Ercüment Orkut, çıkış albümü Low Profile’dan yaklaşık üç yıl sonra kaydettiği yeni projesi Persona ile jazzseverlerin yeniden dikkatini çekmeye aday. Kendisine yeni bir müzikal yön seçmiş gözüken Orkut’la söyleşimize bu sorudan başlamak istedim. Piyanist, 6 Şubat’ta Aksanat’ta gerçekleşecek albüm tanıtım konserinde üçlüsüyle bir kez daha İstanbullu dinleyicilerin karşısına çıkacak.
İlk albüm ile karşılaştırdığımızda, bir değişimden geçtiğin açıkça anlaşılıyor. Low Profile, gençken yazılmış ilk bestelerin bir derlemesi gibiydi kanımca. İki albüm arasında neler oldu?
(Gülerek) Galiba röportajda bana ihtiyacın olmayacak! Çok yüksek bir oranda doğru dediğin. İlk albümü yapmak biraz elinde ne varsa, ona bakmakla ilgili oluyor genelde gördüğüm kadarıyla. İlk albümde yedi parça vardı, üçünü yeni yazmıştım, gerisi çok önceden yazdığım bestelerdi. Acaba bu işe muktedir miyiz, gerçekten bir albüm olacak kadar iyi müzikler var mı yazdığım diye düşündüğüm bir dönemdi aynı zamanda. Ama yapıp kenara koymak gerekiyormuş, bir yerden başlangıcı yapmak gerekiyor. İçime sinmedi de değil, çok sevdiğim bir albüm ama zihnimde hep farklı bir şeyler de vardı.
Gerçi şimdi ikisine bir arada bakınca, Ark gibi parçalarda Persona’ya hazırlıklar duyuluyor sanki…
Ark’ı bir Aydın Esen konserinden eve dönüşümde yazmıştım. Konsere gitmesem farklı bir şey mi yazardım o dönemde, sanmıyorum… Aydın abinin etkisi büyük hepimize. Tabii şimdi nabız olarak, ifade olarak her şey başka yönde.
Bu yeni yönü nasıl ifade edersin?
Üç yaşından beri piyano çalıyorum, dokuz yaşımdan yirmili yaşlarıma kadar piyano bölümünde okudum; hayatım piyano denen enstrümanla geçti kısacası. Sadece bu enstrümana konsantre olarak bir şeyler yapsam, daha doğrusu, kendimi sadece buna odaklanarak ifade etsem nasıl olur diye bir arayışım uzun zamandır vardı. İkincisi, ilk albüm dört kişi, yeni albüm Persona üç kişi. Bu da bir tür kendine meydan okuma. Dört ya da üzeri müzisyen olduğu zaman zorlukları beraber göğüslemek daha kolay oluyor.
Artık sorumluluğun hayli yüksek…
Piyanist olarak çok çalmak zorunda olduğun gibi, bunu sıkıcı olmayacak biçimde de yapmalısın… Bunu aşmak adına, artık bu yaşta ‘trio’ kaydına girmem gerekiyor diye düşündüm. Tabii Persona’yı ortaya çıkaran diğer önemli sebeplerden biri de dinlediğim müziklerin değişmiş olması. New York’a gitmiş olmam, daha sonra bir atölye çalışması için Siena’da bulunmam… Low Profile’dan yıllar önce San Francisco’ya gidebilmiştim eğitim için ama sonra uzun bir ara girdi. Son dönemde tekrar Avrupa’ya çıkabildikçe, Berlin’e de gittim mesela, güncel ne kovalanıyor diye kafa yormaya başladım. Elbette, New York’a gitsen yine o klasik stilde fusion da dinlersin; Gary Novak, Arto Tunçboyacıyan, Scott Kinsey, Matt Garrison’dan oluşan grubu dinlemiştim mesela bir akşam, hayli zevkliydi, o müzikler de hala devam ediyor.
Siena’da kimlerle çalıştın?
Miguel Zenon, Aaron Parks vardı; ayrıca çok iyi İtalyanlar vardı, mesela Stefano Battaglia.
Bu son seyahat ve çalışmaların etkisi çok oldu anladığım kadarıyla.
Kesinlikle. Seviyeleri bizlerden yukarıda sanatçılar ile çalışmak, izlemek hatta sadece vakit geçirmek bile çok şeyi değiştiriyor, yeni fikirler doğmasını sağlıyor kafamızda bence. Kendimi bu yeni arayışlara ait hissettiğim bir dönemdeyim. Tabii Persona’da Tamer Temel faktörü var bir de. Biraz onun müzikal gezegenine girdim diyebilirim bu ara.
