Japonya, jazz’a ilginin en yüksek olduğu ülkelerden biri. Gidenler bilir, birçok küçük kafe ve kulüpte canlı müzik dinleyebilirsiniz. Ya da hiç beklemediğiniz bir anda jazz çalınır kulağınıza. Piyanist ve besteci Selen Gülün bir süredir bu uzak adada sürdürüyor çalışmalarını. Bir konser için İstanbul’da bulunduğu sırada görüştük ve okuyacağınız söyleşiyi, ilk bölümü yüz yüze, devamı yazışmalı olacak biçimde gerçekleştirdik.
Selen Gülün’ün özgeçmiş bilgilerine http://selengulun.com/about/biography/ adresinden ulaşabilirsiniz.
Bizden Avrupa ve ABD coğrafyasına yerleşen müzisyen çokça vardır ama Türkiye’den Japonya’ya giden jazz müzisyeni bilmiyorum. Ülkeye yerleşme süreci nasıl ilerlemişti?
Ben Japonya’ya ilk olarak bir albümün konserleri için gelmiştim, Haziran 2015 idi. Bunun bir yıl öncesinde, sürpriz bir şekilde, Japonya’nın en büyük albüm dağıtımcısı Disk Union benden 2010 çıkışlı Answers albümümü istemişti. Albümü çıkartan plak şirketi Pozitif’ten rica etmiştim, Disk Union ile görüşüp yollamışlardı. Bir gün Instagram hesabıma baktığımda takipçilerimden bir tanesinin Tokyo’da albümümü bulduğunu ve beni de etiketleyerek fotoğraf koyduğunu gördüm. Fotoğrafta Answers’ın Tokyo’da jazz albümleri arasında ilk on içinde altı numarada sattığını gördüm. Şaşırdım çünkü albüm Japonya’da dağıtıldıktan sonra durumunu takip etmemiştim. Google taraması yaptım, hakkımda çıkan bir sürü haber buldum. Haberlerin çoğunda “biz bu kadını daha önce nasıl keşfetmedik?” içerikli yazılar okudum. Henüz Japonların sanatta, özellikle müzikte “ben keşfettim” hissiyatını önemsediklerini bilmediğimden, gösterilen ilgiye şaşırdım. Sonuçta 2010’da yayınlanmış bir albüm ve biz aslında müzikleri 2006’da kaydetmiştik. Aradan dokuz sene gibi bir zaman geçmişti! Neticesinde Tokyo’da iki konser çaldım. Çok heyecan verici bir deneyimdi. İlk ziyaretimin ardından birkaç kez daha hem gezmeye hem de çalmaya geldim. Her seferinde Japon kültüründen, insanlardan, yaşamın akışından, sanattan, parklardan, en önemlisi müzisyenlikten ve müzikten daha da çok etkilendim. Sonunda Tokyo’ya yerleşme kararı verdim.
Japon müzisyenlerle çalışmaktan hayli memnun olduğunu biliyorum. Hangi deneyimler ya da paylaşımlar bu duyguyu güçlendirdi?
İlk konseri üçlü olarak çalmıştım. Provaya ilk defa tanıştığım ve konseri çalacak olduğum basçı aslında zor diye listeye almadığım parçalarımdan birisi olan “Başka” isimli şarkıyı ezberlemiş bir şekilde geldi ve bunu neden çalmadığımızı sordu. Dinlemiş, beğenmiş, öğrenmiş, provaya kafasında bununla gelmiş! Bunca senelik profesyonel müzisyenlik hayatımda böylesi başıma hiç gelmemişti. Japonya’ya yerleştikten sonra buna benzer şeylerle çok karşılaştım. Provaya çalınacaklar listesinde olmamasına rağmen “şu parçan da var, dinledim, çok beğendim, çalalım mı?” benzeri tekliflerle gelen müzisyenler oldu. Çalmış olduğum solo konsere ise evindeki Answers albümünü getirenler, imza almaya yanında hediyeyle gelmiş olan kişiler vardı ve bu dinleyicilerin çoğu albümdeki parçaları tanıyorlardı. Çok etkilendim; bu durumdan etkilenmeyecek herhangi bir müzisyen tanımıyorum. Ülkeye yerleştikten sonra ise, tamamen kendiliğinden gelişen bir şekilde, çoğu ikili konserler vermeye başladım. Bunu aslında dil engelini aşan bir diyalog arayışı olarak görüyorum. Kendim de hayatımın daha az konuşmak istediğim ama bir yandan daha çok paylaşmak istediğim bir dönemine geldim sanırım. Bunu yapabildiğim en iyi alan elbette müzik. Karşıma da Japonya’da bu ihtiyacımı giderecek, bunun yanı sıra iç dünyamı zenginleştirecek müzisyenler çıkıyor. Bana tamamen yabancı kültürden biriyle tanışıp çok az kelime aktarımı yaptıktan sonra bir buçuk saat rastlantısal öğelerin de içinde olduğu ama akıcı ve kendiliğinden planlı performanslar yapma şansım oluyor. Bunun ne kadar etkileyici bir deneyim olduğunu yine sözle anlatmak zor sanırım.

