Mart sonu karantinaya girmemizden bu yana bir şey yazamıyordum. Bir çeşit tıkanıklık yaşadığımı düşündüm. Üretmek, yazmak, bir şeyler yapmak içimden gelmediği gibi yaparken kendimi en iyi hissettiğim şey de elimden alınmış gibiydi. Sesimi kaybetmiştim. Meğer, ekolojik kaygı duyduğumuz bu tip zamanlarda yas içinden geçtiğimiz sürecin bir parçası olabiliyormuş. Kriz zamanlarında bireysel, toplumsal, hatta küresel seviyede kaybettiklerimiz için farkına bile varmadan yas tutuyormuşuz. Çünkü ‘normal’ bildiğimiz her şey tepetaklak olurken biz de belirsizlik, korku ve kısıtlamalarla baş başa kalıyoruz. Çok normalmiş bu.
Kendimizi karşımızdakiler aracılığıyla tanımlıyoruz. Onlar vardır ki biz var olalım.
Ve biz bir süredir bunu kaybetmiş gibiydik. İnsanları göremiyor; insanlara dokunamıyor, temas edemiyorduk. Kimi aileleriyle, arkadaşlarıyla, partnerleriyle evlere kapanmışken kimisi tek başına geçiriyor bu süreci. Geçiriyor diyorum, zira tam da normalleşemedik, değil mi? Ve düşünecek olursanız, hepsinde bir yalnızlık payı var. Arkadaşlık kavramlarımız değişti; iletişim kurma, ilişki yürütme yöntemlerimiz farklılaştı. Fiziksel teması keserken teknolojiyi en büyük kurtarıcımız olarak belirledik. Naçizane, sosyalleşmenin en mühim faktörü olduğunu düşündüğüm fiziksel teması yitirdikçe resmin içerisinden en ‘insani’ olan kısmı da çıkarmaya başladığımızı hissettim. Gerçeklik kavramı bu kadar ilginç şekillerde değişiyor ve evriliyorken, bu süreçte kaybettiğimiz tüm bu ince ayrıntıların yasını tutuyormuşum ben de. ‘Normal’ olarak algıladığımız şeylerin bize hissettirdiklerinin değiştiğini ve o insani kısmımızın yavaşça kaybolmaya başladığını fark ettim bir noktada.
Sonra bir an geldi, her zaman yaptığım(ız) gibi Instagram üzerinden canlı yayın izlerken tüm bu unuttuğum şeylerin bana tekrar gelmeye başladığını hissettim. Uğruna yaşadığımız ve mücadele ettiklerimizi, yaptığımız şeyleri neden yaptığımızı ve bu küresel kriz öncesinde neler için savaştığımızı hatırladım tekrar. Karantina boyunca hissizleşmiş bir şekilde hayattaki varlığımı ve amacımı sorguluyor, işimde gittikçe daha da tıkanıyor, son makalemin de iptal olan etkinlikler ardından yayınlanmaması ve ülkeye gelecek müzisyenlerle olan röportajlarımın iptaliyle iyice yaratıcılığımı ve şevkimi kaybediyor, eğer her şey ‘normal’ olsaydı ne yapıyor olacağımı hatırlamaya çalışıyordum. Ve aradığım cevap geldi o an.

Samora Pinderhughes (Photo: Jacob Blickenstaff)
Samora Pinderhughes, 24 Nisan’da yeni çıkan EP’si BLACK SPRING’i birlikte dinlemek için aynı gün Instagram üzerinden canlı yayın yapıyordu. Parçaları açıyor, hikayelerini anlatıyor, piyanoyla onlara eşlik ediyor ya da yeni bir parça çalıyor, aralarda durup parçanın tam o anında çalınan cümlenin nasıl ortaya çıktığından, o an müzisyenler olarak ne hissettiklerinden ve dinleyene ne hissettirmeyi amaçladıklarından bahsediyordu. Bir mücadele resmedilmişti o EP’de; hâlâ kalıcılığını koruyan, her gün devam eden bir mücadele.
Pinderhughes Kill War adlı EP’nin ikinci parçasını çalarken sarsıldığımı hatırlıyorum. İnanılmaz bir işti, belki de kendisinin dinlediğim en çarpıcı parçasıydı. Sözleri duyduğum an ağlamaya başladım. Tüm o duyguları hissettim; nefreti, öfkeyi, yorgunluğu, yası, haykırışı duydum. Öyle kapsayıcıydı ki iliklerime işlendi sanki parça.
