25 Ekim’de Alright! isimli ilk solo albümünü Lin Records etiketiyle çıkaran Cem Tuncer ile albümün ardından gerçekleşecek ilk konser öncesi uzunca sohbet etme imkanımız oldu. Albümden, piyasadan, Cem Tuncer Quintet’ten, eğitimden ve festivallerden bahsettik.
Türkiye’nin en iyi sideman’lerinden birisiniz. Bir sürü projelerde yer alıyorsunuz, öbür taraftan dizi ve film müzikleri var. Solo proje için bu kadar beklemenizin bir sebebi var mıydı?
Bizimki biraz terzi kendi söküğünü dikemez modeli. Hep sideman’lik, prodüktörlük, dizi ve film müzikleri… Hep böyle bir üretim içindeyim ama kendimle ilgili kayıt manasında özel bir şey yapmadım bugüne kadar. Ama üretim hep devam. Herhalde şimdi otursam beş altı tane albümü kaydedecek kadar müzik var. Ricky Ford ile de dostluğumuz çok eski, zaten hepimiz talebesiyiz. O da son zamanlarda buraya oldukça geldi gitti, konuşur olduk. “Senin albümün ne zaman çıkıyor?” diye soruyordu. Biraz hızlandırdık. Aslında hedefim bu albümü kırk yaşında yapmaktı, kırk ile kırk bir arasında yapmış oldum. “Maksimum şuralarda yapayım artık” diye düşünmüştüm, sanıyorum bundan sonrası artık çorap söküğü gibi gelecek. Hâli hazırda bir sürü şey var, bundan sonrası kendi kariyerim açısından biraz daha hızlı gerçekleşecek.
Doğrusu bu röportajı yapmak istememin asıl sebebi albümün ismiydi. Neşet Ruacanlar’dan Sibel Köseler’e, konserler sırasında sürekli duyduğumuz “Alriiiiight” lafının bir albüme isim vermesi inanılmaz hoşuma gitmişti. Bir de sizden duyalım isterim bu lafın anlam ve önemini.
Anladığınız üzere bu, Türkiye’deki jazz müzisyenlerine bir selam, espri, gönderme. “Alright!” deyince jazz oluyor çünkü. Biz Neşet (Ruacan) Abi’den, Deniz (Dündar) Abi’den böyle gördük. “Alriiight!” denince orada şahane bir şeyler oluyor herhalde anlamına geliyor. Bu aramızdaki espriyi artık insanlar da öğrensin, bilsin istedik. Türkiye’nin duayenlerine bir saygı duruşu bu. Sahnede birlikte çaldığımız arkadaşlarımıza bir selam, bizden sonra gelenlere de bir espri niteliğinde. Gerçekten buralı jazz’cıların kullandığı bir laf olduğu için bizim için anlamı çok farklı.
Nereden geldiğini biliyor muyuz peki, ilk “Alriiiight!” ne zaman ortaya çıkmış?
O efsane ya Deniz Dündar’ın ya Neşet Ruacan’ın. İkisinin de arkadaşlıkları çok eskiye dayanıyor ve müziğe başlama zamanları birbirine çok yakın olduğu için orasını onlara sormak lazım. Neşet Abi ile çok vakit geçirdiğimiz için hep ondan duyardım. Tabii Deniz Abi ile de oldukça vakit geçirdik. Onlar sanki başlangıcı.
Akıllara da daha yeni olan “Bravo Engin!”i getiriyor şimdi. Sizden çıktı değil mi o?
“Bravo Engin!” lafı gerçekten bizim meşhur ettiğimiz laflardan biri. Her şey ve herkese “Bravo Engin!” demeye başladık. Sınırları aştı artık, hatta ülke sınırlarını aşıp başka ülkelerde de duyurmaya başlayabilir kendini. O, Engin’in şahane bir müzisyen, takdire şayan bir insan olmasıyla başlayıp sonra kendimizi alamadığımız bir şekilde herkese söylediğimiz bir takdir cümlesi oldu. Ediz (Hafızoğlu) de güzel bir şey çalınca “Bravo Engin!” diyoruz. Aramızda şahane bir espridir.

Ediz Hafızoğlu & Volkan Hürsever & Ricky Ford & Engin Recepoğulları (Photo: Begüm Koçum)
Tabii bu quartet’in aslında ne kadar uzun süredir birlikte ve artık kemikleşmiş bir yapıda olduğunu hatırlatmak lazım. Bilgi Üniversitesi yıllarından beri böyle, değil mi? Sadece sahnede değil, hep bir aradasınız. Müzisyen sofralarından birlikte gezmelere kadar.