Tamer’le uzun süredir çalıyorsunuz, ortak proje Töz de yakında yayınlandı, bunu da not düşelim bu arada… Peki, kendisini yapımcı olarak albüme davet etmeye nasıl karar verdin?
Kendi işlerimdeki piyanistlik performansım ile başkalarına çaldığım zamanki performansım arasında bir fark olduğunu hissediyordum bir süredir. Sorumluluğun düzeyinden kaynaklanan bir fark biraz. Şöyle ifade edeyim: Hepimizin bir enerji kotası var, bildiğimiz kalori olarak yani. Tek başına yapmaya kalksan her şeyi, her parçadan sonra kontrol odasına git, müzik direktörü şapkanı tak, geri dön, diğer parçayı kaydet, arada ellerin soğuyor ve saire, sağlıklı bir yöntem değil… (Gülerek) Yıllar önce bu sorunla karşılaşan müzisyenler ve sektör, çözümü bir direktör atamakta bulmuşlar neticede. Bilinen bu yöntemi takip etmek lazım. Zaten Çağıl’ın [Kaya] ikinci albümü kaydederken de Tamer benzer bir role soyunmuştu. Çağıl’ın albümde sadece bir ya da iki parçada saksofon vardı, onu grupça kaydettikten sonra Tamer kontrol odasında kulaklığı taktı ve kaldı orada, dışarıdan bize fikirler vermeye başladı. Çok rahat etmiştik. O deneyimi yaşadıktan sonra, Tamer’in kendi albümümde de bulunmasının doğru olacağını düşündüm. Albümü Tamer’e emanet edebileceğimi biliyordum; müzisyen ve besteci olarak hayranı olduğum biri. İyi ki de yapmışız; parçaların formuna çok önemli dokunuşları oldu… Mesela, Tamer olmasa Diş Perisi albümde yer almayabilirdi.
Öyle mi? Benim albümde en beğendiğim parçalardan biri.
Diş Perisi’nin kağıt üzerindeki hali benim biraz eski hallerimi andırıyordu ve endişem vardı. Tamer’le birlikte üzerine tekrar düşündük, özellikle davulda değişiklikler planladık. Tamer’in hem böyle katkıları oldu hem de üzerimden tüm yükü aldı. Hayatımda ilk defa kontrol odasına girmek zorunda kalmadım. Parçalar bitince bakıyordum “ne diyorsun?” gibisinden, “tamam” dediği noktadan devam ediyorduk. Üç yıldır birlikte farklı projelerde çaldığımız için ha benim kulağım, ha Tamer’in kulağı noktasına gelmiştik zaten.
Kayda hayli özen göstermişsin. Konser çalımına yakın bir havası var ama yine de bazı açılardan kontrollü gibi. Bazı soloları önceden mi düşündün?
Herkes çok uğraştı bu kayıtta. Kastettiğim şu, elektrik soundlu fusion tarzı albümlerde kayıt sonrasında da bazı dokunuşlar, düzeltmeler olur ya, Persona’da stüdyodan çıktıktan hiçbir şeye dokunmayacak biçimde çalmış ve kaydetmiş olalım istedim. Dolayısıyla, özellikle davuldan ve piyanodan stüdyonun neresine yerleştirerek en iyi sesi alırız benzeri bir hazırlık safhasından geçtik. Unutmadan, CD formatında alanlar görecektir gerçi ama burada da bahsetmek isterim ki, Jordi Vidal Barcelona’da çok güzel bir mix yaptı. Tabii kayıt sürecinde Oğuz Öz hakikaten nefis bir iş çıkardı, yoksa mix bu kadar güzel olmazdı zaten. Albüme de toplamda sekiz konser çalarak, hazırlanarak geldik. Bunun yansıması da muhakkak olmuştur. Her şey organik olsun istedik esasen. Mesela, Diş Perisi’nde soloları açık olan yerler var, akorları ya da formu bile olmayan bölümler var. Fakat bunu yaparken, Tamer’den gösterişe kaçan bir şeyler duyarsa kaydı durdurmasını rica ettim. Kimse “acayip çalıyorum” havasına girip solosunu uzattıkça uzatsın istemedim. Bu tercihimin bilincinde olduğu için herkes, ona göre çalındı. Başka bir gezegende, 1500 yaşına kadar yaşayabilen bir ırkız da artık 1200’ine gelmişiz, o olgunlukta çalalım istedim. Diğer yandan, soloyu da beste yapmak gibi düşünüyorum. Bir soloya başladığım noktadan sonra, biraz ilerleyince, aşağı yukarı seçenekler de kendiliğinden oluşmuş oluyor. Kayda girmeden önce, kafamda hep, derdini gösteriş yapmadan anlatabilen sololar olmalı diye bir düşünce vardı. Derli toplu duyulmasını istediğim için böyle bir izlenim bırakıyor olabilir.