Müziğini yaşadıkları dönemin sosyo-politik koşullarına tepki göstermek, bunları anlatmak, yansıtmak ve protesto etmek; sanatları aracılığıyla bir mesaj taşımak ve müziği insanların kulak verebileceği, dinleyip öğrenebileceği, düşünebileceği, hatta toplanıp harekete geçebileceği bir alan yaratmak için kullanan müzisyenlere hep hayranlık duymuşumdur. O ilham veren canlı yayının hazırlıksızlığı, içtenliği, akıcılığı ve samimiyetine hayran kaldım. Pinderhughes yayını bitirmek için Güney Afrika’nın en önemli piyanistlerinden, ‘apartheid’ rejimini görmüş ve ırkçılıkla bizzat mücadele etmiş Abdullah Ibrahim’in African Symphony adlı albümünden bir parça açtı. Daha iyi bir mesaj verilemezdi sanıyorum. Müzikteki o çağrıyı duymak, parçaları ve hikayelerini onların tamamen içine girerek dinlemek, tüm konsepti ve bağlamı görebilmek tekrar harekete geçirdi beni. Bunun hakkında yazmalıydım, beni tekrar bir şeyler hakkında yazmam için motive edecek o müziği bulmuştum. Ve bu da benim desteğimi gösterme, yükün bir kısmını omuzlama şeklim olacaktı.
Besteci, vokalist, piyanist ve aktivist Samora Pinderhughes çağdaş sahnenin en önemli isimlerinden biri. Nina Simone’un da aralarında bulunduğu, bir sanatçının görevinin içinde bulunduğu dönemi yansıtmak olduğunu düşünen sayısız saygı duyduğumuz müzisyenin geleneğini devam ettiriyor. Müziğini değişim için bir platform ve aracı olarak kullanıyor.
San Francisco Körfez Bölgesi’nde doğup büyüyen Pinderhughes, müziğe iki yaşında başlamış ve evde dinlenen müziklerle Bob Marley’den Tupac’a birbirinden önemli devrimci müzisyenleri tanımış. Küba’da ruhani müzik geleneklerine çalıştıktan sonra Kenny Barron ve Kendal Briggs’in öğrencisi olarak Julliard Müzik Okulu’nda okumuş. Branford Marsalis, Christian Scott, Gretchen Parlato, Common ve Emily King ile dünya turnelerine çıkan müzisyen, günümüzde çok disiplinli projeleri ile sosyal değişim ve adalet için yaptığı çalışmalarıyla biliniyor. Karakteri, topluluğu için yaptıkları, aktivist yanı müzikleri kadar ilham verici. Kendisinin eski çalışmalarına da bir kulak vermeli, The Transformation Suite misal.
Bir insanın acısını hissedebilmek için onun yerinde olmanıza gerek yok. Bir hareketi desteklemek için o zorlukları deneyimlemiş olmanıza gerek olmadığı gibi. Ölen birinin yasını tutmak için onu bizzat tanımış olmanız da gerekmez. Empati. Empati kurabilmek sahip olabildiğimiz en insani özelliklerden biri. Nasıl kadın haklarını desteklemek için kadın olmanız, açlık ve sefalet içinde yaşayan insanların sıkıntılarını hissetmek için sizin de aynılarını yaşamanız gerekmiyorsa ırkçılık, ayrımcılık ve adaletsizliklerle yıllardır bastırılan, zarar gören, öldürülen insanların yaşadıklarını kişiselleştirmek ve olanlara tepki göstermek için onlardan biri olmanıza da gerek yok. Empatidir bu, insandır, insan olmaktır. Yalnız kendi hayatlarımızın değerli olduğunu düşündüğümüz o kozalarımızdan çıkıp dışarıda olan bitene bakmak, herkes için mücadele etmek, tüm olanları içselleştirmek, sesi kısılanlara ses olabilmektir.

Photo: internet/unknown
Amerika’da her gün siyahlar öldürülüyor. Tüm bu olanlar yeni değil. Vatandaşlar arasında ve devletten vatandaşa olacak şekilde kültüre, topluma ve devlet kurumlarına işlemiş, yerleşmiş, sistematik hâle getirilmiş ayrımcılık ve ırkçılığın tarihi kıtanın keşfi kadar eski.