Bizim her hâlimiz beraber olduğu için sadece müzik adına bir araya gelmiyoruz. Mümkün olsa 24 saatin 20 saati beraberiz. Tabii Volkan Hürsever inanılmaz bir müzisyen, herkes onunla çalmak istiyor, bir sürü projeye dahil oluyor. Ediz Hafızoğlu acayip bir müzisyen (iyi manada), herkes onunla çalmak istiyor. Engin Recepoğulları “Bravo Engin!” zaten. Benim de meşguliyetim dillere destandır, dolayısıyla biz bunu bir araya getirdiğimiz zaman muhabbetten feragat ederek sahneye taşıyoruz. Sonra çok büyük bir özlemle bir araya geliyoruz. Çoğunda da sahnede muhabbet etmiş oluyoruz. Çok eski arkadaşlıklar. Her şeyi son derece samimiyetle, hayatı son derece derinlemesine paylaşan insanlarız. Herhalde sahnede de bu görünüyordur, müziğe de yansıdığını hissediyorum. Çünkü bir araya gelip kulaklıkları takıp stüdyoda bir şeyi böylesine çalmak çok kolay bir şey değil. Hem müzik çıkaracaksınız hem tek seferde olacak hem de güzel, sizce de güzeldir umarım, olacak. Bu çok büyük bir şans, her zaman da böyle bir araya gelmez ensemble’lar. Profesyonel olarak bir araya gelirsiniz, ticari bir şekilde olabilir ama arkadaşlık ne derece olur, ne kadar müziğe yansır onu bilemiyorum. Bu benim için çok büyük bir şans, gerçekten sahnede otuz iki dişiz. Tabii sahnede öyle, içimizde sizlerin bilmediği, işimizi çok ciddiye almaktan birbirimize girdiğimiz zamanlar da oluyor. O da sadece müzik adına elbet.
Ricky Ford Bilgi’de hocanızdı. Keza Volkan Hürsever de.
Volkan kontrbas dersi verdi, ensemble vermedi diye hatırlıyorum. Bizim Volkan ile hocalık yaparken de arkadaşlık ilişkimiz vardı ama biraz daha sonra çalmaya başladık. En eski Ediz ile, Ricky ile. Sonra Engin ve Volkan ile. Ricky Ford’un big band’i vardı, orada çalardım öğrenciyken. Benim kompozisyon ve big band aranjman hocamdır, birlikte hem çaldık hem yazdık. Müzik yazımı konusunda çoğu şeyi ondan öğrendim. Onunla dostluğumuz enteresan boyutta. “Uncle” (amca) diyoruz ona. O bizim hem arkadaşımız hem hocamız hem amcamız. Çok babacan, çok iyi niyetli, kucaklayıcı, motive edici, müthiş bir müzisyendir. Zaten bu müziği bulan insanlardan bir tanesi bence. Dolayısıyla bizim gibi müzisyenlerin onunla çalması büyük bir şans. Onun bu mevzuyu hem bir Amerikalı hem saksafoncu hem de Charles Mingus, Duke Ellington gibi bu müziğin babaları sayılan insanlarla çalışmış ve müziği oradan biliyor olarak bizlere aktarması çok büyük bir şans. Şahane bir gelenek ve geleneğin yanında modern bir müzik anlayışına sahiptir. Çok ilginç bir espri anlayışı var müziğin yazısı içinde; hepsini bizimle paylaşır, bize öğretir. Zaman zaman hiçbir yerde duyamayacağınız kulis anıları anlatır. Dolayısıyla o bizim için eşi benzeri bulunmaz bir hazine.
Ve ilk Türk müzisyenler sizsiniz albümünde bulunduğu.
Evet, böyle bir albüm yaptığı ve sideman olarak yer aldığı ilk albüm.
“Bir eğitim kurumunun en büyük vitrini sanat dallarıdır”
Müzik eğitimi kısmına gelmek şart oluyor bunlar konuşulurken. Sizin döneminizde Bilgi Üniversitesi bu işin yeriydi. Aldığınız eğitim, çalıştığınız hocalar muazzamdı; şu an piyasada gördüğümüz çok önemli isimlerin çoğu Bilgi çıkışlı. Ülkede şu anki müzik eğitimi hakkında neler düşünüyorsunuz?
