Jazz’a az çok ilgisi olan yüz kişiye sorsak, herhalde hemen herkesin aklına gelecek ilk şehir New York olacaktır. Yoksa, New Orleans mı birinci sırada çıkar? Meşhur okulu düşünüp Boston diye atılan olabilir. Müziğin tarihini iyi bilen birkaç kişiden Chicago ya da Kansas cevabı duyabiliriz belki. Hatta belki Paris. Peki ya Phoenix?
Çalışma gereği geldiğim Phoenix’te, civarda jazz’la ilgili ne varsa takip etmeye çalıştım yedi ay boyunca. Sonda söyleyeceğimi önden belirteyim: Burası bir jazz mabedi değil (en azından şimdilik) ama arayanın bulacağı güzel sürprizlerle dolu. Phoenix yanında, merkezindeki üniversite (ASU) kampüsüyle Tempe ve turistik bazı özellikleriyle Scottsdale öne çıkan şehirler. Çok güzel bir bölge olmasa da, Mesa’yı, daha doğrusu buradaki kültür sanat merkezini de listeye eklemek mümkün. Birbirlerine yaklaşık olarak yarımşar saatlik mesafelerde bulunan bu dört şehir arasında mekik dokursanız hemen hemen her hafta iyi müzik dinleme imkânı bulabiliyorsunuz. İşin başka bir güzel yanı da Scottsdale dışındakilerin birbirine trenle bağlı olması. Otomobillerin mutluluğu* için düzenlenmiş olan ABD şehirleri için olağandışı bir durum.
The Nash
Buraya geldiğimde ilk olarak merak ettiğim mekân Phoenix’teki kulüp The Nash olmuştu. Ayak bastığınız anda bilindik jazz kulübü unsurlarını göreceğiniz türden bir mekân burası. Alçak, dip dibe yerleştirilmiş masalar ve gösterişsiz, ufak bir sahne. Burada izlediğim ilk etkinlik, New York’lu piyanist Noah Haidu’nun jazz’ın eskileri basçı Buster Williams ve davulcu Lewis Nash birlikteliğinde gerçekleştirdiği üçlü konseriydi. Haidu’nun son çalışmaları, Kenny Kirkland parçalarını yorumladığı Doctone (Sunnyside, 2020) ve Keith Jarrett’a ithafen hazırladığı Slowly (Sunnyside, 2021). Kulüpteki gig de bu albümler etrafında biçimlendirilmişti. Haidu’nun, genç yaşta vefat eden Kenny Kirkland için tasarladığı albüm esasen yüksek lisans projesine dayanıyor. Arzu edenler, Jeffrey Chuang tarafından hazırlanan belgeseli internette izleyebilir. Mekânda bulunmaktan ve ekibin çalışından zevk almış olmakla birlikte, ruhuma çokça işleyen bir gece olarak hatırlamayacağım. Mesele özellikle Kirkland olunca, piyano-synthesizer ikilisini çok lezzetli bir kıvamda birleştiren orijinalleri her zaman tercih edeceğimi söyleyebilirim.
The Nash’de daha sonraki bir tarihte izlediğim ikinci gig Joey DeFrancesco üçlüsü idi. Gecede DeFrancesco’ya gitar ve tuşlularda Lucas Brown ve davulda Anwar Marshall eşlik ediyordu. Bu konserde grup, yüksek enerjili, eğlendirici bir tavırda çaldı. Çok da iyi yaptılar. Neticede, herkesin üzerinden salgın karamsarlığını atmaya çalıştığı günleri yaşıyorduk halen. DeFrancesco, son kaydı More Music’ten This Time Around gibi parçalarda neşeyle ayağa kalktı ve seyirciyi melodiyi söylemeye davet ederek ortamı iyiden iyiye rahatlattı. Brown’ın birden fazla çalgıya hâkim olması bu tür eğlencelere girişilmesini kolaylaştıran bir unsurdu. Tabii bu grup formatı yalnız bu açıdan değil, DeFrancesco’nun org ve tuşlular yanısıra diğer başka çalgılara (trompet ve saksofon) geçişine imkân sunması bakımından da önemliydi. Orgdaki kıvılcımlı çalışlarıyla bilinen (merhum**) müzisyenin tenor saksofon becerilerini kayda alan ilk albüm olan More Music, bu bakımdan da dikkate değer. The Nash bölgenin gerçek anlamdaki tek jazz kulübü; yolu düşünlerin mutlaka uğraması gereken bir mekân.

