70’lerin jazz sahnesini değiştirmiş, jazz tarihinde yeni bir sayfa açılmasına öncü olmuş ve enstrümanına yepyeni bir anlam kazandırmış bir isim Stanley Clarke. Kendisinden birkaç cümleyle bahsetmek elbet yeterli olmayacak, artık elimizden geldiğince. Akustik ve elektrik basın en önemli isimlerinden, aranjör, prodüktör, besteci gibi ünvanlarla anlattığımız dört Grammy ödüllü müzisyen 70’lerde başladığı müzik kariyerine sayılamayacak kadar başarı sığdırmış.
20’li yaşlarında Joe Henderson, Pharoah Sanders, Stan Getz, Dexter Gordon, Art Blakey, Gil Evans, Mel Lewis ve Horace Silver gibi efsanelerle çalışan Clarke, Chick Corea ile birlikte ilk jazz fusion ekiplerinden Return To Forever’ın kurucusu. Akustik veya elektrik; basın “sıkıcı” olarak bulduğu eşlik amaçlı kullanımını değiştirerek onu solo enstrüman olarak kullanmış, hatta headliner olarak turnelere çıkan ilk jazz-fusion basçısı olarak geçer tarih sayfalarında. Müzik türleri arası geçişleriyle birbirinden farklı sanatçılarla çalışmış ve enstrümanına ve müziğe karşı hep modern yaklaşımları benimsemiş. Dünyanın farklı yerlerinden, pop’tan rap’e farklı türler icra eden müzisyenlerle çalışmış ve hâlâ çalışmakta; Tupac Shakur, Jay-Z gibi rap’in önemli isimleri tarafından sample’lanmış ve genç müzisyenler için bitmek bilmeyen bir kelle avcılığında: onlarla çalıyor, onlara yol gösteriyor ve onlardan ilham alıyor.
Bir üst neslin en önemli müzisyenlerinden kabul edilmesi yalnız icra kabiliyetinden değil, sahip olduğu bakış açısı ve prensiplerden de kaynaklanmakta. Kendi kelimeleriyle “jazz püristi” olarak başladığı kariyerinde 40’lar ya da 50’lerde yaşamış birileri gibi çalmak istemediğini fark edip açık fikirlilikle müziğinde keşfedebileceklerini merak etmiş. Sonrası ise sürekli bir yenilik arayışı ve daha fazlasına olan merak. Bir orkestrada yer alacak ilk Afro-Amerikalı olmak isteyen Stanley Clarke’tan, Chick Corea tarafından “Kendi müziğimizi yazıp icra etmeliyiz” sözleriyle kolundan tutulup Return To Forever ve sonrasına yolculuğa çıkan Stanley Clarke arasındaki o uçurum, gelenekselci tarafın eleştiri ve taşlamasına maruz kalmış elbet. Bu süreçte verdiği mücadele ise asıl örnek alınması gereken konu olsa gerek.
Stanley Clarke şu an 19’dan 30’lara kadar geniş bir yaş skalasına sahip ve Afganistan, Gürcistan gibi ülkelerden gelen müzisyenlerle süslediği ekibiyle dünya turnesinde. İstanbul’a beşinci kez gelen Clarke ile turnenin Cemal Reşit Rey ayağında konser öncesi tanışma ve sohbet etme şansına nail oldum. Yanında geçirdiğiniz her saniye babacan, samimi ve öğretici tavrıyla size ilham ve ders veren bir isim Stanley Clarke. Bizse ondan bundan bahsettik, sohbet şöyle gider:
Askeri operasyon sebebiyle Türkiye’de şu an siyasi bir gerilim mevcut. Buna rağmen gelmekten vaz geçmediniz.
