Ankara’da jazz müziğinin gelişmesini, yaşamasını sağlayan müzisyenler içinde 1950’li kuşağın adeta tek temsilcisi Murat Ulus. Kendinden önceki öncülerin çoğu, bir şekilde bu şehre ithal. Onun yaşamı ise tamamen burada başlamış, burada şekillenmiş, burada devam ediyor. 1964 yılında 12 yaşındayken ikinci el bir İspanyol gitarın alınmasıyla başlıyor her şey.
Müzik serüveni nasıl gelişti?
Şarkı söylerdim, böyle elim ayağım hiç durmazdı, tempo tutardım. Müzikle böyle bir ilişkim vardı yani seviyordum demek ki. Evin bahçesinde oturuyorum, dangır dungur yalan yanlış bir şeyler yapıyorum. Kızlar toplanıyor, bir baktım bu işte ilgi var, kızların ilgisi çok, ondan sonra benim ilgim biraz daha arttı. Ama işte akor bilmiyorsun, melodi bilmiyorsun o zaman ortada yeteri kadar nota yok, zaten nota bilmiyorsun, şarkı sözlerini ancak müzik mecmualarından bulabiliyorsun, ne yayınlarlarsa falan. Öyle yavaş yavaş gitarla la minör, do minör, do majör, işte, eşten dosttan, yanımızdaki çalan abiden falan öğrenmeye başladık. Hep böyle kulaktan dolma, konsere gidip izlemek, adam la minöre nasıl basıyor, ellerine bakmak filan öyle yavaş yavaş. Bir sene sonra artık böyle ikili gruplar kurup okul konserlerinde, Demirlibahçe Lokali’nde falan çalmaya başladım. O zaman çaylar olurdu liselerde, haftada bir gün gidip çalardık, ücretsiz tabii, aman bir çıkayım üç parça çalayım falan. Çok orkestra vardı, bir sürü ikili üçlü gruplar. Herkes, ikişer, üçer parça, rock’n’roll bir de işte popüler müzik o günün şartlarında neler varsa onları çalıyorduk. 1967’de ilk grubumu kurdum, “Bluebirds” diye, üç gitar, bir davul. Bas çalmaya da o zaman başladım. O grupla yine lise konserleri yaptık. Bizim Deneme Lisesi’nde, Cumhuriyet Lisesi’nde, Yükseliş Koleji, Kurtuluş Lisesi’nde hep böyle okul konserleri olurdu onlara gider, çalardık. İlk defa Ankara dışına gittik, Akçaabat’a. Bir arkadaşımızın amcasının sahilde aile bahçesi vardı, dört tane sırık üzerine çevrilmiş bez, altı bir beton yığını o sahne oluyor falan. Davulda cam deri yok, hayvan derisi içine lamba koyuyoruz, sahneden önce yakıyoruz lambayı davul derileri geriliyor öyle çalınıyor o zaman. Çaldık. “Bala bala” diye bir şarkı vardı. Trabzonlular, bala bala bala bala, filanca çocukları, başka da bir bok bilmiyorlar diye arkamızdan küfrederlermiş. Böyle şeylere muhatap kaldık.
Profesyonel müzik hayatına geçiş nasıl oldu?
66-67’de başladık düğün salonlarında çalmaya. Birkaç pavyona gittim. Bir tanesinin adı Kitkat mesela hiç unutmuyorum, Ulus’ta. Çok çalacak yer yoktu ki o zaman Ankara’da. Otel bile birkaç tane vardı, onun için mevcut müzisyenler o barlarda çalıyorlardı. Balarısı Özdemir’in kardeşi vardı, o beni götürdü Kitkat Bar’a. Davul çalıyordu çok güzel bir davulcuydu, bossa novayı, blues, swing ritmi falan hep onlardan öğrendim yani dansöze de çalıyorlardı ama böyle şeyler de çalıyorlardı. Latinler de çalıyorlardı. Pavyonlar bir okul gibiydi o zaman. Gitar çalmamın yanında şarkı da söylüyordum, bir de rock’n’roll daha o zaman yeni giriyor piyasaya onlar çalmıyorlar. Akordeon, klarnet, kontrbas bazen oluyor, bazen olmuyor. Gitar yok, işte bir saksofon, bir trompet falan orkestra böyle yani. Gitar gelip orada 1-2 tane rock’n’roll söyleyince hemen böyle çok sükse yapıyorduk.
