Özellikle Avrupalı gezginler arasında ilgi gören Bask seyahat noktalarının en başta geleni hiç kuşkusuz San Sebastian. İspanyol kraliyet ailesinin yazları geçirdiği yer olarak yirminci yüzyıl başlarında ünlenen sahil şehri, günümüzde büyük plajları ve yeme-içme zenginliği ile biliniyor. Turist kalabalığına rağmen sakin bir dokuya sahip olan San Sebastian’ın jazzseverleri ayrıca ilgilendirecek bir başka yönü, bu yıl 54’üncüsü düzenlenen köklü bir festivale sahip olması.
Festivalin ortaya çıkışı, Imanol Olaizola’nın 1964’te Paris’te izlediği bir Count Basie Orchestra konserinden aldığı ilhama dayanıyor. Turizm Bürosu’nun müzik komitesinin o zamanki başkanı olan Olaizola bu deneyiminden öyle etkilenmiş ki, jazz’ın dinamizmini San Sebastian’a taşımak istemiş. Yerel çabalarla mütevazı bir girişim olarak başlayan festival birkaç yıl içinde uluslararası katılımla büyümeye devam etmiş. Günümüzde, Avrupa’nın aktif olan en uzun soluklu festivallerinden biri konumunda Jazzaldia.
Festivali yerinde takip etmek üzere kısa bir program yapıp İstanbul’dan Bilbao’ya gidiyorum. San Sebastian, Bilbao havaalanından yüz kilometre kadar uzakta. Terminalin hemen çıkışındaki duraktan kalkan otobüslerden biriyle, saati denk getiremezseniz, en fazla yarım saat kadar bekledikten sonra yola çıkabiliyorsunuz. San Sebastian istikametinde yol açık; etraf yeşil, ağaçlıklı. Otobüste festivalin duyuruları dönüyor ara sıra ekranda… Akşamüstü vardığım San Sebastian’da konaklayacağım otele hızlıca yerleşip merkeze doğru yürümeye başlıyorum. Biscay Körfezi’ne dökülen Urumea’yı takip eden geniş yaya yolunda gerek bahçelerindeki büyük ağaçları gerek mimarisiyle hala güzelliğini koruyan binaları görebiliyorsunuz. Ancak, her şey tastamam görkemli de değil; bazı bakımsız apartmanları, terk edilmiş dükkânlarıyla bir durağanlığı da var buranın. Şehrin turistik yüzünün ardındaki hayatın izleri belki de bunlar.

Eri Yamamoto Trio + Coro Easo (Photo: Lolo Vasco)
Açılış, Zurriola plajındaki ana sahnede. Etraf hayli kalabalık ama harala gürele ile boğulmuyor. Kimi ayaküstü bir şeyler yiyip içiyor, kimi sakince öylesine dolaşıyor; bazısı arkadaşlarıyla sohbette, bazısı denize karşı keyif çatmayı tercih ediyor. Orta yaş ağırlıklı bir kitle ancak hemen herkesin heyecanı “genç” durmakta. Festivalcilerin yaydığı titreşim, pırıl pırıl yaz akşamlarını aratan yarı kapalı havayı da unutturuyor. Festivale adım atmak için çok güzel bir ortam kısacası. Joan Baez’in veda turnesi kapsamında verdiği konser ilgiyle izleniyor, ben ise uzaktan göz ucuyla takip ediyorum sadece. Jazz vaktine daha var.