Volkan Öktem & Ercüment Orkut (Photo: Yalım Akın)
Matt ve Volkan hakkında neler söylemek istersin bu kayıt özelinde?
Piyano üçlüsü formatında çalmak her zaman ayrı bir zorluk ve güzellik, çoğumuzun bildiği üzere. Bu noktada Matt ve Volkan ile olabilmek gerçekten çok büyük bir şans. Çünkü yapmak istediğim şey, ‘yapmak istediğimiz şey’ oldu bir araya gelince. O da nedir; müzikte alanlar bırakıp, birbirimizin fikirlerimizden beslenerek, dinamik aralığı ve özgür alanı geniş ama derli toplu bir müzik ortaya çıkarmak. Bunu yapabilmek için, gerçekten hem çalgı hâkimiyeti hem müzikal birikim, yanı sıra egodan arınmışlık, ‘kulaklarını çok kullanmak’ ve hatta sevgi gerekli bence. Tüm bunlara sahip sanatçılar Matt Hall ve Volkan Öktem… bu sayede, son derece memnun olduğumuz bir albüm çıktı ortaya. Onlar olmadan buraya gelemezdi kesinlikle.
Bu arada, ekipte bir değişiklik oldu sanırım.
Evet, Matt ABD’ye döndü sürpriz bir şekilde. Çok şanslıyım ki Kağan Yıldız gibi üst düzey bir kontrbas sanatçısı ile devam ediyoruz triomuza.
Biraz da geneli konuşalım istiyorum. Türkiye’de hatırı sayılır bir müzisyen grubu oluştu, herkes kayıt yapıyor ama hepsi çok dikkat çekici işler değil.
Bence bu konuda sorunlu bir anlayış var. Eskiye göre çok kolay yapılabildiği için herkes albüm çıkarma peşinde. Bir moda var. Sadece olmuş olsun diye albüm yapılmasın. Bizde esasen kimse birbirini kırmak istemiyor, bazı eleştiriler yapılmıyor, dolayısıyla işler yüzeysel kalabiliyor. Yeni bir albüm çıkıyor, aynı şeyler söyleniyor. Albüm yapmak müzisyene motivasyon sağlıyor, doğrudur… insana kendini camianın içinde de hissettiriyor ama ben niye albüm yapıyorum, bunların dünyadan gittikten sonra neden kayıtlı kalmasını istiyorum sorularını sormak lazım önce. Ben Persona’daki parçaları seçmeye gelene kadar belki elli tane beste yazmışımdır. Aralarında hala da “şu olmasa mıydı…” dediğim besteler var. Bir bağlamacı düşünelim, güzel müzik yazıyor diye albüm yapıyor, ama iyi çalamıyor. Yurt dışına çıkarsa ne olacak? Yoksa tabii ki herkes çalsın, kaydetsin, mutlu olsun. Ama mesele sadece bu değil.
Öte yandan, sizin kuşağın gelişiyle ivme alan dönemin sonuna doğru geliyoruz gibi, biraz durağanlaşma sinyalleri var. Yeni kuşaktan müzisyenler, fikirler geliyor mu? İlerisi sence nasıl olacak?
En iyi dönemini yaşıyor olmayalım inşallah. Gelişmelere Türkiye’nin paralelinde bakarsak, ülkenin baktığı yön artık bizim yetiştiğimiz dönemdeki yön olmadığı için, ilerisi biraz ümitsiz. Arkadan kim neyi örnek alarak gelecek ve saire, bunlar belirsiz. Benden on yaş kadar küçük kuşaktan çok iyi müzisyenler var; ne mutlu bana, artık onlar için “abi” konumuna geldim, Herkese naçizane tavsiyem, önündeki işi takıntılı derecede iyi yapmaya gayret etmesi. O zaman tüm olumsuzlukları aşabiliriz.
Hızlı iş çıkarma baskısının ve popülarite kaygısının yaygın olduğu bir yapıda bu gerçekten mümkün mü?
Ortaokuldayken satın aldığım ilk CD bir Yellowjackets albümü idi. Onu alabilmek için para biriktirmiştim, baştan sona kaç kere dinlemişimdir. Şimdi en fazla bir dakika dayanabiliyoruz; sosyal medyanın da etkisiyle dikkat süremiz aşağı çekildi. Ama müzisyene kabullenip pes etmek değil, daha doğru bir şeyler yapmak düşüyor bu ortamda. Yaptığımız işin niteliğini bu tür olumsuz etkilerden uzak tutarsak ancak ileriye bir şeyler bırakabilmiş oluruz. Biraz zehirlendiğimiz doğru. Yine de müzik yazmak Mozart için ne idiyse torunum için de aynı şey olacaktır diye ümit ediyorum. Bach’ın sipariş olmayan eser sayısı sadece ikidir. Sipariş deyip tüm işlerini geçiştirseydi, belki biz ondan hiçbir şey öğrenemiyor olacaktık.