Biz müzisyenlerin çoğu zaman insan hakları meseleleri dışında siyasi sıkıntıları yok. Eğer bir savaş varsa, o savaşın sebepleri de var. Ama onları kim gerçekten bilebilir ki? Eğer zarar gören bir sürü mülteci ve insan varsa, bunu önemsersin. İnsanlara yardım eden kuruluşlara bağış yapıyorum, bu da yapabileceğim tek şey sanırım. İnsanların önündeyim diye bu platformu çok fazla siyaset tartışmak için kullanmıyorum. Benim ilgilendiğim şey iyi haberler hakkında konuşmak, bu da müzik. Müziğin güzel yanı birbirinden çok farklı görünen insanları bağlaması, bir araya getirmesi. Bu farklılıklar meselesi de tam bir saçmalık aslında.
Duyumlarıma göre Türkiye şu an kırmızı bölge kabul ediliyor. Yurt dışından gelecek müzisyenler korku sebebiyle buradaki konserlerini iptal ediyor. Siz İstanbul’u önceden ziyaret ettiğiniz için burayı biliyorsunuz tabii ve şimdi buradasınız.
Yanlış bilgilendirme değil de tam bilgi verilmeme durumu var. Burası olan bitenden çok uzakta. Ülkenin tamamı savaşta değil ki! Ve bu konserler çok önceden ayarlanıyor, asla iptal etmezdik. Ancak üstümüzden uçan füzeler olsaydı belki ama neyse ki bu sefer böyle bir şey söz konusu değil.

Stanley Clarke (Photo: Nevzat Yıldıran)
Merak edilen ve çoğu zaman müzisyenlik yolunda ilerleyenlerin yaşadığı bir şey. Mutsuz olduğunuz ve pes edip bırakmak istediğiniz zamanlarda devam etmenizi ne sağlardı? Motivasyonunuz nedir?
Çok basit aslında. Sözcüklerle ifade etmenin zor olduğu bir şey vardır içinizde. İnsanı yapmak istediği şeyi yapmaya iten bir şey. Ve benim için olay bundan ibaret. Mistik bir şey değil, 7 yaşımdan beri müzikle uğraşıyorum. Annem yarı profesyonel bir opera sanatçısıydı. Evde şarkı söylerdi, 6 yaşımdayken eve piyano getirmişti. Evde her zaman müzik vardı. Dolayısıyla bu benim DNA’mın parçası gibi bir şey.
Yani motivasyon aslında hep içinizdeydi?
Evet. Bu olduğum kişi gibi bir şey. Eğer müzik yapmayı kesseydim, kolumu ya da bacağımı kaybetmiş gibi olurdum. Ve inan, durmak istediğim zamanlar oldu. Sadece yorgun olduğum zamanlar. Çünkü bunu çok uzun süredir yapıyordum. 70’lerde başladım, 70’ler ve 80’lerde turnelerdeydim. 90’larda bırakmak istedim. Sonra kolumda bir sakatlık yaşadım, bir noktada sol kolum neredeyse işlevsizdi. Neden bilmiyorum, sanırım Moskova’dan New Jersey’e uçuyordum, üstüne yatmış olmalıyım. 8 ay boyunca çalamadım, sinirlerin tekrar oturmasını bekledik. Ve her şey düzeldiğinde harika hissettim. Çalmayı gerçekten seviyorum.
Jazz tarihinde yeniye karşı bitmeyen bir direnç var. Yenilik ve değişim neredeyse her zaman eleştiriye mahkum olmuş. Fusion akımının öncülerinden biri olarak ve çaldığınız ekiplerden de kaynaklı, bu eleştirinin baş kurbanlarından olmuşsunuz. Şimdi aynı sorunu genç nesil yaşıyor; Kamasi Washington, Robert Glasper ve Marsalis kardeşler arasında olan tartışmada olduğu gibi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Tarihsel olarak geleneği sarsmak her zaman zor olmuştur. Zamanın başından beri zor bunu yapabilmek. Charlie Parker, John Coltrane gibi en iyi jazz müzisyenlerimizi eleştirdiler, onların deli olduğunu düşünüyorlardı. Klasik müzikte de bu böyle, Stravinsky’nin çıldırdığını düşündüler. Gelenek ilginç bir kavram, zira insanları güvende hissettiriyor. Eğer bu sayede ünlü olmuşsak ve çoğunluk buna onay vermişse onu değiştirmek çok zor. Neden bilmiyorum, bazı insanlar yeni bir şey ortaya çıktığında eskiden kurtulmanın amaçlandığını düşünüyor. Oysa bu böyle olmak zorunda değil. Bu gelenek, bu da yeni olan. Birbirleriyle hiçbir alakaları yok, dolayısıyla bu kesinlikle korku bazlı bir şey.