Ben 98’de girdim, 2002’de mezun oldum. Sonra bir 10 sene kadar aktif olarak devam etti Bilgi.
Memleketlerin eğitim, sanat politikaları köklü olmadığı zaman okulların da bir şeyi gelenek olarak devam ettirmelerini bekleyemiyoruz. Neyse ki çok köklü konservatuvarlarımız var da diğer tarzlarda, klasik müzik adına şahane müzisyenler yetişiyor. Biz maalesef jazz eğitimi konusunda köklü olamadık. Ticari kaygılarla özel okulların elinde pek iyi kullanılamadı bu müzik. Devam ettirilseydi inanılmaz bir gelenek ortaya çıkabilirdi, ticari yönünü dahi kimsenin umursamayacağı kadar iyi olurdu. Talebi çok olurdu. O konuda biraz acele ettiler. Halbuki bir eğitim kurumunun en büyük vitrini sanat dallarıdır. Bir üniversitenin içindeki tiyatro, müzik, resim, heykel bölümü onun reklamıdır. O üniversiteyi üniversite yapan ana sanat dallarındandır, dolayısıyla umarım gelecekte böyle güzellikler olur. Bizim için üzücü olan şu; diplomaya bakıldığı zaman havalı bir diplomamız var. “Bachelor of Arts” yazıyor, bir sürü denkliği var yurt dışında. O zamanki dekanın, çok hatırı sayılır insanların imzaları var diplomamın üstünde. Ama bundan yirmi sene sonra orası yok. Berklee College of Music öyle değil, aradaki fark bu. Biz güzelce öğrendik, şahane bilgilerimiz oldu, çok güzel öğrencilik geçirdik ve kullanıyoruz bu avantajları. Ama dönüp baktığım zaman mezun olduğum okul yok. Yok olacak. Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da böyle bir şey söz konusu olamaz. Oxford’dan mezun olacaksınız, Oxford kapanacak. Ya da Oxford’un mezun olduğunuz ekonomi bölümü kapanacak, böyle bir şey herhalde duymamışızdır hiçbir yerde. Bunu bizim yapmamız mümkün mü? Tabii, eğer bu işi ciddiye alıp uzun vadede, kapatılmamak üzere ciddi bir şey yapılırsa hepimiz herhalde koşa koşa o yola baş koyarız. Ama üç sene, on yıl sonra kapatılacaksa kimse o kadar emek vermek istemez. Ali Perret, Can Kozlu, Neşet Ruacan gibi insanlar hayatlarını, bildikleri her şeyi koyup dünya çapında bir sistemle eğitim verdiler. Her sene en az bizim kadar çalabilecek insan yetişse ne güzel olurdu. O sebeple devletlerde kültür sanat politikaları olacak ki, desteklensin bu tip şeyler. Tek bir okulun da günahı yok bu noktada. Bu konuda yaralı olduğumuz için bolca konuşuyoruz tabii.

Ricky Ford & Cem Tuncer (Photo: Tunahan Emre)
Tekrar albüme dönersek… Albüm süreci önce birlikte turneye çıkıp çalmanızla başladı. Sonra stüdyoya girmişsiniz.
Müzikler zaten hazırdı. Kafamda ekibi oluşturunca aranjmanları tekrar gözden geçirdim. Bu proje için yazdığım yeni parçalar da var. Bir tane de Ricky Ford’u ağırladığımız için onun bir parçası var; 7 Reggae Forde. Ki asıl amacımız onunla düet yapmaktı albümde, sonra quintet oluverdik. Sağ olsun o da bizi kırmayıp keyifle çaldı. Önce yollarda ısıttık; Bova, DasDas, Ankara’da Gaga Play’de çaldık. Ufacık bir turne sonrasında Hayyam Stüdyoları’nda kayıtlara girdik iki günlük. Her parça tek seferde çalındı, olduğu gibi tüm kaydı günahıyla sevabıyla albümde duyuyorsunuz.
Ve Alright Spotify’ın State of Jazz adlı çalma listesine girdi. Türkiye’den bu listeye giren ilk sanatçı sizsiniz, değil mi? Görünce bir “as bayrakları” moduna girdik topluca.
