Beyoğlu’da gezdiğim gecelerden bir tanesi. Hava sağlam soğuk. Kaybolayım dedim sokaklar arasında. Hemen Çukurluçeşme Sokak tarafına attım kendimi, Saint Pulcherie’nin olduğu caddeye… Okulun önünden geçerken kafeler arasına adeta sıkışmış küçük girişli bir kafeden belirli belirsiz ama çok güzel sesler geliyordu, aniden durdum, minik merdivenlerini hızlıca çıkarak kapı ağzını dolduran masalar arasından hızlıca geçip kafamı içeriye doğru uzattım. Daha sonra fark ettim ki merdivenlerin başına o akşam kimlerin çaldığını kara tahta üzerine renkli tebeşirlerle yazmışlar. İçeride genç bir adam, kendinden geçmiş bir şekilde enstrümanına ve dinleyiciye hakimiyet sağlamış. Kapının girişindeki kıvırcık saçlı adama sormuştum şaşkınlığımı ve heyecanımı gizleyemeden: “Bu çalan kim ya?”. Hafif tebessümlü ama gururlu biçimde cevap vermişti bana sevgili Turgay Demiryürek: “O, Tamer Temel…”
Birkaç dakika daha dinledim, sonra gitmek zorunda kaldım, lanet olsun… Ancak kafeden uzaklaşırken aklımda yapacağım tüm işleri, buluşacağım tüm kişileri bırakarak kendimi bu kafeye en azından bu “dâhi” müzisyene daha yakın tutmam gerektiğini hissediyordum.

Tamer Temel (Photo: internet/unknown)
“Barcelona” albümünü aldım hemen, ülkede kaliteli jazz müziğin birkaç adresinden biri olan A.K Müzik’ten çıkmıştı, arka arkaya dinlediğim parçalar ile şu ana kadar öyle bir müzik dinlememiş olduğumu anlamış ve büyülenmiştim. Amerika’da kayıt edilecek albümün daha sonra süreçteki bazı sıkıntılardan dolayı Barcelona’da yapılması ve daha birçok değişik detay beni bu albüme daha da bağlamıştı. “Bir Kedi Kara” geldi peşinden. Aklıma düştü Ece Ayhan. Ne de severim kendisini…
Eşi Çağıl’ın ilk stüdyo albümü “Bir Parça Ay, Biraz Kuş”taki performansı ile karşıma çıktı sonra. Albümdeki performansı derinden etkilemiş, eşimle gittiğim albümün “akustik lansmanı”nın olduğu “Bir Parça Tel, Biraz Yay” konserinde de nefeslerimizi tutarak hissetmiştik kalbimize serptiği her notasını. Konser sonrasında da tanıştık. O akustik konserden sonra Çağıl’ın albümünü her dinlediğimde, “Barcelona”yı her çevirdiğimde, ‘Bir Kedi Kara’yı Ece Ayhan’dan her okuduğumda, Tamer Temel’in kalbimde bıraktığı izleri taşımaktan dolayı garip bir mutluluk duyuyordum.
Salon İKSV’deki “Ercüment Orkut – Low Profile feat. Marius Neset” konseri sonrası kenarda köşede iki dakika da olsa sohbet edebilmiştik. “Yeni albümün çıkmasına daha var ama güzel şeyler olacak biraz bekle, zaten tanıdık kişiler kadroda gene” dedikten sonra evime giderken içimde kıpır kıpır bir heyecan, suratımda kocaman bir gülümseme vardı.
“Serbest Düşüş” çıktı şimdi, bir kez daha kendi evi A.K. Müzik’ten. Zaten bildiğimiz, sevdiğimiz, sanki aile üyesi bellediğimiz kadro. “Bir Kedi Kara” ekibinden klavyede Sibel Köse Quartet’le tanıdığım Serkan Özyılmaz ve gitarda Ülkü Aybala Sunat’ın albümü “Artiz Kahvesi”nde kalitesini bir kere daha görebildiğimiz Eylül Biçer zaten cepte. E değişiklikler de var tabii: Cem Aksel yok, Kenny Wollesen yok, Volkan Topakoğlu yok. Ancak gücünden hiçbir şey kaybetmeyeceğini anladığımız Tamer Temel, devre arasında oyuna soktuğu takım arkadaşlarını iyi seçmiş. “Koşar Adım”ın MIAM kayıt görüntülerinde efsaneleştiğini görebileceğimiz Volkan Öktem, kaliteli yürüyüşlerinden her daim keyif aldığım ve tekniğini çok beğendiğim Nardis’in de gediklilerinden olan Matt Hall albümü güzelleştiren müzisyenler.

Eylül Biçer, Matt Hall, Tamer Temel, Volkan Öktem, Serkan Özyılmaz (Photo: Yalım Akın)
Tamer Temel müziğini sevmemin sebeplerinden biri de parçalara verdiği isimler. Her parçasının insana hissettiklerini parçanın ismi olarak belleyebilmemiz Tamer Temel’i bence en özel kılan özelliklerinden biri. Sevgili Eray Aytimur’un Tamer Temel ile yaptığı ve sitemizde okuyabileceğiniz söyleşisine paralel olarak, “Serbest Düşüş”ün 2016 Türkiye’si ve dünya’sını tam olarak anlatan bir “soundtrack albüm” olduğunu düşünüyorum. Yaşamın zorluklarını atlatamayan bünyenin ve son 10-15 yılın ülkeye, ülkelere yaşattığı etkiye bağlı olarak serbest düşüşe dayalı doğaçlama yaşamın anlatıldığı “Serbest Düşüş”ü, patlamaların, yitirilen canların, sönen ışıkların dinleyene tokat gibi yapıştığı “Dram”ı, “Evet, gene de bir kaçış var, bir çıkış var ya da bir kurtuluş. Işığı gördük, hadi hızlıca oradan gitmeye çalışalım” temalı “Koşar Adım”ı, atılan her adımın, alınan her nefesin, yazılan her yazının ne kadar önemli olduğunu ve bunun bir kişi, bir kuruluş, bir grup veya bir düşünce olarak yakından takip edilirken içimizde biriktirdiğimiz ve hiçbir zaman da sönmeyecek olan umudun anlatıldığı “Panoptikon”u, korkan, ses çıkar(a)mayan ya da ayağa kalk(a)mayan ve sadece kendi çıkış kapısını arayan düşüncelerin özetlendiği “Bencil”i dinlerken kalplerin sızlaması olası…
Yukarıda anlattığım hislerin dışında aslında ki birçok hisse tercüman olabilecek çok özel bir albüm “Serbest Düşüş”. Ancak bir gerçek var ki, Tamer Temel “Serbest Düşüş” ile jazz severlere adeta sağlam bir jazz tokadı atmış. Hayatımda yediğim tokatlar arasında en hoşuma giden de bu sanırım.