BİZİM JAZZ’CILAR
1940’ta İstanbul’da doğan jazz piyanisti ve besteci Emin Fındıkoğlu, tanıdığım en havalı jazz’cı!
Emin Fındıkoğlu’nu, Türkiye’de geçmişten bugüne tüm jazz sanatçılarını konuk alan NTV Radyo’daki “Bizim Cazcılar” programına davet ettim. Usta jazz sanatçısı teklifimi kabul etti.
Zor bir adam olduğunu öğrenmem bir dakikamı almadı, ki biraz biliyordum da. Sohbet ettiğim hemen hemen her jazz’cı kendisinden mutlaka bahseder. Öyle efsane bir adam. Sevin Okyay’a, “Sevin Ablacığım, Emin Bey ile görüştüm, kabul etti, programı yapacağız” dedim. “Peki, ancak dikkatli ol soru sorarken İrem’ciğim” dedi. Birkaç hikaye de ekledi tabii. Yüzümün aldığı şekli görünce, içten içe güldüğünü biliyorum Sevin ablanın. Sorular üzerinde de biraz konuştuk. Hazırladığım soruların bir çoğunu beğenmeyeceğini tahmin ediyordum. Çünkü önceki söyleşilerini okumuş, dersime çalışmıştım.
Edindiğim istihbarata göre, önce beni sevmeliymiş. Sevilmeyecek biri değilim, sanırım. Ama söz konusu o çılgın jazz’cı olunca, kendimle ilgili soruların bile cevaplarını bilmiyorum.
Sizlere tanışma seremonimizi anlatmak zorundayım, söyleşiler ve bu anlattıklarımla Fındıkoğlu’nu daha yakından tanıyacağız.
Neyse, o gün geldi çattı.
Çalarkan çok kez dinlemiştim ancak, yürürken de fazla karizmatik biri. Yaşına bakmayın, gençlere taş çıkartacak cinsten. Zehir gibi bir hafızası var. Kendine iyi bakıyor, her halinden belli. Elinde büyük bir çanta vardı. Taşımak istedim izin vermedi, içimden o da hazırlıklı gelmiş dedim. Stüdyoya girdik. İlk cümlesi “o soruları boş ver, yaz, ben sana soracağın soruları söyleyeceğim” oldu. Tabii, dedim. Yazmaya başladım. Ama bana hikâyesi lazımdı. Bu sorularla olmazdı. “Emin Bey, sizin söylediğiniz soruları da soracağım ancak öncesinde hazırladığım soruları sorayım, istemediklerini atlarız zaten” dedim. Bir süre ciddi ciddi düşündü. Sonra yine o havalı duruşuyla “tamam o zaman hadi başlayalım” dedi.
O an ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Tedirgin ve heyecanlıydım; bunun nedeni hep o dedikodular. Hadi başlayalım dedi ancak kayıt öncesi sohbeti ilerlettik. Ne oldu bilmiyorum, ama artık gülümseyerek konuşmaya başlamıştı. Emin Bey’i çok sevdim. Sanıyorum o da beni sevdi. Kayıt öncesi bir fıkra bile anlattı. Ama onu sizlerle paylaşmalı mıyım bilmiyorum. Sadece benim otokontrolüm üzerine anlatılan bir fıkra olduğunu bilin yeterli, nedenini heyecanımdan pek hatırlayamıyorum da. Evet, ben Karadenizliyim. Bu kadar laf üzerine sanırım fıkrayı da paylaşmam gerekiyor…
Fıkra şöyle:
Temel bir konserden bilet almış, girmiş içeri. Sahneye bir piyanist çıkmış, resital verecek. Tipinde bir lazlık var ama, isim Amerikalı. Şüphelenmiş tabii Temel. Konser bitince, gitmiş piyanistin yanına, hemşerim nasılsın demiş. Piyanist şaşırmış haliyle ve sormuş, nasıl anladın benim laz olduğumu diye. Temel yanıtlamış; çünkü diğer piyanistler iskemlesini piyanoya doğru çekti, sen piyanoyu kendine çektin…
Ve kahkahalar. Bu fıkrayı bir de Emin Fındıkoğlu ağzından dinlemek… Latifeyi seviyor; eğlenceli haline ve enerjisine hayran oldum.
Şimdi, bu söyleşiye eşlik etmesini istediğiniz, Emin Fındıkoğlu için en özel parçalardan (Nina Simone’den “Just in Time” veya “Wait Until Fall, Beth Trollan’dan “I Thought About You”, Teri Thornton’dan “Salty Mama” ya da “Nature Boy”) birini açın derim. Ve o parçalara şarkı söylemeyi çok seven Fındıkoğlu’nun da eşlik ettiğini hayal ederek…
***
Jazz ile nasıl tanıştınız Emin Bey, kaç yaşlarındaydınız, hikâyenizi anlatır mısınız?