Rock’n’roll’un revaçta olduğu zamanlar olduğuna göre başka aktiviteler de vardı herhalde?
Milliyet gazetesinin müzik yarışmaları vardı o zamanlar. 1967 yılında Liselerarası müzik yarışmasına biz de Bahçelievler Deneme Lisesi olarak dört arkadaş girdik. İşte Beatles çaldık, “Help”, “Dizzy Miss Lizzy” çaldık mesela. Ondan sonra Rolling Stones’tan “Lady Jane” çaldık, hatırlıyorum parçaları. Ama o sene biz finale kalamadık. 68 senesinde biz de bu duruma küstük, bayağı tavır yaptık falan ve Hurşit Yenigün, ben, Ertan Talu bir de Cemal Tuncer dört arkadaş bir grup kurduk, ismini de “Aristokrat 4” koyduk. Köşk Gazinosu’nda, Bulvar Palas’ta, Ankara Palas’ta işlere gitmeye başladık. Ama düzgün kıyafetlerle, Beatles’ın gazeteden, mecmuadan, Hey Dergisi var o zaman, oradan resimlerine bakıyoruz, ne resmi var alıyoruz, götürüyoruz terziye bunun aynısını yap. Ayakkabı, çizme ne giymiş Beatles, alıyoruz onu götürüyoruz çizmeci Avni vardı o zaman Amerikan pasajında yap bunu Avni abi aynısını. “Oğlum ben nasıl yapayım” falan filan derken biz öyle Beatles gibi şık şık giyinip, ciddi bir orkestra olma yolunda çalışıyorduk. Hurşit biraz nota da biliyordu. O bizi çalıştırıyordu, grubun müzik direktörü Hurşit Yenigün’dü. 1969 senesinde Ankara Amatör Orkestralar birincisi olduk. Gazeteler, mecmualar, resimler şunlar bunlar, bayağı bir meşhur olduk. Ben daha o zaman lisedeyim. Erkal Zenger vardı o zaman, dedi ki: “ben sizin menajeriniz olayım, sizi güzel satarım” falan. Hakikaten menajerimiz olduktan sonra Golf Kulüpler, Marmara Otel, yeni yer açılışları, bu grupla hep gitmeye başladık. Ama hep şık giyiniyorduk yani çok şık giyiniyorduk ve çok çalışıyorduk. Çalıştığımız da nasıl yani, nota yok bir şey yok, bir filme gidiyoruz “To Sir With Love” diye bir film vardı, “Sevgili Öğretmenim” Sidney Poitier mesela o hep aklımdadır. Onun Lulu’nun söylediği “to sir with love” şarkısı vardı, nasıl çıkaracağız? Teyp götürüyorduk pilli, filmi seyrederken teybe kaydediyorduk, eve getiriyorduk, laflarını ne kadar duyabilirsek o günkü uyduruk İngilizcemizle ne kadarını yazabilirsek yazıyorduk. Hurşit akorlarını çıkarıyordu, herkes dinliyordu 28 kere falan ondan sonra maymun gibi çalıyorduk onları. İşte o arada 67-69 yıllarında konserlerde çalarken Orhan Sezener Hava Kuvvetleri ve Caz Orkestrası ile Büyük Sinema ve Atatürk Lisesi’nde aynı sahneyi paylaşmak kısmet oldu. Onlar final çalıyordu, biz üç-beş amatör de önden çalıyorduk. Onlar tamamen profesyonel, notaya dayalı, big band müziği çalıyorlardı. O arada yavaş yavaş jazz müziği de kulağımıza güzel gelmeye başlamıştı.

Aristokrat 4 (Photo: Murat Ulus Arşivi)
Jazz’la yakınlaşma o şekilde başladı demek ki sonrasında nasıl gelişti?