Heineken Agertoki Berdea / Escenario Verde Heineken (Photo: Lolo Vasco)
Ertesi gün, bir öğle konseri izlemek üzere Teatro Victoria Eugenia’ya gidiyorum. Tarihi nitelikteki bu bina yakın zamanda yenilenmiş ve halen Donostia Kultura’nın gözetiminde. Konserin gerçekleştirileceği salon, nala benzeyen biçimi, locaları, döşemeleri ve ışıklarıyla, zamanda yolculuğa davet eden türden, güzel bir mekân. Burada, Eri Yamamoto Trio + Coro Easo olarak duyurulan konseri izliyorum. Japon piyanist Yamamoto’nun projesi, Gōshū ondo olarak bilinen dans ezgilerinin koro seslendirmesine uyarlanması fikrine dayanıyor. Programın başlarındaki açıklamasından, piyanistin Kyoto’daki çocukluğunu bu şarkıları dinleyerek geçirmiş olduğunu öğreniyoruz. Hoş, duygulu bir konser. Yine de, her unsuru yerli yerine oturmuş gibi değil. Müzik, zaman zaman, Doğu-Batı sentezi olarak adlandırılan çoğu girişimden bizim de mustarip olduğumuz biçimde, biraz birbirine yapıştırma ve tekrarlardan ibaret tınlıyor. Diğer yandan, üçlünün koroya göre giderek geri planda kalmasıyla konserin enerjisi sönmeye yüz tutuyor. Neyse ki, piyanist seyirciyi ayağa kaldırarak dans ettirince ortam “hareketleniyor” ve sevecen bir havada sonlanıyor.

Teatro Victoria Eugenia (Photo: Lolo Vasco)
Victoria Eugenia’dan çıkar çıkmaz ilk hedefim, akşam konserlerine kadar şehri dolaşmak ve ucundan da olsa pintxo* lezzetlerini keşfetmek. Ara sokaklarda ve La Concha plajı civarında geçen keyifli birkaç saatten sonra, beklenmedik bir şekilde bastıran sağanağa teslim olup, şehir ahalisiyle birlikte tatlı bir koşuşturmacaya gark oluyoruz. Sağanak, Plaza de la Trinidad’a ulaşmamla, adeta konser saatine ayarlanmış gibi sonlanıyor. Plaza de la Trinidad, bir Rönesans binası ve on sekizinci yüzyıldan kalma kilisenin de bulunduğu, gizemli diyebileceğim bir mekân. Sokakların arasında bir oyuk gibi duran, sırtını Urgull dağına vermiş meydana kurulan sahne ise festivalin alamet-i farikası. Ama bu akşamı özel kılan, farklı renklerdeki yağmurluklarıyla meydanı dolduran dinleyiciler. Sandalyeleri ve taşları ele geçirmiş ıslaklığa terk etmiyor kimse müziği. İşte festival ruhu!
Plaza de la Trinidad’daki ilk konser, Donny McCaslin’in, albüm olarak kaydı da bulunan Blow adlı projesi. Beşlinin performansı, meydandaki heyecana karşılık gelecek bir enerjiyle başlıyor ancak birkaç parça sonra müzikal olarak sürükleyiciliğini kaybediyor. Zaman zaman, eskilerden favorilerimden Uri Caine Bedrock’ını hatırlatan bir hissiyat alıyorum ama o seviyede zevk veren bir konsere evrilmediği için ilgimi kaybediyorum. Düzenleme için verilen aradan sonra Maria Schneider + Ensemble Denada sahneye çıkıyor. Ensemble Denada Norveç’in en iyi topluluklarından biri olarak addediliyor; Schneider ile ortaklıkları, bestecinin konuk sanatçı olarak Molde’de bulunduğu süre zarfında hayata geçirilmiş. Konserden kendi adıma beklentim yüksek; hem Schneider’ı beğendiğim hem de orkestra müziği sevdiğim için… Seslendirilen besteler arasında Dance You Monster ve David Bowie için yazılmış olan Sue (Or in a Season of Crime) yanı sıra The Thompson Fields var. The Thompson Fields, Schneider’ın Minnesota kırsalında, uçsuz bucaksız düz arazilerde geçen çocukluğundan kalan izlenimlerinden ortaya çıkardığı bir eser. “Bir çiftlik düşünün”, diyerek başlıyor açıklamasına, “silosu vardır, tepesine çıkmışsınızdır, esen rüzgârın geniş boşluktaki hareketlerini izlersiniz”. Zihne yerleşmiş bu tür an(ı)ların müziğine yaptığı etkileri duyumsamalarını istiyor dinleyicilerden. Zaten bilinçli olan dinleyici pür dikkat kesiliyor… Gecenin zirvesi ise Cerulean Skies. Bestecinin, New York’ta bir parkta otururken gördüğü bir kuşun hikâyesini hayal ederek yazdığı bir eser. Sürülerin göç boyunca geçtikleri farklı coğrafyaların ve atlattıkları badirelerin müzikal öyküsü adeta. Bu konserle çıta yükseliyor ve gece güzel kapanıyor.