Müziğe 16 yaşımda Saint Joseph Lisesi’nin Klasik Müzik parçaları çalan bir orkestrası vardı orada başladım. Orada başlamamın sebebi, bir arkadaşın jazz çalmasıydı. Çok hoşlanmıştım, çünkü daha önce duymamıştım. “Ne bu?” dedim. “jazz” dedi. Ben de nasıl buna katılabilirim dedim. Katılmak için her şeyden önce bir enstrüman çalman lazım dedi. E nasıl çalacağım? Sizin okulda zaten enstrümanlar var dedi. Onlardan birini çalmayı öğren ve çal dedi. Öyle oldu yani. Nefesli bir enstrüman çalarak jazz müziğe adımımı attım. Jazz dinlemeye başladım. Sonra da jazz’cılarla tanıştım.
Jazz çalma kararını verdiniz… Biraz daha detaylandırır mısınız bu serüveni?
Bu müziğe kafayı taktıktan sonra disiplinli çalışmaya başladım. Lise’de okuyordum ve o zamana kadar çok iyi giden derslerim artık biraz kötüleşmeye başladı. Çünkü zaman ayırmıyordum. Neyse şu veya bu şekilde bitirdim liseyi. Çünkü öğleden sonra kaçıp konservatuara gidiyordum. Bu arada Cüneyt Sermet’ten bir şeyler öğrenmeye başladım. İyi müzik, kötü müzik, müzik nasıl ayırt edilir filan böyle şeyler. Ondan sonra da Arif Mardin Amerika’dan geldiğinde 1959 yılıydı bu. Bütün 1959 yılı boyunca her hafta bana ders verdi. Aslında bu ders bütün Türk müzisyenlerine açıktı, ama kimse gelmedi. Ama ben her derse gittim. 52 hafta içinde 2 defa iptal etti işim var diye. Kimse gelmeyince özel ders gibi oldu. Çok da iyi oldu. Ondan sonra Arif Mardin Amerika’ya döndü ve bana bir burs aldı. Askerliği bitirip hemen Amerika’ya gittim.
Uzun bir süre Bodrum’da yaşadınız… Müzikten değil de müzik camiasından uzak kaldınız gibi. Neden?
1980 yazından başlayarak Bodrum’da çalmaya başlamıştım. 4 uzun yaz… Ve bütün yaz boyunca her gece çaldım. Daha sonra hep değilse bile zaman zaman çaldığım yazlar oldu. Bu 80’li yazlarda ben o kadar uzun süre Bodrum’da kalmış Bodrum’da gizlenmiş olamam… Çünkü 1984’ten itibaren BİLSAK olayı başladı. BİLSAK Jazz Center. Orayı oluşturduk. Sonra jazz festivallerini yaptık 85’den itibaren. Demek ki burada, İstanbul’daydım. 1-2 kış böyle bir takım düzenlemeler yazmam gerekti yoğun bir şekilde. Onları Bodrum’da piyanonun başına oturarak yaptım, 1-2 yıl pek gelmedim buraya. Onun için herkes beni Bodrum’da oturuyor zannediyor. Halbuki öyle bir şey yok. Gidip geliyordum.
Türkiye’de jazz yapmak diğer müzik türlerine göre daha çok çaba gerektiriyor, gereken önem verilmiyor bu türe. Amerika’da kalmak, orada devam etmek istemediniz mi?
Gittiğim gün okulun müdürü odasına çağırdı beni. “Buraya gelenler hep burayı basamak olarak kullanıyor, burada kalıyor. Fakat bizim amacımız o değil, bunu peşinen söyleyeyim. Bizim amacımız, buraya gelenlerin öğrendiklerini kendi ülkelerine dönerek başkalarına öğretmeleri. Ama sen yine de işlerini yoluna koyarak kalabilirsin, karar senin” dedi. Ben bu müdürün ki okulun kurucusu ve sahibiydi. Sözlerini hiç unutmadım ve bitirince dönmeye karar verdim. Zaten dönmeye kararlıydım. 1966 yılının son 1-2 gününde geldim. Yani 1967 diyelim. 1967’nin ilkbaharında 13 kişilik “Big Band”i kurdum. Bu Big Band’in yıldızı bas gitar çalan Onno Tunç’tu. Her şey onun etrafında dönüyordu. Sonra kendisi öğrencim de oldu filan; aranjörlük konusunda. 20 yıl sonra şimdi tekrar bir Big Band kurdum… 20 yıl sonra, bu defa çok çok daha iyi, iki tanesi 40- 50’li yaşlarda olan, ama daha çok 25-30’lu yaşlarda müzisyenlerle bir orkestra kurdum. Stüdyoya girip 8 parça kaydettik bile. Bu yılın sonlarında piyasaya çıkacak.