69 yılında Ayhan Tangör grubuna girdim. Marmara Otel’de ekstralarda ve radyo kayıtlarında çalmaya başladık, güzel bir gruptu o da. Biraz daha profesyonel bir gruptu. Onlar daha iyi, bilgili müzisyenlerdi. Canlı emisyonlarda çalmaya başladık. O yıllarda Erol Pekcan’ın Çevre sokakta evi vardı yanlış hatırlamıyorsam oraya toplardı bizi, plak dinletirdi. Mesela bir tane şarkıyı seçerdi, biterken o parçanın başka bir kişi tarafından çalınmış değişik bir versiyonunu dinletirdi. O biterken aynı parçanın gene üçüncü versiyonu falan böyle çok versiyonlu parçalar dinledikçe bizim kulaklarımızın ufku açıldı.
Erol Pekcan’la tanışma radyoda mı oldu?
Valla Erol abiyle nerede tanıştım herhalde radyoda olabilir. Biz yapışmışızdır ona, aman Erol abi falan. 1970 yıllarında Erol abi Ankara Otel’de. Orada Selçuk Sun’la, Nejat Cendeli’yle, Corradi’yle, Pepe’yle çalıştı. Ama onlar bize çok yüksek gelirdi o yıllarda. Çok çok yüksekte, biz onların çok gerisindeyiz. En sonda da Tuna, Kudret Öztoprak üçlüsüydü. O arada ben çok yakın olmuştum onlarla. Mesela Kudret izine gideceği zaman beni koyarlardı orkestraya Kudret’in yerine. Kudret ne zaman bir yere gitse 2 gün, 5 gün, 1 hafta, 10 gün, yıllık izin falan, ben çalardım Erol abilerle yani Kudret’in jokeri olmuştum.
70’lere geldik, o yıllarda neler oldu?
Metin Gürel’le tanıştım. Özgür Güner (gitar), ben, Necdet Ulusoy (davul), falan beraber çalıyorduk. Metin Gürel Türkiye’ye dönmüş, orkestra kuracak dediler. Almanya’da yaşıyormuş, arada bir gider gelirmiş o zaman. Üç sene Türkiye’de kaldı o arada da tanışmış olduk. Onlar daha önce Metin abiyle çalıştıkları için davet etmişler. Metin abi geldi bizim çalıştığımız kulübe, orkestrayı dinledi. O gruptan üç kişiyi, Necdet, ben ve Özgür’ü aldı kendi grubuna. Çok kıymetli bir jazz müzisyenidir, çok çok kıymetli. Beraber çalması herkes için büyük bir şans olan bir insandır. Onunla önce Balin Otel’de sonra Gar Gazinosu’nda çaldım. “Corcovado”, “The Man I Love” falan çalıyorduk, Amerikan jazz şarkıları, “Ipanema”lar şunlar bunlar. Sonra Metin Gürel’in bazı parçaları özellikle klasik batı parçalarını öyle aranjman yapıp değişik çalma usulü vardı. Değişik, çok güzel, çok zor aranjmanlar yapardı, çok çalışırdı, devamlı prova, devamlı prova. Her prova bir kilometre yani.

1972 Metin Gürel Orkestrası, Gar Gazinosu (Photo: Murat Ulus Arşivi)
Yaptığı aranjelerin notalarını herkes için yazıp, veriyordu herhalde size değil mi?