Maria Schneider & Ensemble Denada (Photo: Lolo Vasco)
Kısa festival turumun son günündeyim. San Sebastian yine sağanak altında. Deniz programını mecburen bir kenara bırakıp, iyiden iyiye hızlanmış olan rüzgâra da inat, şehrin görmediğim kısımlarını dolaşıyorum. San Sebastian ziyaretinin olmazsa olmazlarından Peine Del Viento’yu sakin bir gün yerine böyle bir havada görmek heykellerin manasını daha iyi kavramak için güzel bir fırsat diyorum bir yandan… Dünkü konserde dağıtılanlardan kaptığım basit yağmurluğu burada ek bir zorlu teste aldıktan sonra, yemek molası verip merkeze dönüyorum. Bugünkü programdan seçtiğim konser Kursaal adlı kültür merkezinde. Binanın bulunduğu yerde çok eskiden bir kumarhane bulunuyormuş. 1921’de açılan lüks işletme, üç yıl sonra gelen yasaklar nedeniyle yön değiştirmiş, 1972’ye kadar çeşitli faaliyetlere hizmet vermiş ve nihayetinde yıkılmış. Uzunca bir belirsizlikten sonra, kamu otoritesi devreye girmiş ve mimarlık yarışması düzenlenerek yeni bir bina yapılması öngörülmüş. Bu girişim sonucunda 1999’da hizmet açılan Kursaal’ın yirminci yılı… Ana salonda Atomic + Trondheim Jazz Orchestra’yı dinliyoruz; tam bir İskandinav karması. Geçen yıl Oslo Jazzfestival’da dinlediğim Trondheim Jazz Orchestra’nın hikâye anlatımını andıran müziğini çok beğenmiştim.** Bugünkü farklı bir proje elbette, karşılaştırmaya girmek esasen doğru değil ama o konserdeki müzikten izler arıyorum ister istemez. Serbestisi biraz daha “laboratuvar” kokan bir müzik bu seferki. Heyecanlandıran değil merak ettiren türden.

Atomic + Trondheim Jazz Orchestra (Photo: Lolo Vasco)
Biri hariç, seçmiş olduğum konserlerde aradığımı tam olarak bulamasam da, San Sebastian’da olmak ve festivali takip edebilmek harika hissettiriyor. Gerek Franco döneminin gerek Soğuk Savaş yıllarının karanlığını müzikle aydınlatmış olduğu için gurur duyulan bir festival bu. Elli, altmış yıl sonra bugün elbette İspanya da jazz da farklı yerlerde. Belki festivalin artık bir tabu kırıcı veya özgürleştirici bir yönü yok ama dünyanın içinde bulunduğu durumu da göz önüne alınca, hiç olmazsa ferahlatıcı bir bulaşıcılığı var. Canlılığı ve konser mekânlarının güzelliğiyle olduğu kadar, şehrin sahiplenişi ve dinleyicilerin bağlılığıyla da dikkati çeken, kişilikli bir festival Jazzaldia.
* Yöreye özgü, bar üzerinde servis edilen ekmek üzeri atıştırmalıklara verilen isim.
** Oslo Jazzfestival 2018 yazısı için: https://www.jazzdergisi.com/oslo-jazzfestival-2018/