldım. Fakat folk müziklerinde genellikle size pek alan tanımazlar. Türk folk müziğinde de böyledir. Yani birtakım sınırların dışına çıkamazsınız. Dolayısıyla bu ortamlara girip çıkarken faydacı biçimde bunlardan beslendim ama uzun süre içinde kalmadım. Çünkü jazz bütün o öğrendiklerimi, duyduklarımı kullanabileceğim bir şey oldu. Onun içindir ki serbest jazz ile de çok haşır neşir oldum. Sanırım çok da formatlamaya, cendereye gelmeyen bir ruhum var. Onun için jazz belki beni çekti.
Bunun Yazılı Kuralı Yok
Bence jazz’ın en önemli boyutlarından biri uç bireysellik, diğeri cemaat anlayışı. İşte mikrofona gidiyorsun solo yapıyorsun fakat aynı zamanda da inanılmaz bir cemaat anlayışı var. Sadece ben yaptım, oldu durumu yok. Çünkü arkanızda 2 – 3 kişi daha var. Afrika müziği çaldığım için de biliyorum bu biraz Afrika’dan gelen bir anlayış ve bu olmadığı zaman jazz da olmuyor. Yani jazz sadece Blue Note çalmak, belli ritimleri çalmak değil. Bu işin ruhunda olan bir şey. Tanınan ya da tanınmayan bir piyanist olsanız da buna uymak zorundasınız. Bunun yazılı kuralları yok. Yıllar içinde sahnede pişiyorsunuz ama bunu yapmayan, benimle göz seviyesinde çalmayan, bu kurala uymayan insanlarla çalmıyorum artık. Solist orada tökezlediği zaman ona destek veriyorsunuz, işte iyi bir şey yaptığı zaman ‘Yürü ya kulum!’ diyorsunuz.
Jazz, Yüceleştirilmiş Folk Müziğidir
Dünya müziklerinin yüzde 99’u folk müziği. Hatta buna jazz da dahil. Hatta ben gençken, daha bir pürist jazz’cıyken Erik Saite’in bir sözünü duymuştum. Jazz için yüceleştirilmiş folk müziği diyor. Buna alınmış; anlamamıştım adamın aslında demek istediğini. Aslında jazz da folk müziği ve ben bunu folk müziği şeklinde de çaldım. Yani Amerika’da ev partilerinde de çaldım. Folk müziğinin dışına çıktığımızda, Klasik Batı Müziği olarak adlandırdığımız müzik dünya müziğinin çok ufak bir parçası. 1800’lerde Viyana sokaklarında belki yaşıyordu ama 150 sene sonra bunu yaşatmak zor. Dolayısıyla folk müziklerinin kendine has bir gücü var. Jazz da folk müziği. Ama ne yapmış, Avrupa’nın daha ileri düzeydeki armoni bilgisini almış, yoğurmuş ve onu da Afrika müzik anlayışıyla birleştirmiş bir müzik türüdür jazz…

Can Kozlu (Photo: Can Kozlu Archive)
Dün Akşam Ne Kadar İyi Çaldıysan, O Kadar İyisin
35 sene bana kimse Berklee’de ne yaptığımı sormadı. Dün akşam çaldığınız, iyi olduğunuz kadar iyisiniz. Dolayısıyla sürekli sınandığımız için bir konser verip havalara uçmuyoruz. Klasik müzisyenlerde biraz o var. Çok ağır buluyorum onların durumunu. Bir parça için aylarca veya bir sene çalışıyorlar. Aman Allah’ım! Ne büyük bir stres! Belki benim yaptıklarım da onlara zor geliyordur. Ancak jazz’da bir gece iyi çalıp, üç hafta yatarsanız zaman kaybedersiniz. Kötü çalarsanız da her şey bitmez, 2 gün sonra daha iyi çalarsınız. İyi jazz müzisyenlerinde herhalde ortak şey, iyi bir öz disiplin olması. Çünkü kimse size otur günde 4-5 saat üslubunu çalış demiyor. Plaklarını çaldığımız kişilerin seviyesinde bir emprovizasyon yapabilmenin süresi de çok uzun. Gençlerin moralini bozmayayım ama 20 – 30 sene şart.
Yaşlanan Jazz Müziği
Jazz biraz fazla elit oldu. Bu, yadırgadığım bir şey. Eskiden kulüplerde çalınan, laboratuarlarının kulüp olduğu bir müzik stili fazla yüceleştirildi ve özünden koptu. Klasik müzik olma yolunda gidiyor. Jazz, prestijli bir şey, konser müziği oldu. Eskiden konser müziği değildi. Dolayısıyla yüceleştirilmenin sonucu olarak da birazcık, birazcık değil aslında epeyce dinleyici kitlesinden koptu. Türkiye’deki rakamları bilmiyorum ama Amerika’dakilere göre jazz dinleyicisi gittikçe azalıyor. Yani yaşlanıyor, öyle bir istatistik gördüm ortalama 37 yaş iken şimdi 50’lerin sonlarına gelmiş durumda. Bu konuda artık klasik müzik gibi oluyor. Bu, özgün şeyler olmuyor anlamına gelmiyor. Ama o eski 50’lerdeki 60’lardaki durumu yok. Klasik müzik 200 sene yaşadı. Herhalde bu müzik 80 – 90 sene yaşadı. Merak ediyorum, bakalım neler olacak…