Veriyordu, ben nota bilmiyorum deyince “aaa olmaz” dedi, “burası, bu işin alfabesi nota” dedi, hemen bir tane kağıt aldı bir porte yazdı, “bak şu mi teli, şu re teli, şu la teli, şu sol teli, portenin aralardaki notalar, bu da fa anahtarı, buradan yazılır, gideceksin çalışacaksın, bu notayı en kısa zamanda öğreneceksin” dedi. İlk önemli jazz eğitimim (eğitim diyorum ben) çalıştığım büyük jazz müzisyenleri, ustalardır. Şimdi atölye diyorlar ya Metin Gürel’le yaptım. Metin Gürel orkestrasıyla. 71-72’de Metin Gürel’le hem Gar Gazinosu’nda hem Yeni Süreyya Gazinosu’nda çaldım. Rahmetli Güray Aktalay trompetçi, Necdet Ulusoy davulcu, Özgür Güner gitarcı, rahmetli Teoman Aras şarkıcı, ben bas gitar çalıyordum. Gar Gazinosu, tren garındaki saat kulesinden demiryoluna doğru uzanan bölümdeydi. Revüler, baleler de gelirdi. O gruptan sonra şansım açıldı bayağı teklifler gelmeye başladı. 72-73’te Metin Çotal Orkestrası ile çalıştım. Yeni Süreyya’da. Yeni Süreyya eski Süreyya’nın vestiyerde çalışanlarının açtığı yerdir. O grupta Necdet yine davul çalıyordu, Ergüven Başaran saksofon çalıyordu, Yugoslav bir çocuk vardı gitarcı, sonra o gitti Hurşit geldi. Sonra oradan kovdular bizi. Çok sert çalıyorduk.
Neler çalıyordunuz?
Metin abi çok sert çalardı trombonu böyle bağırta bağırta. Patron iki günde bir derdi ki: “Metin Bey lütfen biraz ağır olalım, çok gürültü oluyor. Metin bey yemeklerini kusacak adamlar” falan diye böyle. Tamam, tamam derdi Metin abi de Allah rahmet eylesin çok volume’lü çalardık, Isaac Heyes’ler falan. Adam bizi en sonunda kovdu oradan. Metin abi “dur, ben iş bulurum” dedi iki gün gitti iş aradı. Kulüp X’e gittik başladık ve 73’ün şubatına kadar birlikte orada çaldık.
Eğitim durumu ne oldu bu arada?
Bir kursa gittim 1.5 sene, teknik resim eğitimi falan öyle bir şey aldım. Dil Tarih’in Sümeroloji bölümünü zor bela kazandım. Gittim baktım ne okuyorsunuz siz, Sümer dili ne olacak? Bizim kafalar tabii başka türlü çalışıyor. Okulda da güzel kızlar yoktu benim bölümde. Bir gönül işi vardı, kızmıştım, kalktım 73’te askere gittim işte. Askerde trombon çalmayı öğrendim. Askerden sonra 1.5 sene tromboncu olarak çalıştım piyasada. Bu arada askerliğimin bitimine yakın üniformayla üniversite sınavına girdiğimi hatırlıyorum. Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi, Banka Sigorta Ekonomi Bölümünü kazandım. 74’te askerlik bitti, geldim akademiye kaydımı yaptırdım. Fakat o sıralarda bir gün sağcılar alıyor okulu, 1-2 hafta sonra solcular alıyor. Sevmedim o işleri pek, uzaktım ben o işlerden biraz. Para kazanmak gibi daha ciddi işlerim vardı. 74’te Gar Gazinosu’nda grup kurduk, çok güzel bir grup. Balarısı Tayfun piyanist, Bülent Soysal davulcu, o sırada Fatih Erkoç da askerlik yapıyor Ankara’da, arada o da geliyor bizimle çalıyor falan. Güzel de paralar alıyoruz o zaman. Bir 6-7 ay para biriktirdim Norveç’e gideceğim diye tutturmuştum. Fatih dedi ki: “ben zaten Emin Fındıkoğlu Orkestrası’na gidiyorum. Emin abiyle konuşurum basçısıyla bir sorunu var epeydir, söylerim sen de gelirsin 1 ay sonra falan”. O gitti önden. O zaman hep böyle bir yurt dışına gidip yırtalım abi Norveç’e gidelim, İsveç’e gidelim oralar çok aydın ülkeler. Gidelim, tabirin adı Türkiye’den yırtalım. Ne yapacaksak gidip. O zamanki moda. 75 başında Emin abiyle birkaç mektup yazışmasından sonra kontrat gönderdi ben de kalktım gittim. O orkestra çok güzel bir orkestraydı, Neşet Ruacan, Nükhet Ruacan, Emin abi. Sonra geldim Türkiye’ye birkaç ay sonra İsveç’e Turhan Eteke Orkestrası’na gittim. Davulcu Turhan Eteke bizden büyük bir abimiz, o da çok uzun yıllar yurt dışında çalıştı. Aşkın Arsunan, ben, şarkıcı Tayfun.
