Sessiz sakin bir Pazartesi akşamı Chelsea’nin kalbindeki meşhur 100 küsur yıllık Cadogan Hall’a geldik. Yaklaşık 1000 kişilik, akustiğine bayıldığım, kiliseden dönüştürülmüş bir sahne. Londra’da yaşayan Türk’ler kadar İspanyolların da akın ettiği “London Jazz Fest” kapsamında düzenlenen Dorantes ve Taksim Trio konserindeyiz.

(Photo: Batu Akyol)
Diğer ekibi “bizden” sayarak konuya Dorantes’ten gireceğim.
Manidar bir bakış açısı aklıma geldi. Ama önce bunu dinlemelisiniz;

[Claude Debussy]
Bu detayın manidar kısmı Oistrakh’ın jazz’a alternatif olması düşünülürken, Dorantes işin içine jazz’ı da katarak flamenko’yu yeniden yorumlaması.
Doksanlara kadarki yıllar flamenkoda piyanonun icat edilmediği dönemler olarak geçiyor. Dorantes’in gençliğinden beri süregelen piyano merakını besleyen jazz ve klasik müzik onu “piyano flamenko” konusunda oldukça keyifli bir noktaya taşıyor. Bu konudaki kritiklere yer vermek gerekirse;
«Musicians of the inventiveness and technical mastery of Dorantes, should put an end to the suspicions that, even today, apparently, the flamenco piano continues to arouse, not only in the jondo sphere» (Diario de Sevilla).
«Scrupulous in technique, innovative in composition and perfect in execution, Dorantes is already a name with capital letters in the world of flamenco piano. Currently, David Peña Dorantes is one of the best ambassadors of Andalusian music » (Madrid Community Press).
«Dorantes, a pure soul making music. Dorantes has the delicacy, candor and imagination of a child and, at the same time, the maturity necessary to give form and structural coherence to his ideas “( Manuel Moraga ).

Taksim Trio & Dorantes (Photo: Batu Akyol)
Flamenkodaki vokali gitar, fonda zararsızca desteklerken baskın bir karakter olan piyano bazen bastırabiliyor. Sanırım flamenkodaki piyanoyu bu yüzden bazı dinleyeciler kolayca kabul edemiyor. Belki de Dorantes’in yaklaşımını flamenkonun yoğun mayası içerisinde demlenmiş jazz ve klasik ögeler barındıran hibrit bir dünya müziği olarak tanımlamayarak ürettiği şeyi başka bir sanat formu olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. Bunu ben sadece okuduğum ve dinlediklerimden yola çıkarak öne sürebilirim, gerisini otoriteler düşünsün.
Gelelim bizimkilere
Taksim Trio
Bu Taksim üçlüsüne önce giriş olarak aklıma gelen iki ismi saygıyla şuraya yazmak isterim; Mısırlı Ahmet ve Ergun Şenlendirici.
Mısırlı Ahmet; İsmail Tunçbilek ve Aytaç Doğan’ı peşine takıp ortadoğunun çöllerinde parçalara bölünüp tekrar kendilerini müzikleri üzerine dünyaya getirmelerine sebep olmuş bir üstad, bir guru.
Hatırlamak için;
Birlikte bir sürü konserler vermişler, geçen süreçte kendilerini yeniden yaratmışlar adeta. Yorumları ve müzikal yaklaşımları sanırım Arap ülkelerinde ayrı bir olay olmuş.
Diğer isim Hüsnü Şenlendirici’nin babası usta Ergun Şenlendirici ise Don Cherry’nin deyimiyle tam bir büyücü. Okay Temiz’le dünyayı dolaşmış bir trompet sanatçısı. Türkiye’deki yeterince bilinmediğine inandığım önemli gurulardan bir tanesi. Makamlardaki koma seslerini 3 pistonla güzel güzel döktüren bir üstad. Internet söylentilerine göre çaldığı trompetin ağızlık kısmından sonra 3-5 cm’lik bir parça ilave ederek modifiye etmiş ve böylelikle kendine transpoze kolaylığı sağlamıştır.
Bu iki ismi anmamın sebebi geçen akşam Londra, Cadogan Hall’da Dorantes’le birlikte sahne alan güzel insanlar; “Taksim Trio”dan duyduğumuz hazzın mayalarını yakından tanımanız içindi.
Bu ekibin; insanın bam telinin yerini çok iyi bilen tınıları ortaya çıkartmalarının pek de piyango hareketler olmadiğını bilmekte fayda var.
Bu üç adamın sahnede sessiz bir raconla birbirlerine boşluklar vererek döktürmelerine izin verirken birbirlerini hayranlıkla seyretmelerine tanık olduğunuz bir deneyimden bahsediyorum. Sanki deli gibi çalışılmış, planlanmış bir akış. Halbuki bu birlikte çocukluktan itibaren büyümenin verdiği aralarında doğmus bir su akışı adeta.
Trio’dan Hüsnü Şenlendirici malesef geceye bir vize zırvası yüzünden Londra’ya gelemediği için katılamamıştır ama çalınan parçalarının tınılarıyla aramızda güzel güzel dolanmıştır.
Gece duo olarak Dorantes’le birlikte yetenekli bay Javier Ruibal’in keyifli ritmleri ile başladı.
İlk parça Sin Muros oldu.
Barrio Latino, Semblanzas un Rio ve Batıl Dealas parçalarından sonra “Taksim Trio” ekibinden İsmail Tunçbilek ve Aytaç Güneş duo olarak konsere dahil oluyorlar ve ilk parça Doublemoon ile birlikte ilk kaydettikleri albümden Gözüm & Kulağımla başlıyor.
Sonrasında Lotus Feet ve Kumsalda Dans’la devam ediyorlar;
Uzun bir intro ile birlikte Neşet Ertaş’in efsane parçası Yalan Dünya’yı İsmail Tunçbilek harika bir flamenko yorumuyla seslendiriyor. Bu arada İsmail Tunçbilek’in büyüleyici sesine Dorantes’in ustaca eşlik edişi aralarındaki uyumu büyüleyici bir hale getiriyor.
Salonda kopan büyük alkışın ardından İso çiko pako, Orobroy, Verdiales, Gitanos parçaları arka arkaya geliyor.
Alkışlarla sahneden ayrılan ekip alkışlar eşliğinde geri geliyor ve Tunçbilek sahneye tek başına dönüp yaklaşık iki dakika süren bir intro çalıyor. Ardından tüm ekibin sahneye dahil olmasıyla birlikte puslu sesiyle “Derdin ne?”ye başlıyor. Sözlerini Gökhan Şahin’in besteyi Tunçbilek’in yaptığı bu parça ile Cadogan Hall’un harika akustiğinde adeta yükselmeye başlıyoruz.
Dorantes ve Taksim Duo arasındaki müzikal iletişim salona farkedilir bir pozitif enerji yayıyor. Tüm dertlerinden arınmış seyirci kitlesi, sahnedekileri Cadogan Hall’dan verdikleri derin huzurla alkışlayarak uğurluyor.
Türk Büyükelçiliği’nin de katkılarıyla gerçekleşen bu geceyi;
Akdeniz çingenelerine ve Londra Jazz Festivaline şehre kattıkları bu harika renk için teşekkür ederken yazımı konsere katılamayan Hüsnü Şenlendirici’nin internette denk geldiğim bir lafıyla bitirmek istiyorum;
“Hicaz, Romanların İstiklal marşıdır”