İç Savaş (1861-65), kölelerin ayaklanmaları, yeniden yapılanma dönemi (1865-77), Jim Crow yasaları, toprak genişleme sürecindeki katliamlar, linç dönemleri, Sivil Haklar Hareketi, 1965 Watts, 1992 Rodney King, 2014 Ferguson ve sayılamayacak kadar fazlası derken bitmek bilmeyen bu mücadele George Floyd’un polis şiddetinin kurbanı olmasıyla tekrar alevlendi. Çok daha güçlü bir şekilde belki de, dilerim uzun süreli olur. 2014 yılında polis tarafından aynı şekilde boğularak öldürülen 22 yaşındaki Oscar Grant’in son sözleri tekrarlandı o videoda: “Nefes alamıyorum” (“I can’t breathe”). Farklı bedenlerde tekrarlanan ve asla sonlanmayan bir acı…

Photo: Francesco Prandoni/Getty Images
Polis şiddeti, kolluk kuvvetlerinin orantısız güç kullanımı, silahlanma, adalet sistemindeki eşitsizlikler, beyazların ayrıcalıkları, siyah vatandaşların (beyaz olmayan tüm vatandaşlar gelmeli aslında buraya -İngilizce’de ‘People of Color’-) tehdit olarak algılanmaları ve günlük hayatın en basit fonksiyonlarından başlayarak maruz kaldıkları adaletsiz ve ayrımcı tavır sebebiyle sokakta yürümenin dahi insanlarda paranoya ve korku yarattığı sistematik bir baskı çeşidi bu. Tam olarak anlamak mümkün bile değil belki bizler için. Cinsiyetimiz, dış görünüşümüz, düşündüklerimiz, tercihlerimiz, inandıklarımız, kimi veya neyi desteklemediğimiz için hedef olmayı anlayabiliriz belki. Fakat, şahsen, sırf tenimin rengi sebebiyle benden nefret edilmesini ya da ayrımcılığa uğramayı tam anlamıyla anlayabilmem çok güç. Bunun için üzgün ve kendimi sorumlu hissediyorum. Dünyanın dört bir yanında din, dil, ırk, fikir, tercih farklılıkları sebebiyle ötekileştirilen, haksızlıklara uğrayan, hayatları tehdit altında olan, sevdiklerini kaybeden insanların, toplumların bitmek bilmeyen mücadelelerine tanık oluyoruz. Dün neler oldu, bugün kimler için sesimizi yükselteceğiz?
Tam da bunlardan bahsediyordu Pinderhughes BLACK SPRING’de. Arap Baharı’na bir göndermeyle EP’nin ismi artık eylem zamanının geldiğini söylüyordu. Kendisinin sözleriyle, ‘1960’ların devrimci ve artistik yönünü taşıyan’ bu EP’de her bir parçadan tepki, öfke ve yas dolup taşıyor; ilerleme ve artık bir şeyler yapma zamanının geldiği naraları duyuluyordu. İçindeki dört parça 2020’de Amerika öznelinde dünyada hâlâ uğruna mücadele verilenlerden bahsediyor: (hüküm giyilmesi ardından) topluma kazandırılmak, temel vatandaşlık hakları ellerinden alınan eski suçlular, toplum içerisinde birbirini desteklemek; savaş ve katliam yanlısı hükümet ve devletler, şiddet söylemleri, kutuplaşma ve ayrımcılık sebepli toplum içerisinde yaratılan şiddet ortamı, haksızlıklara ve adaletsizliklere sessiz ve kayıtsız kalınması ve polis, devlet şiddeti ile hapishane sistemine kurban gidenler…
Hold That Weight, EP’den yayınlanan ilk tekliydi zira COVID-19 krizine ve yaşanan olaylara en hitap eden parçaydı. Pinderhughes, “önceden yazılmış olmasına rağmen hepimizin hissettiklerine ve yaşadıklarına ayna tutuyor bu parça. Nasıl mücadele etmeye çalıştığımızı, bu krizin Amerika’daki sistemin eşitsizliklerini nasıl ortaya çıkardığını ve bu kriz sürecinde birbirimize yardım etmenin ve destek olmanın neye benzediğini çözmeye çalıştığımızı… Ve en önemlisi krize karşı en hassas olanları nasıl destekleyebileceğimizi (evsizler, hapisteki/göz altındakiler, işsizler, sağlık sigortası ya da sağlık imkanlarına erişimi olmayanlar). Bu parça sağlık çalışanlarına, market çalışanlarına, kurye ve kargo çalışanlarına, sanatçılara -bu çılgın zaman diliminde bize ihtiyacımız olan şeyleri sağlayan herkese adanmıştır.” diyor. Kill War asker gözünden yazılmış savaş karşıtı bir parça. Pinderhughes bu parçayla emperyalist ve ulusalcı fikirler etrafında oluşturulmuş şiddet yanlısı sistemi ve her bir bireyin bu doktrinin neresine düştüğünü inceliyor. Beyaz olmayan insanların bu söylem ve eylemlerin bedelini ödediğinin altını çiziyor. “Kim savaşıyor, bu amaç uğruna kim ölüyor?”. Ve Blood, güç sahibi olanların insanların arasındaki ve insanlara olan şiddeti arttırmalarından ötürü sorumlu tutulurken kendimizi de yapmamız gereken şeyleri yapmadığımız, sessiz ve kayıtsız kaldığımız ya da yalnız yüzeysel olarak ses çıkardığımız her an için sorumlu tutmamız gerektiğinden bahsediyor. Beat’ler olabildiğince sert ve kuvvetli bir şekilde gerekli hissiyatı içimizde uyandırıyor hepimizin elinde kan olduğu söylenirken. Fakat sanıyorum bana en dokunanı sonuncu parça olmuştu. For Those Lost, For Those Taken; beş yıl önce Texas’ta hapishanede öldürülen Sandra Bland’e adanmış. Polis tarafından, devlet tarafından, hapishane sistemi tarafından öldürülenlere ithafen yazılmış bu parça. Sözleriyle özetliyor tüm olan biteni: “Evimden çıktığımda hayatta kalacağıma söz ver”.