Alexander Plackov
Neden daha çok albüm çıkarmadınız Emin Bey? İlk albüm ile çıkacak olan ikinci albüm arasında yirmi yıl var. Neden bu kadar beklediniz?
Benim yetiştiğim yıllarda jazz plağı yapmak diye bir şey yoktu. Kimse yapmıyordu, hiç yapılmıyordu jazz plağı Türkiye’de. Türk müzisyenleri 1940-1930’larda plak yapmışlar ama ondan sonra sona ermiş. 50, 60 ve 70’li yıllarda böyle bir şey yoktu. 80’lerde de pek yoktu aslında. Jazz plakları 90’lı yıllarda yapılmaya başladı. 1996 yılında da ben bir albüm yaptım, tek albümüm o. 3 kişi çaldık. Bazı parçalarda 1 kişi daha katıldı, 4’lü olduk. Bunun üzerinden 20 yıl geçti şimdi. 20 yıl sonra yeni bir CD yapıyor olmaktan ve üstelik Big Band ile yapıyor olmaktan mutluyum. Big Band’in esprisi şu: ben aranjör olduğum için, aranjmanlarını, düzenlemeleri kendim yapıyorum. Yani marifetimi biraz daha gösteriyorum anlamına geliyor. Çok iyi gençleri topladım; hem benim yazdıklarımı çok güzel çaldılar, hem de çok güzel doğaçlama soloda çaldılar. Güzel bir albüm oluyor…
Albümde kimler çaldı?
Herkes var. Yaşça büyük olan İmer Demirer ve Şenova Ülker var. Bunlar trompetçiler. Bir tane daha var, çok iyi trompetçi bir genç. Saksofoncular Bilgi Üniversitesi’nin tayfası. Hani ünlü o Ricky Ford’un öğrencileri. Hepsi gençler.
Yıllarca hep şarkıcılarla çalıştınız, enstrümantal grupları pek sevmiyorsunuz gibi?
Türkiye’de 80’lerin başından beri, belki de daha önce şarkıcılarla çalmaya başladım. Şarkıcılara eşlik ettim. Amerika’da olduğum 60’lı yıllarda da ünlü şarkıcıları gider izlerdim. Jazz kulüplerine yalnız jazz gruplarını dinlemek için değil, aynı zamanda tüm şarkıcıları dinlemek için giderdim. Ayrıca tüm plaklarını da alırdım. O plaklar hala duruyor. 70’lerde benim bir de Avrupa maceram oldu. 3-4 yıl İsveç, Norveç, İsviçre, Fransa oralarda çaldım. Ama jazz çalmadım. Pop müziği çaldım. Oraların jazz çalacak kendi evlatları vardı. Bizim jazz yapmamız icap etmiyordu. Ama pop müziği çalmak da güzel bir şey. İnsanın ritmik tarafı gelişiyor. Başka açılardan da bakıyorsunuz olaya. Peki niye şarkıcılara eşlik ettim? Çünkü şarkıcıları seviyorum. Şarkıcıların söylediği şarkıların sözlerini onlar kadar ben de biliyorum. İcabında bazen onlara eşlik ederken buluyorum kendimi, herkes bakıyor tabii. Bu herif niye şarkı söylüyor diye. Dayanamadığım oluyor. Şarkılar, insanlara enstümantal müziklerden daha çekici geliyor bence. Sözler insanlarla aranızda bir köprü kurmanızı sağlıyor. Bir söz vardı; İnsanlara sesinizle hitap ettiğiniz zaman direkt olarak kalplerine hitap ediyorsunuz. Bence de olay budur yani.
Tabii şarkıcılık konusunda özel zevkleriniz de var, biliyorum…
Bu kadar çalışmanın üzerine, tabii şarkıcılık konusunda kendi zevklerim oluştu. Herkesin zevki başka. Bazılarına tuhaf geliyor. Ne biçim insanları seviyorsun, nereden buluyorsun böyle tipleri diyorlar. Olabilir. Mesela benim sevdiğim şarkıcılardan biri İsveçli Josefine Cronholm. Tertemiz bir sesle çok düz söyleyebiliyor bir parçayı. Fakat bir soprano bir opera şarkıcısı gibi de tam olarak değil, ama bir şey var yani jazz’cı olduğunu belirten… Rastgele bir insan değil.