Sanıyorum öyle. Keith Jarrett, Avishai Cohen, Brad Mehldau gördüm, altlı üstlüyüz. 300-400 bin takipçisi olan önemli bir liste. Cumhuriyet Bayramı’mıza gelmiş olsun.
Albüm Lin Records’dan çıktı. Ediz Hafızoğlu’nun şirketi.
Evet, Ediz’in şirketinden çıkardık. Benim de müzik şirketim var. Daha çok film ve dizi müziklerini oradan çıkarıyorum, yaklaşık on küsur albüm var bana ve Ercüment Orkut’a ait. Birlikte yapıyoruz onunla. Biz de çıkarabilirdik ama tür olarak birtakım raflarda yer alması gereken düzenler var. Lin Records jazz üstüne çalışıyor, benim şirketim film müzikleri üzerine bir kitleye sahip. Dolayısıyla öyle bir karar aldık, ki Ediz’in öz kardeşimden farkı yok. Umarım ona da böyle bir albüm yarar. Çok da güzel gidiyor, güzel destekleniyor. Tanıtımı harika. Plak şirketinin bunu desteklemesi de önemli, sadece yayına sunup bırakmakla olmuyor. Lin sürekli takipte ve Ediz o işlerden çok iyi anlıyor.
Albümde her parçanın ayrı hikayesi vardır tabii. Ama “bu parça çok özel” diyebileceğiniz bir hikayesi olan bir parça var mıdır?
Babushka bizim için çok önemli örneğin. Rahmetli babaannem için yazdığım bir parça. Parçayı kaydettiğimizin ertesi günü, ilk defa bir festivalde çalacakken babaannem vefat etti. O gün ilginç bir gündü. Tepemizde kuşlar uçuyordu, “Kuş olup geldi” derler ya, oradaydı sanki. Öyle acayip bir havası ve anısı var bende. Kızım Zeynep için yazdığım bir blues var: ZT Blues. Parçanın sonunda kendi sesini kullandık, onun için çok büyük olacak, anısı güzel. Düşünsenize, daha bir yaşında değilsiniz ama bir albümde yer alıyorsunuz. O albüm enteresan listelere giriyor, çeşit çeşit insanlar tarafından dinleniyor. Tabii büyük şans, bizim anne babamız böyle şeyler yapmadı.

Cem Tuncer (Photo: Tunahan Emre)
“Müzikte faşizmin yeri yok”
Farklı türlerde varlık gösteren isimlersiniz, ekipteki herkes farklı tarzlarda insanlarla çalmış, albümlerde yer almış. Buna da açıksınız kafa olarak.
Müzik aslında yaşantı olarak tek bana kalırsa. Sen bir müzisyensen ne çaldığın önemli değil. En nihayetinde sadece müzik yapabilmek için insanın hayatını adamasıyla alakalı bir mevzu bu. Dolayısıyla hedef tek: müzisyen olmak, müzisyen gibi yaşamak, çok iyi bir şeyler üretmek, çalmak adına kendini motive etmek üzerine kurulu bir hayat sürmek. Uğraşılan tarzın çok da önemi yok. İlla “şu olsun”, “bu olsun”, “jazzdan başka bir şey çalınmasın” gibi bir faşizm niye olsun ki? İsteyen istediğini iyi şekilde yapabildikten, işin içinde samimiyet olduktan sonra bence herkesin çaldığı şey jazz, diyormuşum.
Ve aslında jazz o kadar güzel bir şey ki bu tantana boşuna değil. Gerçek manasıyla yaşansa ve çalınsa gerçekten başka hiçbir müziğe gerek kalmayabilir. O kadar her şeyi içinde barındıran, kuvvetli, besleyici bir müzik türü, tek başına akım ki bu, inanılmaz. Aslında hem bütünleyici hem destekleyici hem kabul edicidir. Yaşam şeklidir. Onun için bu “jazz, jazz, jazz” tantanası. Öğrenmesi, eğitimi hayat boyu devam eden, her sahneye koyduğunuzda başka bir atmosfer, heyecan ve hikaye yaratan, yaşatan bir müzik. Hiç dönemine takılmadan; ana akım, acid, modern, swing, manouché da olsa… Çünkü hepsi aynı yerden gelir, aynı heyecanı paylaşır. Derdi bambaşkadır. Yoksa Ediz’in Ceza ile çaldığı da jazz, Neşet Ertaş’ın çaldığı da jazz. Onu nasıl anladığınıza göre değişir. Hepsinin derdi aynı aslında. Samimiyetle yaptıktan sonra hepsi aynı.