Albüm kapağı muazzam sanatçı Titus Kaphar’ın köle sahibi olan ve köleliğe katkısı bulunan Amerikan başkanlarını resmettiği Shred Presidents serisine ait. Seride onu yazanların yalnız bilinmesi istedikleri kadarını öğreten tarihin sakladıklarına vurgu yapılıyor. Amerikan başkanlarının yeniden yorumlanmış tabloları üzerinde paslanmış çivilerle köleleştirdikleri insanların isimleri ya da bu kölelerin haberleri eklenmiş parça parça. BLACK SPRING’in kapağında Kaphar’ın 2018’de yapmış olduğu To Be Sold adlı eseri kullanılıyor.
Önce siyasi doğruculuk sebebiyle vazgeçmiştim bu yazıdan. İncitici yahut yanlış anlaşılabilecek herhangi bir şey söylemekten çok korktum. Radyo programı yapmaya başladığım günden beri Black Lives Matter hareketinden bahsediyorum ve yazılarımda muhakkak müziğini aracı olarak kullanan sanatçılardan bahsetmeye gayret gösteriyorum. Fakat bu sefer endişelendim ve geri çekildim. Şimdi öyle bir noktaya geldi ki bu olay, sessiz kalmak olana bitene rıza göstermekle eş değer durumda artık. Aslında, bu hep böyleydi. Yalnızca bu olayların bu kadar büyüdüğüne ve çevrelerimizce bu denli tepki almasına şahit olmamıştık daha önce. Velhasıl, hata yapmaktan korkup sessiz kalmaktansa olan bitenle mücadele eden herkese sonsuz desteğimi gösterebilmek amacıyla yapabileceğim en iyi şekilde ses çıkarmak istedim. BLACK SPRING’in bu konuya en uygun müziklerden olduğunu düşündüm. Sanki Amerika’da şu an devam eden tüm bu olaylar öncesi neyin geldiğine dair bir sinyal verdi aktivist ve müzisyen bize. EP, George Floyd’un öldürülmesinden ve protestoların tüm ülkeyi çevrelemesinden bir ay önce yayınlandı. Herkes bunun geleceğini biliyordu, bir şekilde gerçekleşecekti. Olaylara çok yakın bir zamanda yayınlanan bu EP de değişim, birliktelik ve yardım için bir çağrıydı. Dargınlığın, yorgunluğun, öfkenin resmedildiği çok güçlü bir işitsel tabloydu. Fakat tüm zorluklara ve değişimin önündeki uzun yola rağmen eyleme, harekete çağırdığı insanlara karşı bir o kadar umutla doluydu.
Üstelik Samora Pinderhughes özellikle ırkçılık ve toplum için çalışma dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri. Onun sanatını icra ediş şeklinde oldukça özgün ve çarpıcı bir tarzı olduğunu düşünüyorum. Samimi, kırılgan, sizi çevreleyen ve bir o kadar güçlü bir müziği radikal, dürüst ama özenle işlenmiş, günümüzün korkunç gerçekliklerini yansıtan sözler ve ‘maksimalist’ bir görsel hikaye anlatıcılığıyla birleştiriyor. Sizi öyle bir dünya içerisine çekiyor ki, parçalarında anlattığı hikayenin ağırlığını bedeninizde hissediyor ve onu dinledikten sonra olanlara dair bir şey yapma sorumluluğuyla baş başa kalıyorsunuz.