Zuhal Focan
Hem jazz sanatçısı hem de eğitmensiniz. Yeni jazz’cılarla aranız nasıl? Onlara tavsiyeleriniz ne oluyor?
Yeni jazz’cılarla yakından ilgilenmek istiyorum, hepsiyle. Bir kere İstanbul’da en aşağıya 8-10 tane piyanist var. İsimlerini saymak istemiyorum herkes biliyor. Gayet iyi saksofoncular var. Şimdi durum bence şu; Benim en sevdiğim arkadaşım Tuna Ötenel ki artık çalmıyor. Yeni müzisyenleri dinledikten sonra “peki bunlar niye bizim gibi çalmıyor?” diyor. Bizler gibi çalmıyorlar… Çünkü kendisi, kendisinden öncekiler gibi çalmış. Ve onları da geçmiş ileri gitmiş. Bakın, bana göre Türkiye’nin yetiştirdiği en iyi jazz’cı Tuna Ötenel. Tereddütsüz. Kendisi kendinden öncekilerle dirsek temasını sürdürmüş çünkü. Kendinden öncekilerden öğrenmiş ve onlarla beraber çalmış. Şimdiki müzisyen arkadaşlar da kendilerinden öncekilerle ne kadar temas halindeler, yoksa onlardan kopup kendi başlarına tamamen böyle geçmişle alakası olmayan bir müzik mi çalıyorlar? Nesiller arasında bağ olmalı. Gelenekten kopulmamalı ancak, birlikte ileriye dönük yenilikler de getirilmeli… Bence bu konuyu böyle özetleyebiliriz.
Bu soruyu jazz’cılara sormayı seviyorum, size de soracağım. Bir jazz’cı profili var mıdır, yoksa diğer müzik insanlarından farkı yok mudur?
Kesinlikle vardır. Zaten bir jazz’cı farklılığı, profili olması lazım. Jazz’cı adam veya kadın jazz’cı gibi yaşamalı. Jazz’cı gibi yaşam tarzı sürdürmüyorsa bir tuhaflık var demektir. Bir Klasik müzisyen gibi yaşamamalı. O başka bir şey bu başka bir şey. Çünkü müziğin karakteri başka. Birisi gayet yazılı çizili hep aynı şekilde. Tabii biraz da yorumlar getirerek ama aynı şekilde çalınan müzik. Jazz ise her seferinde başka çalınan müzik. Yani bir delilik mi diyeyim, bir kaçıklık mı öyle bir şey. Jazz çalanda olması gereken de böyle vasıflar. Dolayısıyla yaşam tarzı da diğer müzik türlerinde çalanlar gibi olmaz, olmamalı. Bazen ikisinin arkasında gezinen arkadaşlarımız var. O da güzel oluyor ama, ben bir jazz’cının tamamen anarşik bir biçimde olaya bakmasına ve kurulu düzene ters gitmesi gerektiğine inanıyorum.
Evli misiniz Emin Bey? Bu tür müzik yapanların bazıları, müzikleriyle evli olduğunu söylüyorlar. Sizin için de öyle mi?
Evet ben de evli değilim. Jazz müziği gibi bir şeyle uğraşan insanın böyle istikrarlı bir hayatı olmuyor. Böyle devlete bağlı çalışmak, bir yerde memur olmak gibi falan değil. Hiçbir garantisi olmayan böyle delicesine bir hayat düşünün. Şimdi jazz müziğine başlayanlar bundan bir para kazanabilir miyiz gibi hesaplamalar yapıyorlar. Ama bizim zamanımızda bu işlere girerken nasıl ve ne kadar para kazanacağım diye hiç düşünmezdin. Kafadan dalınırdı. Onun için ben de öyle yaptım. Hiç böyle şeyler düşünmedim. Ondan sonra işte bol seyahat, Avrupa’da yaşamalar, Amerika’da geçen yıllar. Bunların arasında evlenmek gibi bir şey söz konusu olmadı.
***
Söyleşi bittiğinde onu kapıya kadar uğurladım. Saçımın rengini beğenmiş, hatırda kalır bir yüzün var dedi. Mutlu oldum, sanırım beni hep hatırlayacak… Program yayınlandıktan sonra bir akşam aradı. Çekine çekine açtım telefonu. “Harika bir program olmuş, benim sesimi ne güzel yapmışsınız öyle, çok güzel çıkmış!” dedi. Derin bir “oh” çektim.
Emin Fındıkoğlu, hayatı seven, onu çılgınca, kafasına göre yaşan biri. Başta da söylemiştim; o gerçekten çılgın bir jazz’cı. Bu kadar hayat dolu olmasının ve sınırları olmamasının sırrı, bence jazz’da!
Teşekkürler Emin Fındıkoğlu…