26. İzmir Avrupa Jazz Festivali kapsamında dinlediğimiz Marion Rampal Trio konseri sonrası Marion Rampal ile müziği üzerine kısa bir sohbet ettik;
Folk ve jazz müziği çok doğal bir biçimde birleştiriyor ve yorumluyorsunuz. Bu nasıl oluştu, çocukluğunuzdan başlayarak bize biraz bahsedebilir misiniz?
Jazz müziği hep etrafımdaydı. Büyükbabam jazz piyano, biraz kontrbas ve klarnet çalardı. Çok iyi bir jazz müzisyeni değildi ama savaş süresince ve sonrasında, Fransa’nın güneyinde küçük bir jazz sahnesinin parçasıydı. Turneleri esnasında Lionel Hampton veya Louis Armstrong gibi çok önemli jazz müzisyenleriyle bir araya gelmişti. Çaldığı şeyleri en doğru şekilde çaldığını söyleyemem ama kendine özgü çok romantik bir tarzı vardı. Örneğin Nat King Cole’ü çok dinler ve çalardı.
Müziğinizde hissettiğimiz melankoli de büyükbabanızla geçirdiğiniz zamanlara dayanıyor olabilir mi?
Benim müziğim her zaman nostaljiyle iç içe oldu. Bu aynı zamanda benim Blues müziğindeki araştırmalarımdan kaynaklanıyor. Blues’a dair çok güçlü sezgilerim var. Bu müzik siyah Amerikan müziğidir ve kesinlikle bu insanlara aittir. Fakat dünyanın birçok yerindeki farklı, birçok geleneksel ve folk müzik içerisinde Blues’un izlerine rastlayabilirsiniz. O kültürdeki insanların kendilerini ve yaşadıkları sosyo-politik durumları ifade etme biçimlerinde bu izleri görebiliyoruz. Yaşadıkları, şarkı söyleme şekillerini etkiliyor ve aslında bu, ifade biçimlerindeki ruhu evrensel bir gerçeklikle yansıtmalarını sağlıyor. Bu sebeplerden ben de tüm eski hikâyelerle, özellikle, kendim de Marsilyalı olduğum için Akdeniz kadınları ile çok ilgiliyim. Çünkü ben de hep etrafımda farklı, Fransız veya Avrupalı olmayan folklorik müziklerle çevriliydim. Korsikalı, İtalyan ya da Oksitanyalı gibi güneydeki insanlara, topluluklara ait müzikler duyuyordum.
O halde müziğinizi tanımlarken kültürlerarası diyebiliriz miyiz?
Evet, kesinlikle. Bir karışım diyebiliriz. Peşinde olduğum şey kesinlikle bu. Müzikteki saflığın büyük düşmanıyım.
İlk albümünüzden son albümünüze kadarki çalışmalarınıza baktığımızda müzisyen Rafael Imbert ile kurduğunuz işbirliğinin kariyerinizde büyük bir yeri olgunu görebiliyoruz…
Rafael’in hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Hala birlikte çalıyoruz. O çok farklıdır; benim kızım, büyükbabam, erkek kardeşim gibidir. Aynı zamanda kendisi jazz’ın ve jazz müzisyenlerinin spritüel yanıyla çok ilgilidir. Örneğin Coltrane’ın ya da Albert Ayler’in müziğinin arkasındaki transandantal (aşkınsal) unsurları araştırır. Aynı zamanda o da yerel ve geleneksel müziği jazz’la harmanlamakla ilgilenir. Bunun yanında klasik ve jazz’ı da! Bach ile derin bir ilişkisi bulunuyor. Bach, Mozart gibi müzisyenleri jazz ile karıştırıyor.
Son projemde de birlikteydik, Bye Bye Berlin’i yaylı dörtlüsü ile kaydettik.
Bye Bye Berlin projesi ile ilgili bize neler anlatabilirsiniz?