The Nash (Photo: Serdar Karabatı)
Ravenscroft
Bölgenin bir diğer konser mekânı Ravenscroft. Yeni tamamlanmış olan yapı, jazz sever bir çift, Bob ve Gretchen Ravenscroft’ın maddi katkılarıyla hayata geçirilmiş. Öğrendiğim kadarıyla, Ravenscroftlar faaliyetlerini uzun zamandır başında oldukları bir vakıf aracılığıyla gerçekleştiriyor. Mekânda şık bir bar, onun yanında küçük bir sahne ve ayrıca iki yüz kişilik bir salon yer alıyor. Kâr amacı gütmeyen oluşum, bilet satışları, sponsorluklar ve bağışlara dayalı olarak faaliyet gösteriyor. Müzik programı ise Lakeshore Music tarafından belirleniyor. Benim burada izlediğim tek konser, doksanlardan Tell Tale Signs gibi albümlerinden tanıdığım Los Angeles’lı saksofoncu Bob Sheppard idi. Sheppard, 1970’lerden günümüze, farklı müzik türlerinde yüzlerce kayıtta yer aldı. Daha çok bir stüdyo müzisyeni olarak tanınıyor ancak kendi adına kaydettiği albümlerin bazıları da bilinmekte. Merak edenler 2019 kaydı The Fine Line’a kulak verebilir. Konserde ekip, Sheppard’ın eski müzisyen dostu gitarist Larry Koonse yanısıra piyanoda Otmaro Ruiz, basta Luca Alemano ve davulda Mark Ferber’dan oluşmaktaydı. How Deep Is the Ocean, A Flower Is A Lovesome Thing, Easy Living yanı sıra, 1960’ların İtalyan pop klasiklerinden Estate, bir Cinema Paradiso yorumu, Hoagy Carmichael bestesi Nearness of You, Wayne Shorter bestesi Charcoal Blues, piyanist Ruiz’den Obsesion ve Sheppard’ın kendi besteleri Did It Have To Be You ile Bait & Switch seslendirilen parçalar arasındaydı. Sheppard’ın Amerikan müziğinin altın çağlarına ve şarkılara ilgisini gösteren bir seçkiydi.

Bob Sheppard (Photo: Serdar Karabatı)

Ravenscroft (Lounge) (Photo: Serdar Karabatı)
Arizona Musicfest
Buralara seyahat edecek jazz severlerin radarına alabileceği bir diğer oluşum, Arizona Musicfest. Üç farklı kiliseyi konser salonu olarak kullanan festival, esasen yıl boyunca süren bir konser zincirinden ibaret. Hemen her müzik türünü kapsayan bir festival bu; Pink Martini, Sarah Chang, Jane Monheit ya da Sergio Mendes benzeri tanınan popüler isimler de mutlaka yer alıyor. Ben, Kanadalı trompetçi ve şarkıcı Bria Skonberg’in, piyanoda Chris Pattishall, gitarda Gabriel Schneider, basta Adi Meyerson ve davulda Darrian Douglas eşliğinde gerçekleştirdiği iki setlik, uzun konseri takip ettim. Skonberg’ün 2017 albümü Kanada’nın Grammy’si olarak bilinen Juno ödülüne layık görülmüş bir kayıt. Wycliffe Gordon, Stephane Wrembel ve Steven Bernstein gibi isimlerle de çalışmış olan Skonberg, jazz çevrelerinde eğitmen olarak da tanınmakta. Kulüp performansı havasında geçen konserde Skonberg vokali önde tuttu, trompet partisyon ve soloları ikinci plandaydı. Cole Porter’dan From This Moment On, Down In The Deep, Sarah Vaughan’ın Clifford Brown ile kaydettiği I’m Glad There Is You, Square One, Villain Vanguard, What Now yanısıra Blackbird, I Want To Break Free yorumları aklımda kalanlar oldu. Ek bir not olarak, genç ekipteki isimleri takibe almanızı önerebilirim.