Projeye dönersek; Avrupa’da konser hedefin var mı?
Önce Türkiye’nin diğer şehirlerine gitmek istiyoruz projeyle. Avrupa için de festivallere gönderiyorum kaydı; deneyeceğiz olur mu diye… Ama bu konuda kafam karışık. Avrupa’da da herkes dert yanıyor kimle konuşsan. Hem çalmak hem turlamak, bir yandan iş bağlamak, bunları yaparken yanında çalanlara hak ettiği paraları ödeyebilmek ve saire, zor her yerde. Ben de zaten jazz çalabilmek için, dizi müziği, film müziği ve benzeri başka işler yapıyorum.

Ercüment Orkut (Photo: Yalım Akın)
Zihnen bu geçişleri yapabilmek için nasıl bir yöntem izliyorsun?
Açıkçası, çok özellikli bir zihinsel süreç yok bu geçişte benim için. Müzik her anlamda müzik olarak gerçekleşiyor kafamda. Ancak, şöyle bir düşününce; bazen görüntüye müzik yazmadan önce, sahneyi izlemek dışında, sevdiğim film müziklerini dinlerim… eğer akşam çalmaya gidiyorsam belki öncesinde bir ECM albümü dinlediğim olur. Hiçbir şey dinlemeye tahammül edemeyecek kadar yorgun olduğum da!
Persona’ya hazırlıklarında diğer işlere ara vermiş miydin?
Müzikleri yazdığım süreç uzun olduğundan, hepsi bir arada ilerledi. Ama stüdyo kaydı öncesi ara verdim, diyebilirim. Son bir ay giderek yoğunlaşan şekilde piyano çalıştım, kondisyon tutmak adına özellikle. Hatta, kaydı çalacağım piyanoya alışmak için, iki gün de MIAM’da egzersiz yaptım. Sağolsunlar, bana böyle bir izin verdiler.
Parçalar özelinde birkaç not paylaşabilir misin? Bazılarının müzik dışındaki ilgi alanlarına göndermeler olduğunu düşünebilir miyiz? Mesela, Amigdala ve Cornered ile duygulara atıfla bir şeyler söylemek ister gibisin…
Hepsine özenle yaklaşmış olsam da benim için ayrı yeri olanlar var parçalar içinde tabii, onlara dair birkaç not paylaşabilirim sanırım. Albümün adından da anlaşılacağı üzere, psikoloji ve psikiyatriye ilgim var, diyebilirim. Amigdala ismi de bu alanlardan öğrendiklerimden bir kelime; beynimizin korku ve diğer güdüsel işlevlerinin gerçekleştiği bölüm. Buna bağlı olarak, beklenenin dışında, tutarsızlıklar ve telaş üzerine kurguladım müziği. Dediğin gibi, Cornered da biraz isyankâr bir duygu halinde çıkmış bir müzik. Diğer yandan, Relic -albümde en sevdiğim parçam olabilir- ve The Poet isimli balladlar annem ve babama biraz teşekkür niteliğinde, samimiyetle söylemem gerekirse.
Gerisini dinleyicilerin merakına bırakalım… Persona’nın tanıtım konseri 6 Şubat’ta gerçekleşecek. Bundan sonrası için beklentilerin ve hedeflerin neler?
6 Şubat sonrasında, içinde yer almaktan onur duyduğum diğer projemiz Töz’ün ikinci albümü için müzikler yazmayı ve onun hazırlık sürecine girmeyi planlıyorum. Yazmakta olduğum bir film müziği var halihazırda, onun kayıtları ve vizyona girmesi var sırada. Tüm bunlardan sonra belki kendi bir sonraki albümüm için çalışmalara başlarım diye umuyorum.
Teşekkürler Ercüment. Konserlerde ve yeni projelerde görüşmek üzere!
Ercüment Orkut, Persona, Lin Records (2018)
Ercüment Orkut (p), Matt Hall (b), Volkan Öktem (d)
Ortak yapımcılar: Ercüment Orkut ve Tamer Temel
Kayıt mühendisi: Oğuz Öz; Kayıt stüdyosu: MIAM Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezi; Mix ve mastering: Jordi Vidal, Laietana Studio, Barcelona
Kapak fotoğrafı: Şükrü Apaydın; Fotoğraf ve videolar: Yalım Akın