IKSV, İstanbul Jazz Festivali ile birlikte yılın heyecanla beklediğimiz o diğer özel haftası da bizlerleydi. Akbank Jazz Festivali, 28. yaşını kutladığımız bu senede, geçen senelerdeki gibi jazz yoğunluklu, gerçekten lezzetli ve herhangi bir “ve daha fazlası” ceketi giymeden seyirciyi jazz’ın ilgi çeken, beğenilen ve arzu edilen noktalarına özgürce çıkarmasını bilmiş.
Jazz festivallerindeki panellere önem verdiğim için bu festivaldeki ilk durağım, geçen sene İKSV – İstanbul Jazz Festivali, Vitrin panelleri kapsamında da gittiğim Soho House oldu. Büyük salonun rahat koltuklarına oturarak bizim “Kuzeye Gidenler”imizle birlikte kendimizi kuzey rüzgarının tatlı esintisine bıraktık. Beğenmeyenin hiç beğenmediği, ama sevenin de bayıla bayıla dinlediği Nordic Jazz’’ın Soho House’daki serüveninin takım kaptanı Hakan Rauf Tüfekçi, kuzeye giden uzak yol kaptanları da Önder Focan, Okay Temiz ve Neşet Ruacan idi.

Hakan Rauf Tüfekçi & Önder Focan & Okay Temiz & Neşet Ruacan (Photo: Zuhal Focan)
İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’daki ekonomik, siyasal ve toplumsal sebeplerden dolayı hayatların daha rahat idame ettirebilmesi için Avrupa’ya göç kaçınılmaz olmuştur. Özellikle akıllara ilk gelen Don Cherry, Ornette Coleman ve Dexter Gordon gibi müzisyenlerin bu göç ile birlikte yaptıkları müzikleri daha farklı ve daha da arzuladıkları yönde şekillendirdiklerini söyleyebiliriz. Müzisyenlerin Avrupa’ya olan seyahatlerinin ve bu sebeple jazz dünyasına bir kere daha attıkları imzaların etkileri ülkemize de yansımış olacak ki, Okay Temiz’in başını çektiğini düşündüğüm Türk müzisyenler de yavaş yavaş müzikal göçlerine başlayacaktır. İlk sözü alan Okay Temiz, anekdotları ile aslında Avrupa jazz müziğinin şahlanmasının Fransa’dan başladığını bizlere hatırlatıyordu. Ülkemizde yaklaşık 20 sene boyunca dans müziği yaparak deneyim kazanan Okay Temiz, yurtdışında da dans müziği yapan bir orkestranın üyesi olarak Avrupa’nın kokusunu alıyor, minik Danimarka macerasının ardından İsveç’te tanıştığı Maffy Falay ile birlikte “arzu ettiği müziği arzu ettiği yerde” yaparak birçok jazz müzisyenin aslında yıllarca peşinde koştuğu birçok hayale genç yaşta ulaşıyordu. Don Cherry gibi özel bir müzisyenle yaptığı iş birliğinin zenginliğini ve ince detaylarını bizlere anlatırken Okay Temiz’i Okay Temiz yapan iki grubun, “Sevda” ve “Oriental Wind”in ilk adımlarını ve ilerleyişini de ilk ağızdan dinlemenin heyecanını ve şansını yaşıyorduk. Neşet Ruacan’ın Berklee eğitimi sonrası gittiği Leeds Üniversitesi Müzik Bölümü yıllarından, Emin Fındıkoğlu’ndan gelen İsviçre davetine, Fatih Erkoç ile çaldıkları Norveç’in ve belki de Avrupa’nın en değerli festivallerinden Hammerfest zamanlarından, Avrupalı müzisyenlerle yaptıkları ortak projenin önemli bir ayağı olarak TRT işbirliği ile İstanbul’da ağırladıkları “Avrupa Jazz Orkestrası”na kadar doyumsuz detayların paylaşıldığı panelde son sözü Önder Focan alıyordu. Yıllardır katılımı ile artık festivalde kendi imzasını attığını düşündüğüm, kendisinin 1994 senesinde bir jam session’da tanıştığı müzisyenlerin daveti ile katıldığı Finlandiya Pori Jazz Festivali ve festivalin yıllar içerisindeki gelişimini ilgi ile dinledik.
Paneldeki göze çarpan detaylardan birisi de, katılımcı sayısının az fakat kaliteli oluşu idi. Gelen soruların detaylı ve eksiksiz şekilde cevaplandırıldığı panel alkışlarla sonlanırken aklımda şu soru dönüp duruyordu: “Festivaldeki paneller neden bu kadar az?” Sonuçta konuşulması, tartışılması gereken, jazz müziğini ele alırsak üzerine belki de saatlerce yorum yapılıp kafa patlatılabilecek bir sürü konu, bir sürü sorun mevcut. Umuyorum ki Akbank Jazz Festivali’ni bizlerle buluşturan yetkililer gelecek senelerde bu eksiklikleri göz önünde bulundurulur ve gereğini yaparlar.