Bria Skonberg (Photo: Serdar Karabatı)
Scottsdale Center for the Performing Arts
Scottsdale Center for the Performing Arts’a ayrı bir bölüm açmak gerekiyor. Programının zenginliği nedeniyle, en çok konseri bu kültür merkezinde izlemiş oldum. Scottsdale varlıklı bir şehir; bunu fark etmek için turistik sokaklarında birkaç tur, dükkânlara ve galerilere hızlı bir bakış yeterli oluyor. Fashion Square olarak anılan büyük alışveriş merkezinin civarındaki hareketlilik de burayı bir çekim merkezi haline getirmiş. Scottsdale’e konser ya da etkinliğe gelenler yeme-içmeyi de kapsayan bir tam gün planlama imkânına sahip oluyor. Tüm bu trafiğin yakınında olması, kültür merkezinin ek bir avantajı gibi durmakta. İzlediğim konserler arasında özellikle ikisi, René Marie ve Gregory Porter heyecanlı ve anlamlıydı. Biri küçük bir dinleyici topluluğuna, diğeri dolu salona karşı gerçekleşen bu iki buluşmanın ortak noktası, müzisyenlerin uzun kapanma döneminde biriktirdikleri duygu ve düşünceleri paylaşma isteğiydi. Geçtiğimiz kış aylarında salgının psikolojik etkisi halen devam ediyordu, herkes bir anlamda içini dökmek ve kopan bağları yerine koymak istiyordu.
René Marie’nin ilgi çekici bir hikâyesi var. Küçük yaşlarda kısa süreyle piyano dersleri alan Marie, gençlik yıllarında bu sevdasından ailevi nedenlerle vazgeçmiş ve profesyonel müzik dünyasıyla hemen hemen hiç ilişkili olmayan bir hayat kurmuş. Jazz şarkıcılığına geçişi, kırklı yaşlarının başlarında, büyük oğlunun ısrarıyla gerçekleşmiş… Artık Down Beat gibi dergilerin yıllık anketlerinde ismini görebileceğiniz Marie, 1997 yılındaki ilk albümünden bu yana onun üzerinde kayıt gerçekleştirmiş. Scottsdale’deki konserini What a Difference a Day Makes ile açtı. Daha sonra, bir kamp gezisinden ilhamla kaleme aldığı Colorado River Song ve davulculara tatlı bir hatırlatma olarak yazdığı Rim Shot gibi bestelerini yorumladı. Sette For All We Know gibi diğer bazı standartlar da yer aldı. Marie’nin konserde yer verdiği diğer bir bestesi olan Joy of Jazz, adını Johannesburg’daki bir festivalden alıyor. Şarkıcının Güney Afrika ziyareti Nelson Mandela’nın hastanede olduğu döneme denk gelmiş ve bu durum kendisinde karışık duygular uyandırmış. Ancak parçada da duyacağınız üzere, Mandela’yı neşeyle selamlamayı tercih etmiş.
Gregory Porter, René Marie’ye göre çok daha fazla tanınan bir şarkıcı; takipçilerinin sayısı iki milyonu, albümlerinin toplam satışı da üç milyonu geçmiş durumda. Bu sayılar kendisini en meşhur jazz&soul sanatçısı sınıfına taşıyor; salonun doluluğu bu popülerliği bir kez daha teyit eden nicelikteydi. Esasen Porter’ın da bu noktaya gelmesi zaman almış… Gruptaki müzisyenlerle Harlem’de salaş bir kulüpte tanışmalarının hikayesini paylaşan Porter, dostluklarının önemine ve değerine vurgu yaptı. Programa gelirsek, Liquid Spirit, Musical Genocide gibi hit parçaların Take Me To The Alley ve Cole Porter’dan Mona Lisa benzeri ballad’larla dengelenmiş bir akış vardı. Porter gerek sunumları gerek sahnedeki havasıyla seyirciyi konserde tutmayı gayet iyi becerdi, diyebilirim.