Pinderhughes’un Amerika’da ırkçılığa dair çok önemli tarihsel ve güncel bilgilerin ve kaynakları sürekli güncellediği online bir doküman paylaşıyor şimdi. Resource Document For This Moment özellikle güncel olaylar konusunda da bilgiye ulaşmanızı sağlayacak videolar, kitaplar, makaleler, notlar, müzikler; bağışta bulunabileceğiniz sayfalar ve organizasyonlar içeriyor. Eğitim amaçlı çok önemli insanların kaynakları da bulunuyor burada, eğer eklenmesi gerektiğini düşündüğünüz bir şey olursa önerilere de oldukça açık. “Yeter ki öğrenelim” diyor.
Siyah sanatçıları desteklemeli, müziklerini dinlemeli, albümlerini satın almalı, onları tanıtmalı ve anlatmalıyız olabildiğince. Onların hikayelerinden bahsetmeli, insanlara dünyada neler olup bittiğini anlatmalı. En sevdiğimiz müzikler, siyahlar sayesinde var. Dinlediğimiz müzikleri onlara borçluyuz, onların kültürü olmasaydı ne yapardık bilemiyorum doğrusu. Üstelik henüz jazz’dan bahsetmiyorum bile…
Anderson .Paak, Ambrose Akinmusire, Ben Williams, Black Thought, Christian Scott aTunde Adjuah, Common,Cory Henry,Esperanza Spalding, H.E.R., J.Cole, Kamasi Washington, Kendrick Scott, Kendrick Lamar, Keyon Harrold, Marcus Strickland, Mumu Fresh, Robert Glasper, Terrace Martin ve nicelerini dinleyiniz. Dinlediğiniz tüm siyah müzisyenler anlatacak size bu hikayeyi.
Çok saygı duyduğum bir müzisyen olan Steve Coleman’ın sayfasında denk geldiğim bir paylaşımı eklemek istiyorum buraya: “When you benefit from an art form like jazz which was born out of the legacy of Black resistance and choose to opt out of the conversation of racism, you are part of the problem. Coming empty handed to a table that feeds you consistently is an example of what privilege is.” diyordu. Kabaca çevirirsek: “Jazz gibi, siyahların direnişinin mirasından doğmuş sanat formlarından yararlanırken ırkçılık konuşmalarının dışında kalmayı seçiyorsanız siz de problemin bir parçasısınız. Sizi sürekli besleyen bir yemek masasına eli boş gelmek ayrıcalığın ne olduğuna bir örnektir.”
Ve Toni Morrison’dan bir alıntı: “This is precisely the time when artists go to work. There is no time for despair, no place for self-pity, no need for silence, no room for fear. We speak, we write, we do language. That is how civilizations heal.” Yine en kaba şekliyle: “Bu tam da sanatçıların çalışmaya gittiği zaman. Çaresizliğe zaman, sessizliğe ihtiyaç, kendine acıma ve korkuya yer yok. Konuşacağız, yazacağız, dille uğraşacağız. Medeniyetler bu şekilde iyileşir.” Her şeyi özetliyor aslında.
Böyle dönemlerde müziğin gücü kendini kanıtlar derecede yüzünüze çarpar. Toplumsal olaylardan etkilendiği ve şekillendiği gibi o olayları da bizzat etkiler ve şekillendirir müzik. Olayların sesini yükseltir, insanlara güç ve motivasyon verir, diğerlerine (bu durumda, bize) neler olduğunu anlamaları açısından yardımcı olur. O tokat gibi gelen EP’lerden biri oldu BLACK SPRING de benim için. Tekrar o insani yanımı hissettim, tam da tüm bu olan bitenden ötürü hissizleşmeye başladığımı düşündüğüm anda uyanmama yardımcı oldu. Ve umarım, eğer hâlâ dinlemediyseniz, bu dört parça size de bana verdiği enerji, umut ve hissiyatı verir.
En iyi yapabildiğimiz şeylerle sesimizi yükseltelim biz de; bildiğimiz o değeri gösterelim, desteğimizi belli edelim, kaybedilenlerin isimlerini söyleyelim, coğrafya fark etmeksizin herkes için adalet talep edelim. Dinleyelim, okuyalım, soralım, öğrenelim. İlk olarak, Samora Pinderhughes ve BLACK SPRING’i.