Selen Gülün (Photo: Seyhan Camgöz)
Hangi müzisyenleri sayabilirsin en başta?
Beni heyecanlandıran ve birlikte ikili performanslar çaldığım müzisyenler arasında özgür doğaçlamacı kemancı Keisuke Ohta, Japon jazz müziğinin en önemli temsilcilerinden trompetçi Issei Igarashi ve noise müzik dehası Keiji Haino sayılabilir.
Çalışma izinlerinin kolay çıkmadığından bahsetmiştin daha önceki bir konuşmamızda. Japonya’da yabancı sanatçı olmanın başlıca zorlukları neler?
Evet, Japonya’ya özgü bazı zorluklar var. Nitekim Tokyo yerleşme kararını öyle hemencecik veremedim. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesi, sanatçı vizesinin teorik olarak var olması fakat işler hale geçirilmesinin çok zor olması. Japonya’da tüm çalışma alanları iş olarak nitelendiriliyor; yani besteci iseniz sizi birinin besteci olarak işe alması gerekiyor. Sen de biliyorsun ki, besteci olarak böyle bir iş bulmak dört yapraklı yonca getirip iki başlı ejderha bulmakla aynı şey! Kendinize ait yedi albümünüzün olması, ilk seslendirmeleri yapılmış eserinizin olması, onlarca ülkede konser vermiş olmak, hiçbiri Japonya hukukunda sizi besteci kılmıyor. Besteci olarak iş hukukunda yer bulabilmek için iş sahibi olmanız gerekiyor. Ben bu engeli çalışmaya başlayarak aştım. Gerçi dünyanın birçok ülkesinde besteci kimliğiyle para kazanarak yaşamak neredeyse imkânsız hale geldi… Şu anda Tokyo’da da hem ders veriyor hem çalıyorum. Birlikte prova yapmakta olduğum Japon müzisyen arkadaşlarıma yabancı müzisyenlerin Japonya’da nasıl kaldıklarını sorunca, biraz düşünüp çoğu Japon kadınlarla evliler demişlerdi! Besteci olarak yaşamanın zorlukları yanı sıra bir performans sanatçısı olarak yaşamak da bir o kadar zor. Burada çok gelişkin bir müzik kültürü var, her müziğin çalınabildiği yerler var ve muhakkak belirli bir sayıda dinleyicisi var ama kulüplerde çalmak devletten izin almaya bağlı. Eğlence vizesi olarak çevirebileceğim bu özel çalışma iznin olmadan büyük kulüplerde veya para kazanabileceğiniz seviyede dinleyicisi olan kulüplerde çalmak imkânsız. Maalesef bu konuda çok katılar ve vizeyi almak da çok masraflı. Buraya gelip profesyonel müzisyen olarak turne yapabilmek için, bu vizeleri sizin için alabilecek tur menajerlerine ihtiyacınız var, onlara ulaşmak da o kadar kolay değil. Elbette gelip küçük kulüplerde performans yapmak da mümkün ama yakalanırsanız başınız belaya girebiliyor, sınır dışı edilebiliyorsunuz. Japonya’ya çalmaya gelen bütün büyük müzisyenler için bu vize alınıyor. Çeşitli süreleri var ama en uzunu bir ay diye hatırlıyorum. Demeye çalıştığım, Japonya’ya gezmeye geldim birkaç da konser çalayım diye bir şey pek mümkün değil ama hayatta hiçbir şeyin sınırı da bu kadar net değil elbette.
Bunu sormazsam olmaz… Haklar ve eşitlik konularında aktif söylemi olan, hareket alan birisin. Türkiye’den uzaklaşırken Japonya’ya, kadın-erkek eşitliğinin yine zayıf olduğu başka bir hiyerarşik bir toplumdaki yaşama, üstelik, az önce konuştuğumuz üzere, “yabancı” olarak dâhil oldun. Sence, dışarıdan olmanın bu dertleri sahiplenmede ya da bunlarla uğraşmada farkı var mı?