Scottsdale Center for the Performing Arts, şehrin desteğiyle yaşayan bir kurum ancak hayli bağımsız hareket edebiliyor. Örneğin, bağışçı bulmada kendi yöntemlerini uygulamakta serbestler. Halen kültür merkezinin başında bulunan Gerd Wuestemann görüşme ricamı kırmadı ve merak ettiğim konularda samimi açıklamalarda bulundu. Almanya doğumlu Wuestemann, klasik müzik eğitimine sahip bir gitarist. Ancak, geçirdiği bir kaza sonrasında profesyonel müzik yaşantısını bırakmış ve ABD’de kültür faaliyetlerine odaklı bir kariyere yönelmiş. Gerd’in en büyük heyecanlarından biri, merkezin hemen yanında yer alacak açık hava sahnesinin inşa projesi. Küresel salgın işleri altı ay kadar yavaşlatmış ancak bu gecikme büyük bir sorun olarak görülmüyor. Scottsdale şehir meclisinin öncelikli addettiği otuz beş proje arasında en başta desteklenenlerden olan mekân için ilk hedef, Amerika için büyük önem taşıyan Super Bowl etkinliklerine, yani 2023 başına yetiştirilmesi. Daha da heyecanlı kısım ise, konser alanının 2024’te yapılması planlanan festivale hizmet edecek olması. Scottsdale Center for the Performing Arts elbette buradaki tek sanat kurumu değil. Gerd’e aralarındaki rekabeti sorduğumda, eski ABD başkanlarından Kennedy’ye ait “rising tide lifts all boats” deyişine gönderme yaparak, sanat faaliyetlerinin yaygınlaşmasının herkese yarayacağı yönündeki görüşünü belirtiyor. Evet, su yükseldiğinde bütün tekneleri kaldırır ama ben Scottsdale’in adı konmamış önderliğinin yeni konser alanının tamamlanmasıyla iyiden iyiye pekişeceğini düşünüyorum.
Sonuç olarak, Arizona jazz ile özdeşleşen bir eyalet değil ama bu algıyı değiştirmesi çok da imkânsız durmuyor. Bir kere, George Benson ve Joey DeFrancesco** gibi bazı büyük isimlerin burada yaşıyor olması önemli bir artı. Yukarıda bahsettiğim mekânlar dışında, Musical Instrument Museum gibi başka yerlerde de konserler yapılıyor. Çok önemli bir kamu üniversitesi olan ASU’nun jazz programı dikkate değer… Bölgenin önemli bir başka avantajı da kuzey yarımkürede kış koşullarının hâkim olduğu ayların büyük bölümünde ılıman bir iklime sahip olması. Phoenix’in ABD içindeki göç dalgasından en fazla yararlanan şehirlerden biri olmasında ekonomik nedenler kadar havasının da etkisi var; etkinliklerin Ekim ila Mayıs arasına planlanması çekiciliği mutlaka artıracaktır. Phoenix çölde şehir hayatı, üniversite hayatı ortaya çıkarabildiyse, tüm etmenler bir arada ele alındığında, ABD içinde bir “jazz vadisi” olmayı da becerebilir. Hatta, coğrafyaya koşut bir saguro-jazz akımı bile doğabilir; neden olmasın?
* Miami’deki çalışmalarıyla bilinen mimarlar Duany ve Plater-Zyberk’e atfedilen ifade.
** Joey DeFrancesco, yazının tamamlanmasının ertesinde, 25 Ağustos 2022’de vefat etmiştir.