Aydın Esen & Can Konzlu (Photo: Tunçel Gülsoy)
Panel sonrası Tünel’de eşimle bir kahve ve yemek molası, ardından rotamızı Bomontiada, Babylon Bomonti’ye çevirdik. Buradaki güzel akşam üçe bölünmüştü: ilk bölümde, Can Kozlu ve Theron Patterson’un yönettiği, hem müzisyen hem de bir öğretmen olarak yıllarını verdiği jazz müziğinin gelişmesine katkısını Can Kozlu dahil birçok öğrencisinin bakış açısından dinlediğimiz saksofoncu George Garzone hakkında yapılan bir saatlik belgesel “George Garzone: Let Be What Is”i izledik. Gösterim öncesi minik bir konuşma yapan Can Kozlu’dan belgeselin 3 ila 5 saate yakın ses ve görüntüden seçmelerin bir araya getirilmesi ile ortaya çıktığını öğreniyoruz. En çok beğendim ve yaptığım müzikte ilham aldığım 3, 4 müzisyenden biri olan Can Kozlu’nun, amatör ruhlu fakat gerçekten profesyonel bir bakış açısı ile kotardığı belgesel kurgu ve yönetmenliği yönü şaşırtmış fakat çok sevindirmişti. Gecenin ikinci yarısında, belki de bu seneki jazz festivalinin en değerli 2, 3 konserinden biri için piyanoda Aydın Esen ve davulda Can Kozlu duo performansı ile sahnede idi. İlk notadan itibaren kendilerini sahneye, ruhlarını da dinleyiciye teslim ettiklerini düşündüğüm iki müzisyen her anlamda birbirlerini tamamladıkları için ne eksiği vardı, ne de fazlaları. Ha, bakın, yalan yok: basta Peter Herbert’ı bekleyen dinleyicilerin sayısının sadece benimle sınırlı olmadığını da düşünüyorum!
Performansın sonraki dakikalarında duo’ya basta Selçuk Karaman katılırken, jazz standartı ‘Cherokee’ parçası için sahneye çıkan Aydın Esen’in jazz vokalisti eşi Randy Esen büyüleyici performansı ile dikkat çekiyordu. Gecenin son bölümü öncesi birkaç dakikalık ara isteyen Aydın Esen, sonrasında sahneye davulda Volkan Öktem ile dönüyordu.

Randy Esen & Can Kozlu (Photo: Tunçel Gülsoy)
Konser sonunda seyircilerin coşku dolu alkışları arasında grup üyeleri sahneden inerken, eminim ki Babylon’un kurucusu, bu noktaya gelmesinde büyük pay sahibi olan ve bu gecede kendisini saygıyla andığımız Mehmet Uluğ da yukarıda bir yerlerde o güzel, rahat ve bembeyaz müzik tahtından unutulmaz bir akşam geçiren biz Babylon dinleyicisine gülümsüyordu.
Özel, tatlı, dolu ve doygun bir Cumartesi günü idi. Soho Istanbul, Babylon ve tüm Akbank Jazz Festivali çalışanlarına teşekkürler!