Tayfun kim?
Soyadı Sagesen. Çünkü o kaldı İsveç’te soyadını Sagesen yaptı, İsveçli soyadı gibi. İstanbul’dan bir şarkıcıydı Tayfun. Bir de saksofoncumuz vardı, bir müddet de onlarla çalıştım.
Oradaki repertuarlarınız neydi yani jazz mıydı yoksa İskandinavların o zaman beklentilerine göre mi çalıyordunuz?
O günkü beklentiler işte, Abba’lar, şunlar bunlar, o günkü popüler müzikler ağırlıklı çalıyorduk. Gene tabii ufak tefek jazz parçaları çalıyorduk ama, jazz ağırlıklı denmez yani ona. Fatih söylüyordu, Nükhet söylüyordu, standart Amerikan jazz’ları da söylüyorduk.
İskandinavya’da sistem nasıldı? Menajer mi vardı yoksa mesela Turhan Eteke ya da Emin Fındıkoğlu kendi bireysel bağlantılarıyla mı bu işleri buluyordu?
Avrupa’nın her yerinde menajer sistemi çalışıyor. Menajer kontratının bitmesinden 5-10 gün önce sonraki kontratı gönderiyor. Menajer olmadan gidip iş bulamazsın orada. Telif hakkı sistemi vardı o zaman ben çok hayret etmiştim. 70’li yıllarda oralarda kurulmuştu. Çaldığın parçaların içinde yabancı parça, mesela Beatles’ın bir parçasını, o gün filancanın bir parçasını çaldığın zaman onları not ediyorsun, aylık götürüyorsun veriyorsun telif kuruluna. Ben şu gün şunu çaldım, bugün bunu çaldım. Parça başına böyle kuruşlu kuruşlu yani kronun kuruşu kadar para ödüyorsun ama oradan sahiplerine gidiyor. O zaman gördüm ki çoğu orkestra kendi parçalarını çalıyor. Onun bunun parçasını çalmıyorlar.

Murat Ulus (Photo: Ceyhun Güneş)
Türkiye’ye dönüş ne zaman oldu?
75 sonu Türkiye’ye geldim. Şimdi bu işlerin Ankara’daki hücresi Erol abi. Geldiğim gün yılbaşına birkaç gün vardı Erol Pekcan’a hemen otele gittim. Dedim abi ben geldim, Aşkın bizi terk etti İsveç’te, bir piyanist bulup gideceğim. Niyetim tekrar Turhan Eteke Orkestrası’na geri dönmek. Piyanist bakınacağım falan. Dedi “yahu senden bir ricam olacak sen birkaç gün nasıl olsa buradasın, bir 10-15 gün git, şu Altınnal’da Pepe her gün kavga ediyor basçısıyla, Pepe’yle biraz çal giderken yine başının çaresine bakarız onun” dedi. Peki dedim, gittim Altınnal’a Cinnah caddesinde. Ertesi gün onlarla başladım. Anny Berrier şarkıcı, Pepe’nin karısı, Metin Hamurabi (davul), Pepe. Stardart Amerikan jazz şarkıları çalıyoruz, çalıyoruz ama ağırlıklı Latin çalıyor Pepe. Pepe’nin ağırlıklı bilgisi Latin’di. Altınnal’da epeyce çaldım. Pepe’yle canlı radyo kayıtları, televizyon kayıtları var.
O dönemi yakalayanlar yani 70’li yılların sonlarında Altınnal’dan, oradaki müzikten her zaman övgüyle bahsediyorlar. Çok başka zamanlarmış. 80’lere gelmeden bitiyor sanırım. 80’lere de geldik galiba?