Bu konuyu yenilik arayışınızla bağlamak istiyorum. Sosyal medyaya ve YouTube’a oldukça önem veriyorsunuz. Davulcu Mike Mitchell’ı internetten keşfetmişsiniz. Oldukça çılgınca. Hâlâ bunu yapıyor musunuz, gençlerden beklentileriniz ne? Genç müzisyenlerde ne duymak, ne görmek istiyorsunuz?
Görmek istediğim şey müzik, edebiyat ya da resim gibi farklı ülkelerden sanatın herhangi bir yerinden tutan insanlar. Bence insanların gerçekten ne yapmak istediğini bulabilmesi çok önemli. Kopyalamak ya da “havalı olmak için bunu yapman gerek” gibi bir baskı yüzünden bir şeyler yapmak çok kolay. Ama ya o kişi için uygun olan bu değilse? Çünkü dürüst olduğunda ve gerçekten istediğin şeyi yaptığında harika hissettiriyor. Nasıl herkes jazz müzisyeni olmamalıysa, herkes rock ya da rap’le de uğraşmamalı. Neyden hoşlandığını buluyorsun ve bu biraz da yetiştirilme şeklinin bir ürünü. Birçok şeyi seviyorum ben, sadece jazz değil bir sürü farklı türü. İyi olduğu sürece ilgileniyorum.

Stanley Clarke & Evan Garr (Photo: Nevzat Yıldıran)
Bir müzisyende ilginizi çeken şey nedir? Özellikle gençlerde?
Genç nesilde ilgimi çeken şey bir müzisyenin tarihin bilincinde olması. Kendi sound’u olan fakat Miles Davis’ten haberdar bir trompetçi örneğin. Böyle olmak zorunda değil tabii ki fakat bu tip bir durum beni hep cezbetmiştir. Çünkü her seferinde soruyorum: “Miles Davis’i nasıl öğrendin? Onun ismini nereden biliyorsun?”. Çok ilgi çekici.
Q-Tip gibi farklı tarzlardan çeşitli müzisyenlerle çalıştınız. Ve Tupac, Jay-Z gibi isimler tarafından sample’lanan parçalarınız oldu. Jazz ve hip-hop’ın birbirine eklemlenerek geçirdiği evrim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu çok güzel bir şey. Robert Glasper, Kamasi Washington gibi isimleri görüyorum. Kamasi ve tüm West Coast Get Down ekibini 14, 15 yaşlarından beri tanıyorum. Onları böyle görmek, tavsiye etmek, “Gidin bu çocukları bir izleyin” demek çok keyifli. Bizim ekibe piyanoda eşlik eden Cameron Graves de onların bir parçası. Çok seviyorum. Kendi müziklerini keşfeden ya da ortaya çıkaran herkes harika.
Müziğin hâlâ kategorileştirilmesi ve özellikle küreselleşme ve tüm olan bitenle birlikte artık her şeyi bir etiket altında toplamanın ne kadar zor olduğu hakkında konuşmak isterim.