Türkiye’deyken en son Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ile çalışıyordum. Ben buraya aslında sosyal yaşam kodlarının kişiler üzerinde yaratmış olduğu baskıyı merak ederek de geldim. Buradaki sosyal kodlama, başlarda cevaplamaya çalıştığım gibi, bizim gözlükle baktığında çok anlaşılabilecek bir kodlama değil. Yani Müslüman bir ülkede kadına bakışla Japonya’da kadına bakış benzerlikler taşımıyor. Hak ihlalleri, yaşam alanı sınırlamaları benzer olsa da içindeki konular benzemiyor. Benim için çok ilginç bir durum. Özgürlükler kısıtlaması yabancı bir insanın gözüyle görüp anlayabileceği bir şekilde tanımlanmamış. Japonya’da yabancı birisi bir ömür boyu toplumun içine karışmadan yaşamaya itilebilir; yani burada yabancı olmak, hangi ülkeden olursan ol yabancı olmak anlamına geliyor. Tabiri caiz ise, bizim ülkede kullanılan gavur kelimesi anlam olarak aynı şey olmasa da toplum dışında kalan nitelemesi için tanımı benzeşen gaijin kelimesi kullanılıyor. Hatta yabancıların birbirini bulması ve toplumda daha rahat bir yaşamı ulaşabilmesi amacıyla kendilerinin oluşturmuş olduğu GaijinPot diye bir site var. Birçok kez faydalandığımı söyleyebilirim. Toplum olarak yabancılara son derece nazik davranıyorlar ama rekabet etmek zorunda kalacaksan ve onların alanı olan yerlere girmek istediğinde aynı nazik tavırla karşılaşamayabiliyorsun. Erkek-kadın konusuna değinmek istersek kadınların daha az çalıştığını, çalışıyorlarsa diğer ülkelerdeki benzer yönlendirmelere tabi olacak şekilde daha çok öğretmen, klasik müzik piyanisti, şarkıcı, tezgâhtar, servis elemanı olarak çalışabildikleri alanları tercih ettiklerini gözlemledim. Belirli bir şekilde gülmek, yürümek, giyinmek gibi kodların ağır olduğu Japonya’da kadınlar üzerinde kurulan kontrolcü tavrı tamamıyla değiştiren bazı davranışlarla da karşılaşıyorum. Bir şirkette üst düzey yönetici olabilme imkânları sınırlı, çocuk sahibi olduklarında ise kadın olarak varlıkları tamamen farklı algılanıyor.

Selen Gülün (Photo: Seyhan Camgöz)
Biraz da şehirdeki yaşamı konuşalım isterim. Tokyo’nun parkları çok güzeldir, küçük bir kaçamakla dinginleşiyor insan. Diğer yandan, dükkânlar oyuncak ve ıvır zıvırla dolu, geceleri bazı bölgelerde her yer ışık, gençlerin bir bölümünde ise pop, anime kültürü yaygın. Hangisi daha fazla etkiliyor seni?
Ben Tokyo’nun her halinden etkileniyorum. Bazen gürültüden kafam şişiyor, bazen görsellikten gözlerim acıyor ama ahenk ve uyum her şeyin üstüne çıkıyor. Senin de dediğin gibi, Tokyo’nun görsel deliliğinden kaçıp kendini saklayabileceğin alanları var. Bu elbette bilinçli bir şekilde yapılmış… Binalar, metro ve insanlar arasında nefes alma yerleri parklar. İnsanlar normalde çok hızlı yürüyorlar, çok hızlı hareket ediyorlar, hep bir yerlere yetişmek zorundalarmış gibiler. Bu beni duygu olarak çok yoruyor mesela; etrafımda o parklara en çok giden insan benmişim gibi geliyor. Öte yandan, bu çılgınca koşturma hali içinde bir denge var. Herkes toplumsal olarak işe yarar işler peşinde, bunun uzantısı olarak da kültür-sanat aktiviteleri ve sanatçılar çok kıymet görüyor. Hâlâ hayatın içinde bir şey olarak algılanıyor kültür ve sanat, yani ulaşılamaz değil, ulaşılabilir olan. Üreten bir insan olman, özellikle sanat üreten bir insan olman takdirle karşılanıyor çünkü sanatı toplumun dışında, ayrı bir üretkenlik alanı olarak görmüyorlar. Gençler pop kültürüne dönük bir yaşam içinde ama kültür-sanat aktivitelerine arkalarını dönmüyorlar. Birçoğu spor yapıyor veya çalgı öğreniyor.