80’de evlendim. Okulu da bitirmiştim. İşletme master’ı yaptıktan sonra Ereğli Demir Çelik fabrikasına satış personeli olarak girdim. 1980-83 arası müzik hayatım bitti.
Müzikle yıllardır devam ederken neden böyle bir yön değişikliği oldu, neden gerek duydun?
Neden duydum çünkü yavaş yavaş müzik istikrarsızlaşmaya başladı. Yani mesela 76 senesinde Pepe’yle çalışırken araba aldım. Hem Altınnal’da çalıyordum hem de 12’de çıkıp gidip bir başka kulüpte gene çalıyordum. İki yerde çalışıyordum dünya para alıyordum. 6-7 gün çalışılan işler bitmeye başladı. İşin tadı bozulmaya başladı. İşte Türk popu o zaman yavaş yavaş devreye girmeye başladı. Bana göre müzikten çoluğuma çocuğuma, aileme bakabileceğimi düşünmüyordum yani onun için böyle bir kopma yaşadım.
Sonra tekrar ne zaman başladın çalmaya?
1983’te Tuna’yla çalmaya başlamışız tekrar. İlk konserler 83’te Türk Amerikan Derneği’nde Tamer Sağlam (davul), Tuna Ötenel, Nükhet Aruca, rahmetli Özer Ünal. Sonrasında Ankara’nın ilk jazz kulübü 1985’te Hava sokakta ‘Oda Caz Kulüp’ adıyla açıldı. Eski Artı kulüpmüş. Burasını Amerikan derneğinden üç ortak falan açtılar. Elvan Arıcı, tromboncu İsveç’teydi, Elvan’a uçak bileti, bak o zamanki şartlara bak Elvan’a buradan uçak bileti göndertiyoruz müesseseden, Elvan Arıcı kalkıyor, trombonunu alıyor İsveç’ten Türkiye’ye geliyor. Nükhet Aruca geliyor. Tuna, Tamer, ben beş kişi başlıyoruz. Ben o sırada hala bas gitar çalıyorum ama. 1986’da Arjantin Caddesi üzerinde ‘Gece Bar’ açıldı. O yıl İlhan Torgul’dan halen kullandığım kontrbası satın aldım. Tabii yalan yanlış sesler, gene öğreten yok, gene bir şey yok. Video kayıtlarından seyrederek çok şey öğrendim o zaman. 1989’da Ankara’ya Parliament Superband’ler gelmeye başladı. Birkaç sene üst üste geldiler. Herb Ellis’le, Ray Brown’la tanıştık. Kontrbasımın üzerindeki manyetiği de Ray Brown’dan satın aldım o tarihte. Bir akşam konserden sonra Erol Pekcan bunları aldı, jam session yapmak istiyor musunuz diye çaldığımız yere ‘Gece Bar’a getirdi. Tuna, Tamer, ben üçümüz varız. Bir baktık kapıda bir sürü adam, 10-12 kişi falan, ellerinde kutularla herkes nefeslisini getirmiş. Biz çalıyoruz. Önce durdular herhalde kapıdan dinlediler, ulan hani bunlarla çalınır mı çalınmaz mı diye, tanımıyorlar tabii adamlar. Bir parça sonra bir baktık hepsi sahneye geldiler. Tak tak tak kutuları açtılar, birisi burnumun ucundan trombonun sürgüsünü itiyor, öbürü kulağımın yanından trompeti üflüyor falan. Müthiş bir gece, jam session yaptık onlarla yani hakikaten müthiş adamlardı.
80’li yıllar bitmeden bir de Etap Oteli dönemi var değil mi?
1986’da Etap’ın açıldığı gün Pepe, Doğan Canku, ben üç gitar çaldık, açılış seremonisinde. O zaman gitar çaldım ben. Uzun yıllardan sonra çaldığım tek gitar, o beraber üç gitar. Sonra Durul Gence ve Arkadaşları diye Haşim Yedican, Ümit Eroğlu Etap’ta çalmaya başladık. Oraya Los Machucambos geldi, onlarla çaldık. Ama Durul’la artık yavaş yavaş jazz parçaları dönmeye başlamıştık ve de Durul’un bilinen popüler düzenlemeleri Türkçe, yani Anadolu pop tarzındaki parçalarından birkaç tane çalıyorduk gene.