Bu artık mümkün değil. Özellikle bizim ekibimizde Afganistan’dan, Gürcistan’dan müzisyenler varken. İşin sonunda ben de kendimi dünya müziğiyle uğraşıyor olarak görüyorum. Dünyayı birkaç kere dolaştım ve çok farklı insanlardan çok farklı şekillerde ilham aldığım oldu. Bunu söylemek çok zor. Benim yaptığım müzik, Stanley Clarke müziği. Bu durumu özellikle daha genç müzisyenler için de doğru buluyorum. Birçok farklı şeyleri; farklı sound’ları, farklı yöntemleri, lirik olarak bile farklı yaklaşımları var. Ve hip-hop nesilleri gerçekten iyi, insanların sosyal meseleler hakkında konuşabilmeleri için güzel bir platform. Sosyal açıdan eleştirel bir müzik, gerçekten hoşuma gidiyor.
Herbie Hancock ve size bu konuda hep hayran olmuşumdur. Genç nesli gözlemliyorsunuz; bulundukları yerlere gidiyorsunuz, süreci izliyorsunuz, ortaya çıkacak işin bir parçası oluyorsunuz, gençlere tavsiyeler veriyorsunuz ve hatta onları yanınıza alıyorsunuz.
Bu çok önemli bir şey çünkü ben de küçükken çok önemli bir jazz müzisyeniyle çalışmıştım. Onun hakkında pek konuşmuyorlar ama doğum günü birkaç gün önceydi. İsmi Art Blakey. Ve Art Blakey, genç müzisyenlere bir şeyler öğrettiğinden emin olan bir isimdi. Ben onunlayken, yanında hep genç müzisyenler vardı. Bize gerçekten çok şey öğretti, bizi durdurur ve o pürüzlü sesiyle “Bu yanlış! Bunu yanlış yapıyorsun!” derdi. Ve büyük ihtimalle hayatım boyunca çaldığım ekipler arasında en gurur duyduğum onun ekibidir. Birçok insan onunla bir buçuk yıl çaldığımı bilmiyor. Bazen internetten onun geçmişine baktığınızda bizim isimlerimizden bahsetmeyen sayfalar oluyor ama ben bir buçuk yıl oradaydım. Hatta onunla kayda girmişliğim var. Ben de zamanında bir Jazz Messenger olduğum için çok gururluyum. Jazz tarihinde çok önemli bir yeri olan bir ekiptir.

-p-, Jeremiah Collier -d-, Evan Garr -vn- (Photo: Nevzat Yıldıran)
En sevdiğiniz Joe Handerson’ın ekibi diye biliyordum.
Evet, başka sebeplerden Joe da harikaydı. Benim hakkımda gerçekten okumuşsun, gayet iyi. Müzikte liderlik biraz daha farklı, birine öğretmenlik yapmak gibi. Ve liderlik bazında Art Blakey en iyisiydi.
Müziğin Nina Simone’un da dediği gibi, içinde bulunduğu zamanı yansıtması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Evet. Çünkü o zaman dürüst oluyor. Tabii, bir döneme ithaf etmiyorsanız; mesela blues gitarı 40’lardan, 50’lerden bir adam gibi çalmak istemiyorsanız. O da iyi tabii ki ama eğer bir müzisyen gerçekten dürüstse ya da bulunduğu zamanla ilgiliyse bu doğal olarak ortaya çıkacaktır.
Türkiye’de sizi örnek alan genç müzisyenlere vereceğiniz tavsiyeler var mıdır?
Bolca çalın ve dünyayı dolaşın. Evinizi bırakmak zorundasınız. Dünyayı dolaşmak size başka şeyler, özellikle başka müzisyenler görme avantajı veriyor. Ben Philadelphia’yı bırakıp New York’a taşındım. Ve bazen sadece gezmek de iyidir. Bir yere gidin, çalan insanları görün, eve dönün. Çünkü ne kadar müzisyen tanır ve onlarla iletişime geçerseniz o kadar insanla çalma ihtimaliniz olur. Ve dünyayı değiştirebilecek, müziği değiştirebilecek bir şeyler bulabilme ihtimaliniz yükselir. Bunu odanızda bulamayacaksınız.