Malum jazz piyasasında hep bir “bu jazz değil”, “bu kişi jazz’a hâkim değil” cümleleri üzerinden tartışmalar dönüyor. Müziğin tarihi kadar eski bir konu. Günümüzde en çok da Marsalis ailesinden geldiğini duyduğumuz bir saldırı çeşidi yenilikçi ve eklektik müzisyenlere karşı. En son Robert Glasper ve Kamasi Washington ile olanları hatırlarsınız. Sizin düşünceleriniz neler buna dair?
Oradaki mevzuyu tabii bir müzisyen olarak dinleyiciden farklı bir şekilde algılayabiliyorum. Ama öyle bir şeyi tartışmaya açmak ister miydim bilemiyorum. Hele aynı kulvarda olduğunu düşündüğümüz insanlar açısından… Hani başka bir kulvara atıfta bulunmak yine olası geliyor. Wynton ya da Branford Marsalis, evet, bu işin ana isimlerinden fakat Kamasi Washington niye olmasın ki? O da geleneksel çalabilirdi, onun da müzik bilgisi alabildiğine geniş. Ama belki senin çaldığın gibi çalmak istemiyor. Bu kadarı da tartışmaya açık bir şey değil bence. Müzikte faşizmin yeri yok, o benim kabul edebileceğim bir şey değil. “O daha çok cümle biliyor”, “bu daha az cümle biliyor”, bilemiyorum… Belki de iki tane cümleyle çok enteresan bir şey çalıyorsunuz. Miles Davis de aşırı cümle biliyor gibi çalmıyor. Ama dünyanın jazz’ını çalıyor. O tip işler belki de bir şeyleri hareketlendirmek adınadır, kimse boş yere hareket etmez. Belki prodüksiyon harikasıdır, arkada bir şeyler vardır, kimse kimseye durup dururken böyle bir şey söylemez diye düşünüyorum.
Peki müziğin içinde bulunduğu dönemi yansıtması gerektiği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bunlar projeler çerçevesinde değerlendirilebilir. Örneğin son zamanlarda sıkça rastladığımız bir manouché projesi var. Kıyafetleriyle, tarzlarıyla kapsadığı 20li-60lı yıllar, 40lı-70li zamanlara atıfta bulunan projeler. O stilde proje yapıp sene 2019 da olsa o zamanlar çalındığı hâliyle çalınmasında hiçbir sıkıntı görmüyorum. Çünkü o öyle bir proje, böyle çalınmak istenmiş. Bizimki de ana akım denilen dalgaya denk geliyor. Biz bunu böyle çalmak istediğimiz için böyle. Ama dün belki de burada elektronik müzik yapıyorduk başka bir ekiple. Biz elektronik müzik ekibi mi olduk, ana akımcı mı olduk? Bu tip şeylere proje bazında bakıldığı zaman kimsenin kafası karışmaz, yanlış da aranmaz burada. Zaten bir proje bir şey anlatıyorsa, kurgulanmışsa, güzel bir hâldeyse ona proje demek lazım; bazen çok kolay oluyor her şeye o ismi vermek.
Peki siyasal olarak?
Sabah haber okuyan, akşam caddesinde bomba patlayan bir memlekette yaşayan bir insansan yazdığın müzik elbet etkilenecektir. Buna müzik illa protest olarak cevap vermez, “memleketimdeki acıyı anlatayım” demek zorunda değil. O acı zaten müziğinde buram buram çıkacak. Toplum bilinciyle bir eser çıkartma gayesine sanat üretimi yapan insan pek takılmaz galiba. Bir şeye ithafen yapılır tabii, o ayrı. Ve elbette yurt dışında yaşayan bir müzisyenle benim aynı reflekse sahip olmam beklenmez. Herkesin ortaya koyacağı eserin ateşi farklıdır fakat bu zaten ortaya çıkıyor isteseniz de istemeseniz de.

Cem Tuncer (Photo: Tunahan Emre)
Bu aralar müzisyenlerden gördüğüm ortak bir tepki var “jazz” ve “festival” isimlerine karşı. Özellikle bu yıl sayıları oldukça arttı, devamlılıkları ve içerikleri sürekli tartışma konusu. Siz de bu duruma şüpheli yaklaşanlardan mısınız?
