Saksofon, trompet, davul, kontrbas, piyano.
Jazz müziği hakkında, konu müzik dalına ilgi beslemeyen bir dinleyiciye sorulduğunda akıllarına getirdikleri ilk 5 enstrüman genelde bu şekilde olabilir, hatta belki birinci yedek olarak “gitar” da eklenir. Bunun dışındaki enstrümanların müziğin hangi köşesine konuşlandırılabileceği birçok insanın aklına dahi gelmez iken, jazz müziğinin en önemli vibrafonistlerinden Bobby Hutcherson, (Milt Jackson’un bop akımında ön saflarda savaştığını düşünürsek) kendi jenerasyonunda enstrümanını en iyi şekilde kullanarak post-bop cephesinin ileri uçlarında konuşlanan yağız bir savaşçı olarak yeni nesil müzisyenler için unutulmaz bir idol olmuştur.
27 Ocak 1941’de Los Angeles, California’da doğan Bobby için müzik, özellikle de jazz erken yaşlarda kanına işlemeye başlamıştır. Teyzesinin yanında 9 yaşında piyanoya başlayan Bobby için klasik eğitimin sıkıcılığı her saniye artarken ailesindeki jazz bağlantılarının giderek artması onu bu yola daha da hızlı biçimde yönlendirir. Erkek kardeşi lisede Dexter Gordon ile aynı sınıfı paylaşırken, kız kardeşi de Eric Dolphy ile birliktedir. Gençlik yıllarında Miles Davis’in Prestige’e yaptığı “Miles Davis and the Modern Jazz Giants” albümündeki Milt Jackson geçişlerinin en başarılı sayılabileceği ‘Bemsha Swing i dinlemesi, onun için büyük bir dönüm noktası olur ve kendisini geliştirebileceği bir vibrafon almak adına para biriktirmeye başlar. 1965’te Atlantic için yaptığı “Jazz for the Jet Set” ve 60’lı yılların sonundan 70’lı yılların ortasına kadar MPS’den çıkardığı albümlerle kendisinden sıkça söz ettiren Dave Pike ile birlikte çalışan Bobby enstrümanı çalmasını tek başına öğrenir, ancak onun için asıl büyük adımlar basçı Herbie Lewis ile birlikte yerel gruplarda çalarak başlar. Yerel gruplarda ısınan Bobby, Paul Bley ve Scott LaFaro gibi genç müzisyenlere de çalar.
60’lı yılların başında New York’taki ünlü Birdland’in başarılı sextet’i Grey-Mitchell’da çalan ve New York’un jazz havasını bir kere derinden soluyan Bobby burada kalmaya ve müzikseverlere buradan seslenmeye karar verir. Kız kardeşinin erkek arkadaşı Eric Dolphy ve Jackie McLean ile birlikte 1963 yılının başında New York’taki ünlü kulüplerde boy gösteren Bobby, Blue Note için ilk kayıdını Jackie McLean’in unutulmaz “One Step Beyond”u için yapar. Grachan Moncur III’ün trombonda, Tony Williams’ın davulda, Eddie Khan’ın basta ve Jackie’nin alto saksofonda olduğu bu albüm ile Jackie McLean, uzun süredir birlikte çaldığı Sonnie Clark yerine Bobby’yi gruba dahil eder ve vibrafonun aslında piyanoya ne kadar iyi bir ikame olabileceğini bir kere daha kanıtlamış olur.

internet
Hard bop kökenli olan bu albümde bazı parçalarla free-jazz ve post-bop akımlarının da etkileri görülebilir. Bu albümden sonra Bobby’yi başta Jackie McLean’in “Action” ve Eric Dolphy’nin Blue Note için yaptığı unutulmaz avant-garde albümü “Out to Lunch!” olmak üzere Andrew Hill, Grant Green ve Dexter Gordon gibi ustaların birçok albümünde de görebiliriz.
Out to Lunch!’un dumanı üstünde tüterken ve Jackie McLean ile doğu yakasının ünlü jazz kulüplerinde ismini ışıklı tabloların arasında seçerken, ünlü prodüktör ve Blue Note’un bir numaralı ismi Alfred Lion, Bobby’ye bir albüm kontratı teklif eder ve 3 Nisan 1965 yılında Alfred Lion’un prodüktörlüğünde, Englewood Cliffs’teki ünlü Van Gelder Stüdyoları’nda Rudy Van Gelder gözetmenlğinde, tenor saksofon/ soprano saksofon/ bas klarinet ve flütte Sam Rivers, trompette Freddie Hubbard, piyanoda Andrew Hill, kontrbasta Richard Davis ve davulda Joe Chambers ile yıllar sonra bile ses getirecek olan “Dialogue”un kayıtları alınır.
