25. İstanbul Jazz Festivali, festival kapsamında ilk kez katıldığım bir organizasyonla devam ediyor. Güzel, fakat hafiften nemli ve bunaltıcı bir Haziran akşamında, Kadıköy’ün huzurlu sokaklarında gecenizin tamamını jazz’a ayırmak istiyorsanız, (yani aslında “tamamını” demeyelim, zira katılımcı sanatçıları düşününce, bu seneki Gece Gezmesi, Jazz Festivali’nin “Caz ve Dahası” sloganının “ve Dahası” yönü ile daha çok etki yaratılmak istenen bir akşamdı) bu gezi tam size göre.
‘Gece Gezmesi’ni yurtdışı seyahatlerimde gördüğüm, çok sevdiğim, İstanbul’da da senelerdir devam eden ‘Pub-Crawl’ etkinliğinin “jazz ile bezeli hali”ne benzetebiliriz. Pub-Crawl’un arkasında yatan düşünce, bir gece içerisinde belirli bir grup dahilinde yürüme mesafesindeki bir çok bar, gece kulübüne müşteriye özel promosyonları da düşünerek katılmak. Her mekanda ortalama 1-1.5 saat kalarak, saat 21:00 gibi başlanan bir geceyi 02:00-03:00 sularında bitirmek mümkün oluyor. İKSV, bu düşünceyi daha da ileri götürerek, müzikseverlere aynı bileti kullandırarak Kadıköy Osmanağa Mahallesi, Moda çevresinde yürüme mesafesindeki bir çok kulüpte saat 19:30-19:45 sularında başlayarak gecenin geç saatlerine kadar unutamayacakları bir deneyim yaşatıyor. Club Quartier, Moda Sahnesi, Bant Mag. Havuz/Bina, All Saints Moda Kilisesi, Baba Sahne, Moda Kayıkhane, Ağaç Ev, Zor ve KargArt’da eş zamanlı gerçekleşen Gece Gezmesi için müzikseverler tek bir biletle istedikleri mekandaki istedikleri konseri izleyebiliyor ya da aynı mekandaki konserlerin tamamını izleyebiliyor.

Ali Perret (Photo: Taşdemir Aşan)
Ben de (her ne kadar tek bir konser izlemiş olsam da) Jazz Festivali’nin ismine yakışır şekilde, kapılarını açtığı konserlerinde en “jazz” mekan olan Baba Sahne’yi tercih ettim. Tiyatro sanatçısı Şevket Çoruh’un 2 sene boyunca kişisel çabaları ve büyük emekleri ile kurduğu Baba Sahne, Kadıköy’ün ve İstanbul’un kültürel hayatına yeni bir heyecan sunabilme hedefini taşıyor. Özellikle sahip olduğu ses sistemi ve teknik alt yapısı ile panel, konser gibi tiyatro dışındaki kültürel etkinliklere de ev sahipliği yapıyor, ki zaten MadenÖktemErsönmez ve Cenk Erdoğan konserleri gibi örnekleri de mevcuttu. Bugün sebebi ile konuk ettiği sanatçılar Selim Selçuk, Sibel Demir Quintet ve Focan+ Bıyıkoğlu Organic Quartet.
Konser öncesi biletimi Baba Sahne’den almayı beklerken Club Quartier’e kısa bir yolculuk yapmak zorunda kalsam da, dönüşte en öndeki yerimi aldım. Kadro lezizdi: alto saksofonda Meriç Demirkol, kontrbasta günün sürprizi ve Matt Hall’ın yerine bu akşam bizlerle birlikte olan Kağan Yıldız ve piyanoda Ali Perret. Sahneye çıkarken kendinden emin adımlarla davuluna oturan Selim Selçuk, ilk parçadan son notaya kadar kanaatimce içinde biriktirdiği tüm heyecanı, stresi, mutluluğu, huzuru dinleyici ile yüksek perdeden paylaşarak, benim gibi davulla haşır neşir olan her müzisyen için tekniğinden örnekler alınabilecek, sayısız çıkarımlar yapılabilecek, adeta ders niteliğinde güzel bir deneyim yaşattı. Kontrbasın sabit fakat etkin bir groove ile giderken saksofonun ön planda olduğu Village Vanguard’ta sıkı bir akşam geçirdiğinizi hissettiren birinci parça “Asian Princess” ile konser başlıyordu. İkinci parça “God Bless The Funk”ta piyano ile basın gene sıkı bir groove içerisinde iken, Selim Selçuk’un Meriç Demirkol ile birlikte dizginleri eline alıp ortalığı alevlendirmeye başlaması görülmeye değerdi. Parça arasında konserde bize “gerçek ailem” olarak tanıttığı gruptan Ali Perret ile parçalarının tarihi 1987 yılına kadar dayanıyor. Minik perküsyon projeleri dışında 2015 yılındaki beyin kanaması sonrası iki yıldan fazla süren sıkıntılı fizik tedavi ve rehabilitasyon sürecinde vücudunun sol tarafını rahatlıkla kullanamadığını ama buna rağmen o ana kadar sergilediği performansı ile sanki hiç sıkıntı çekmediğini rahatlıkla hissedebileceğiniz Selim Selçuk, toplamda 9 senenin sonunda davulunun başına geçerek performans sergilediğini en alçakgönüllü hali ile bizlere belirttiğinde salonun kendisini çılgınca alkışlaması hiç de şaşırtmıyordu. Kağan’ın arşesi ile başladığı ve “keşke soloları daha uzun tutabilselerdi” dedirten “Umut” ballad’ı konserin en sevdiğim iki parçasından biri oldu. Jimi Hendrix’in Amerikan milli marşını elektrik gitarı ile tekrar şekillendirdiği “Star Spangled Banner”a ithaf ettiği “Jimi” sonrası, Village Vanguard’a bir gece izlediği Sonny Rollins konseri sonrası sokakta yürürken kafasında şekillendirdiği ve calypso’ya saygı duruşunda bulunduğu “My Blue Heaven” ile bu güzel akşam bence tadı damağımızda kalarak bitiyordu. Konser sonrası fuayede ve hatta Baba Sahne’nin dışında konsere katılan seyircilerle karşılaştığımda dudaklarında My Blue Heaven’ın melodisini mırıldandıklarını görmek, akşamı en mutlu kılan yanlardan biri idi.

Ali Perret & Selim Selçuk (Photo: Taşdemir Aşan)
Baba Sahne’deki performans ile Selim Selçuk’un ilk büyük sınavı başarı ile geçtiğini düşünüyorum. Bence hizaya geçelim, sırada diğer konserler geliyor olmalı!