Sayısı giderek artan, “jazz festivali” adı altında bir sürü festival görüyorum. Bu yaz dikkatimi çekti, sanırım yirmi kadar yeni jazz festivali çıktı. İsmine “jazz” denildiğinde içerik bazında hemen jazz festivali oluyor mu onu değerlendirmek lazım. Line-up’a baktığınızda farklı alanlarda üreten insanların isimlerini görüyorsunuz. Büyük sahneler, illa büyük isimler olsun diye bir derdim yok. Sadece içeriğinin kafasının karışık olmaması gerektiğine dair dikkat çekmeye çalışıyorum. Bu konuyla hiçbir alakası olmayan bir ekibi sadece tirajı, seyircisi yüksek diye o festivalin içine eklemek, festivalin ticari yükünü oradan karşılamaya çalışıp öbür tarafı beslemeye çalışmak düzenleyenler tarafınca haklı görülebilir. Fakat dışarıdan öyle görünmüyor. Müzisyene de haksızlık oluyor bu. Ve dünyanın her yerinde tartışılıyor bu biliyor musunuz? Pori Jazz Festivali’nde de, Montreux Jazz Festivalinde de.
İsmi farklı olabilir örneğin?
Evet. Neden singer/ songwriter festivali demiyorsunuz? Deyin, rahatlayın, herkes rahatça çıksın. Neden bu, “müzik festivali” olmuyor? Harbiye Açıkhava’da tüm popçularımız cayır cayır çıkıyor. Tamam, orası doydu oraya. Jazz festivaline artık jazz müzisyenlerini getirseniz mesela? Ya da adını değiştirin, “müzik festivali” olsun. Kimse bir şey diyemez. Hem jazz festivali gibi havalı bir isimden istifade etmeye çalışıyorsunuz hem de içeriğinde bu isme sadık kalmıyorsunuz. Neden jazz festivali yapmak istiyorsunuz? Çok mu prestijli oluyor, merak ettiğim bu. Benim elbet hoşuma gider, keşke çalacak yer çok olsa, sayısız jazz festivali olsa; çalabilsek, üretebilsek sürekli. Buna bizden fazla sevinecek kimse olamaz ama bunu en çok biz eleştiriyoruz şu an. Ortada bir yanlışlık var. Bu kafa karışıklığını çözebilmek adına biz nasıl yardımcı oluruz? Danışabilirler bize, sorabilirler. Daha çok röportaj olabilir, basında daha çok yer alabilir. Müzikal direktörlüğü neden jazz müzisyenleri yapmıyor mesela? Neden komitelerin çoğunda bir tane bile jazz’la ilgili insan göremiyoruz? Benim bu tip şeylerde yer aldığım oldu örneğin. Alanya Jazz Festivali’nin kuruluşuna çok büyük emek harcadım. Bir kere davet edilmedim o ayrı konu. Gerçekten jazz festivali demek istiyorsak bir festivale, lütfen o organizasyonun içinde jazz müzisyenleri olsun. Jazz müzisyeni işin hesap kitabına karışsın demiyorum bakın. Direktör olarak; fikirlerine ihtiyaç duyulan, öneri yapan kişi olsun. Biz TRT Big Band için her ayın sonunda bir konuk hazırlıyoruz, bizimle çalacak jazz müzisyenlerini seçip TRT’ye veriyoruz. Aynı bu şekilde olabilir. Biz bilmiyor muyuz bunun daha ticari, insan getirecek şekilde yapılmasını? Dolayısıyla bunları işin ehli insanlara bıraksalar keşke. En azından içeriği doğru olsun, adı doğru konulsun. Jazz lafını çıkaralım, herkes rahatlasın.
Engin Recepoğulları, Ricky Ford, Cem Tuncer, Volkan Hürsever ve Ediz Hafızoğlu ile Alright! tüm online platformlarda ve raflarda yerini çoktan almış, alabildiğince yayılmış durumda. Naçizane, dinlerken en eğlendiğim, albümün onuncu ve son parçası Giant In Love’ı hâlâ dinlemediyseniz bir kulak veriniz derim. Engin Recepoğulları’ndan John Coltrane dinlemek her zaman çok özeldir. Bu şahane ekibe bir de efsanevi Ricky Ford eşlik ederken Giant Steps’e selam gönderen bu parçayla albüm harika bir şekilde sonlanıyor. Keyifli dinlemeler, bol konserler olsun.