Janusz Szprot & Murat Ulus (Photo: Ceyhun Güneş)
Los Machucambos, Etap’a ne zaman geldi?
1986. Kontrbas tarihimin büyük bölümünü onların üzerinde yaptım. Dünyanın en ünlü vokal grubunun üzerinde talim yaptım ben, kolay mı, talim diyorum. İki ay kaldılar. Biz her gece çalıyorduk. İki ay talim ettim. Elimde o tarihlerle ilgili kayıtlar var, bastan çıkan sesleri bir duysan inanamazsın. 85-87 arası gibi Etap’ta hem Durul’la hem yine Pepe, Metin Hamurabi’yle beraber de çaldık. Kızım Zeynep 3-4 yaşındaydı o yıllarda. 87’de Uluslararası Ankara Caz ve Pop Günleri yapıldı. Ankara Caz Festivali’nin ilk konseridir o. CSO’da yapılmıştı. Bir sürü yabancı müzisyenler ve biz de Durul Gence ve Arkadaşları olarak çalmıştık.
90’larda neler oldu?
91’de Janusz (Szprot) geldi Türkiye’ye. Arada bir onunla da konserlerimiz oldu Amerikan Kültür Derneği’nde. Tomasz Szukalski geldiği zaman falan. 91 sonunda kalp krizi geçirdim, 92’nin başında ameliyat oldum. İyileşme döneminde bir seneye yakın müzikten uzak duruşum var. 1994’te Kültür Bakanlığı bünyesinde Ümit Eroğlu’nun şefliğinde, ağırlıklı opera sanatçılarının bulunduğu Ankara Pop Grubu ve Caz Orkestrası diye bir grup kuruldu. Dışardan davet edilen birkaç kişiden birisiyim. Sibel Köse, Yahya Dai, bir de ben. Big band. Konserler verdik. 94’te Tuna Ötenel’in “Sometimes” albümünde çaldım.
Bu arada 94-98 arası Mimarlar Derneği’nde de jazz çalınıyordu değil mi?
O aralar işte on sene Tuna’yla beraber çaldım. Sibel’le, Yahya’yla, Tuna’yla beraber yıllarca Mimarlar’da çaldık. Sibel’le o kadar çok şey paylaştık ki jazz’da.
Mimarlar Derneği’nde beraber çaldığımız kayıtlar da var.
Gazete kupürü gördüm şimdi bir de. Sen, ben, Tuna, jazz geceleri diye çalmışız. 2004’te Siyah & Beyaz’da. Jazz’daki yolumda, en büyük birikim ve öğreniyi Tuna Ötenel üstadla beraber çaldığım on yılı aşkın sürede kazandım.
Tüm bu süreç boyunca Ereğli Demir Çelik devam mı?
Devam ediyorum tabii. Terfi alarak ilerledim, Ankara Bölge müdürü oldum. 2003 Haziranında da emekli. Artık ondan sonra hep müzikle uğraştım. 2005’ten 2019’a kadar da Janusz’la 14 yıl beraber çalmışız. Hayatta en uzun beraber çaldığım dönem. Janusz’la konserler verdik. X-ir, Ruhi Bey gibi yerlerde çaldık. Cem Aksel, Emre Kartarı davul çaldılar. Meltem Ege, Merih Çalışan, Merve Erdal’ın kurduğu Dolce jazz grubu solistler olarak katıldılar. Bu arada Durul’la gene çaldım. Durul Gence 4, Durul Gence 4+1 olarak. 2012’den 2020’ye kadar da Samm’s Otel’de çaldık. Samm’s Otel Bistro, Saba Akman hanımefendinin yeri. Çok güzel bir trio oluşturduk Serkan Alagök’le dönüşümlü olarak Burak Durman davulda, ben ve Janusz. Türkiye’nin jazz müzisyenleri enstrümantistleri olsun şarkıcıları olsun bu sekiz yıl boyunca 2012’den 2020’ye kadar her hafta sonu geldiler. Birlikte jazz çaldık çok da güzel vakit geçirdik. 2019’un Temmuz’unda Janusz’u kaybettik. Ardından Ümit Eroğlu ve Türkmenistanlı piyanist Rustam Rahmedov duhul oldu oraya. 2020 Mart’a kadar çaldık. Şu anda pandemi nedeniyle durdu. Ne kadar olmuş yol? Çaktırmadan 50 küsur sene.