60’lı yılların klasik Blue Note çizgisini gösteren albümü ilk kez dinledikten sonra en dikkat çekici ve ilginç bulduğum özelliği ise, solo grup lideri olarak ilk LP’sini yapan bir müzisyenin ilk albümünde kendisine ait bir parçasının olmaması oldu. 3 parçada Andrew Hill (hatta birçok jazz kritiği “Dialogue”u Andrew Hill’in Blue Note için kaydettiği “Judgement!” albümünün devamı olarak kabul ederler), 2 parçada da davulcu kimliğinin yanı sıra piyanist, vibrafonist olarak da kayıtlarını bulabileceğimiz Joe Chambers’lı albümün ilk parçası “Catta”, alıştığımız diğer Andrew Hill besteleri gibi avant-garde penceresinden bize bakan ve ahenksiz akorları 8/4’lük dans ritmleri ile uyumlu biçimde harmanlayarak avant-garde ile latin-jazz’ı en iyi şekilde birleştiren en iyi örneklerden biri oluyor. 02:39’da Freddie Hubbard’ın şarkı ortasındaki geçişi, benim için albümdeki favori Hubbard solosu olarak kalbimde yerini daha da sağlamlaştırdı.
Albümüdeki iki Joe Chambers bestesinden biri olan “Idle While”, yoğun geçen bir haftanın sonunda yağmurlu bir Cuma akşamı işinizden eve gelip kendinize müthiş kokusunu evin her köşesine yayabileceğiniz kahvenin verdiği rahatlıkla tüm hafta boyunca yaptıklarınızı sorgular ve haftasonu planlarınızı kafanızda hazırlarken size tüm gücü ile yardımcı olabilecek olan bir parça. Richard Davis’in bas solosunun iyi bir ses sisteminde dinlenmesi, müzisyenin geçişi sırasındaki tüm avant-garde hislerine ortak olmamızı sağlıyor.
Dinleyenlere ilk saniyelerindeki ritmleri ile “Evet, şu anda adeta bir jazz marşı dinliyorum!” yorumunu yaptırabilen Andrew Hill bestesi “Les Noir Marchant – The Blacks’ March” free mod iskeleti üzerinden başlıyor ve Bobby Hutcherson’un marimba’daki ustalığını da dinleyicilere gösteriyor. Hard-bop / post-bop köprüsü üzerinde dolaşan bir albümde bulunan bu parçayı rahatlıkla free-jazz potasına koyabilir, free-jazz’ı sevmeyenlerin “sanırım albümün belki de en yorucu parçası olabilir” düşüncelerine de tebessümle karışılık verebiliriz.
Albümdeki diğer Joe Chambers bestesi ve albüme ismini veren “Dialogue” için albümdeki en “esrarengiz” parça olduğu söylenebilir. Eski Amerikan polisiye filmlerinde uzun bir süredir aradığı suçluyu bulamayıp kendisini sorgulamaya başlayan, tek başına ıssız ve karanlık bir sokakta bulunan evinde yaşayan komiserin kendi içindeki kavgasını düşlerken fonda kolaylıkla kullanabileceğiniz Dialogue, albümde Andrew Hill ile Bobby Hutcherson’un özellikle şarkı ortasında anlaşılabileceği şekilde adeta ‘konuştuğu’ bir eser. Sam Rivers’ın bas klarinet solosu ilgi çekiyor.
“Ghetto Lights”ın dinleyiciye hissettirdiği Blues esintilerinin yanında, şarkının belki de en kilit bölümlerinde soprano saksofonda direksiyonu ele alan Sam Rivers ve Bobby Hutcherson’un soloları dikkat çekici. Parçanın albümdeki favori parçam olmasının yanı sıra, 60’lı yıllardaki Blue Note albümleri parçaları arasında Top 20’ye rahatça girebileceğini söyleyebilirim.
Avant-Garde ya da Post-bop’a başlamak isteyen jazz severler için başucu albümü olan, “The Penguin Guide to Jazz”ın klasik bir Blue Note albümü olarak 5 yıldız vererek “crown” seviyesine çıkardığı Bobby Hutcherson’un “Dialogue” albümünün tüm jazz severlerin arşivlerinde bulunmasını tavsiye ederim!