Herhangi bir çelişki görmüyor musun bunlarda?
Bunları çelişki olarak görmüyorum. Çelişki olarak görmek için Batı’dan bakmak lazım. Yaşadıkça, bizim öğrendiklerimizle bakarak görülebilecek bir şey olmadığını düşünüyorum burada. Hiçbir şey, buna insan ilişkileri, dil kullanımı, cinsellik, eğitim dâhil birçok konu girebilir, bizim yaşantımıza benzemiyor. Öyle deliler gibi koşturan bir toplum olmalarına rağmen -çalışırken masa başında ölüm oranının en yüksek olduğu ülkedir biliyorsun Japonya- dünyanın en fazla jazz barının, yıldızlı restoranlarının, konser salonlarının olduğu başkente sahipler. Bu nasıl mümkün oluyor? Sıradan insan bile mahallesindeki jazz barını var ettirmeyi bir kişisel onur meselesi haline getiriyor; işten çıkıyor, canlı müzik izlemeye gidiyor, birasını söylüyor, belki de hepsini içmiyor ama orada durup sonuna kadar müziği dinleyip evine öyle gidiyor. Yani bu koşturma ve delilik içinde başka şeylere her zaman yer bırakıyor.
Japonya’da ne kadar kalacağını düşünüyorsun?
Ben şimdilik etrafımda olup bitenlere uyum sağlamaya çalışıyorum. Benim için her şey o kadar yeni ki henüz heyecanından hiçbir şey kaybetmedim. Yaşadığın toplumu sürekli anlamaya çalışmak aslen çok yorucu bir durum, çünkü kendini sürekli yeniden yapılandırman gerekiyor. Ben bunu pozitif bir şey olarak algılıyor, öyle yaşıyorum. Bir yandan Japonca öğrenmeye gayret ediyorum, bir yandan yemeklere alışmaya çalışıyorum ki kolay olmuyor çünkü çok et tüketen bir toplum ve ben on beş yıldır et yemiyorum. Tabii biliyorum ki, bir süre sonra, bahsetmiş olduğun baskıcı ve aşırı tutarlı tavırdan sıkılarak başka bir yerde yaşama arzusu içine düşebilirim. (gülerek) Ne de olsa kökten kaosla besleniyoruz…
Gelelim malum konuya… Amerikalı ya da Avrupalı olmayan jazz müzisyenlerinin projelerinde, kendi ülke müziklerinden ne kattığına bakılır zaman zaman. Bazen hatta konser ve festivallere davet almak bu ölçütten geçer. Senin ve çoğu jazz müzisyeninin yerel olana dair zorunluluklar hissetmediğini gayet iyi biliyorum ama Japon müziğiyle ilişkili bir proje düşünüp düşünmediğini sormak isterim yine de.
Aslında kimse kendi müziğinden, kendi kültüründen ayrı bir şekilde değerlendirilmemeli. Ben şarkılarını çoğu zaman Türkçe söyleyen birisiyim. İngilizce söylerken de ister istemez bir tavır farkı içindeyim. Kendi sesini Türkçe duymak müziğini, iletişimini kişisel bir hale getiriyor, bundan kaçamazsın. Dolayısıyla yerel etkileşimi sadece müzik içinde aramak bana doğru gelmiyor. Bunun yanında, yerel müziklerden azıcık korkuyorum. Hayatta hiçbir şeye “-mış gibi” yapmaktan hoşlanmayan bir insan olduğum için, belli bir derinlik içine girmeden yerel müziklerle ilgilenmek istemiyorum. Yerel çalgıları “söz” gibi çalan muhteşem müzisyenler var, o dünyanın içine dalmak beni ürkütüyor, ama bu şimdilik böyle… Kafamda haiku şiirlerinin biçimine uygun bir müzik projesi var. Büyük ölçekli ve çok bölümlü eser yazmak peşindeyim. Bunun için ön çalışmalarıma başladım; Japon edebiyatı üzerine okuyor ve bilgi topluyorum. Fırsat bulduğumda kapanıp bir eser haline getireceğim. Şimdilik, bir soprano, kontrbas ve piyano için bir eser olduğunu söylemekle yetineyim. Fikri özgün buluyor ve heyecanlanıyorum. Buraya daha fazla ayrıntı verip, yapacağım deyip gerçekleştiremezsem kalbim kırılır.
Merakla bekleyeceğiz projeyi! Söyleşi için teşekkürler Selen; yeniden görüşmek üzere!