Murat Ulus (Photo: Ceyhun Güneş)
Müzikle ilgili bir ukde var mı kalan, keşke şurada şunu yapsaydım da şöyle olsaydı gibi?
Hayır yok. Hele iyi ki ben müzikle paramı kazanmamışım. Çünkü benim gittiğim yol daha doğru oldu yani yoksa çok sıkıntı çekerdim. Mesela Türk pop müziği çalmak mecburiyetinde kalabilirdim. Kızıma iyi bir tahsil yaptıramazdım, yaptıramayabilirdim. Kendime göre doğru yolu seçtim, o doğru yol beni müzikten biraz uzaklaştırırken başka şeyleri yapabildim rahatlıkla. Başka mesuliyetlerimi yerine getirebildim, o da benim tesellim olsun ne diyelim. Türkiye’deki basçıların en iyisi olmak gibi bir hedefim asla yoktu. Zaten bu şartlarla da olmaya da imkân yoktu. Bak şu anda İstanbul’da 3-4 tane güzel basçı var. Hepsi konservatuvarlı. Çok iyi, çok güzel çalıyorlar, çok da güzel insanlar. Davulcular keza öyle. Piyanistler mükemmel müzisyenler. Onların varlıkları bizim için yeter.
Bildiğim kadarıyla kaptanlık, pilotluk gibi hobilerin var. Tüm bunlar karmaşık bilgiler ve kodlar sistemini öğrenmeyi, çözmeyi gerektiren aktiviteler. Bas çalmanın da şifre okuma, kod çözme olduğunu düşünürsek Murat Ulus için “kod çözücü” diyebiliriz sanırım değil mi?
Valla çok mahcup ettin beni. Bunların hepsi özellikle denizcilik, havacılık, tabii müzisyenlik, hepsi disiplin işi. Hele hele bu havayla denizcilik full disiplindir. Tabii iyi müzisyen olmak istiyorsan da çok disiplinli çalışman lazım. Her şeyin iyisine disiplinle ulaşabilir insan. Ben kendimi tam müzisyen olarak hiçbir zaman görmedim. Şirkette çalıştığım için Ankara’dan da ayrılamadım. Bana Ankara’nın nöbetçi basçısı diyorlar. Çünkü bütün basçılar gitti buradan. Selçuk abi gitti, Kâmil gitti. Ben bir türlü gidemedim. Gitmeme nedenim işim. İş yükünün ağırlığı, sorumluluklar vesaireler, müzikte çok fazla disipline olamadım doğal olarak. Bir yanda işimi yaptım bir yanda bu işe kıyısından köşesinden tutundum. Müzikle ilgili, enstrümanla ilgili hiçbir eğitim almadım. Hepsini kendi kendime öğrendim. Bu arada davul, piyano, trombon çalmayı öğrendim, yani bir sürü enstrümanı kendi kendime öğrendim. İşte kendi kendine ne kadar öğrenilebilirse ben de o kadar öğrendim. Yeteneğim kadar müzisyenim. Bir yazı okudum Erol Pekcan’la ilgili geçen gün diyor ki: “Erol Pekcan sadece çaldığı enstrümanı en güzel çalan bir insan değildi ama öteki yanlarıyla hep abiydi hep yol göstericiydi”, işte şuydu buydu, diğer hobilerinden falan bahsediyor. Güzel bir şey yani bence de belki bize de örnek oldu Erol Pekcan. Ben de başka yönlerimle de ne bileyim işte abi, yol gösterici, örnek olmaya çalıştım hayatım boyunca. Benim yolum bu kadar… This is My Way…