Bye Bye Berlin’de yer alan kompozisyonların çoğu Nazi rejimi yükselişi sırasında Almanya’dan kaçmak zorunda kalan insanlara ait. 1920’lerden 1950’lere kadar uzanan, Hanns Eisler, Kurt Weill gibi klasik geçmişi olan besteciler tarafından çoğu Brecht etkisiyle yazılmış çağdaş besteler. Bahsettiğim bu insanlar daha sonra Broadway’e hatta Hollywood’a giderek şu an Amerikan müziği dediğimiz müziği oluşturan insanlar. Orada 1. Dünya Savaşı sırasında siyah Amerikalı askerlerin getirdiği jazz müziğini dinliyorlar ve Avrupa müziğiyle siyah müziğini harmanlıyorlar. Albümde yer alan eserlerin çoğu, aynı zamanda, o sırada Almanya’da yasaklanmış eserlerdir.
Peki, 26. İzmir Avrupa Jazz Festivali’nde sahne alan Marion Rampal Trio nasıl oluştu? Nasıl bir araya geldiniz? Zaman zaman bazı sanatçılara albümleri için yazdığınız şarkılardan veriyorsunuz. Grup arkadaşınız Anne Paceo’ya daha önce şarkı vermiştiniz?
Anne’nin projeleri için şarkı sözü yazdım, evet. Son albümündeki şarkıların sözleri bana ait. İlginç olan Anne’le bir jazz festivalinde tanıştık, müziğimle çok ilgilendi. Ki o zamanlar şarkı yazarlığım çok bilinmiyordu. Ortak bir müzik zevki paylaşıyorduk ve uzun zamandır birlikte bir projeye başlamak istiyorduk. Pierre-François Blanchard ile ise çok enteresan bir çevrede bir araya geldik. Bir doğaçlama vokal atölye çalışmasında tanıştık. François atölyedeki piyanistti. Bu çalışmada katılımcı olarak dansçılar, vokal performansçıları, oyuncular vardı. Tüm bu katılımcılar seslerini yükseltmeye, dışavurumlarını güçlendirmeye çalışıyorlardı. Bu tanışıklıktan sonraki zamanlarda keşfettik ki ailelerimizden ve müzik çalışmalarımızdan kaynaklanan ortak bir müzik geçmişine sahibiz.
Onunla da Fransız şiiri ve Fransız melodilerini keşfettiğimiz bir düet albümümüz bulunuyor. 19. veya 20. yüzyıl başlarındaki klasik müzikleri (ki bu bizim kesinlikle olmadığımız bir şey) jazz melodileri ve formu ile yorumladık.
Bunca yıl ve çalışma sonrası, geri dönüp baktığınızda, birçok farklı müziği bir araya getiren bir sanatçı olarak vokal tekniğindeki değişimleri, gelişimleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
En başa dönecek olursak ben bir Rock’n Roll şarkıcısı olmak istiyordum. Hatta erkek bir Rock’n Roll şarkıcısı olmak istiyordum! Kulağa garip geldiğini biliyorum ama bunun cinsel kimliğimle hiçbir ilgisi yok. Açıkçası kadın şarkıcıları dinlemeye başlamam çok zaman aldı. Daha çok Jim Morrison, Jeff Buckley gibi erkek şarkıcıları dinliyordum. Gerçi Jeff Buckley şarkılarını gayet feminen söyleyebiliyor, nasıl bir kadın vokal için tam tersi geçerli olabiliyorsa. Hepsi vokal dünyasının bir parçası…
Bu dönem sonrasında tekrar jazz müziğe döndüm ve zaten yıllardır kulağımda olan bu müziğin standartları ile sesimi ne kadar kolay kullanabildiğimi fark ettim. Kendimi müzik içinde salınıyor gibi hissediyordum ve bu bana ayrı bir huzur veriyordu. Daha sonra tekrar, kendimi ifade etme biçimi olarak seçmiş olduğum şarkı yazarlığına döndüm. Anlayacağınız bu süre zarfında standartlar ile yenilikler arasında uzun bir savaş yaşandı.
Şimdi artık biliyorum ki hiçbirimiz sadece kendimizi keşfetmiyor ama aynı zamanda beraberimizde taşıdığımız, geçmişten getirdiğimiz ya da bize anlatılan şeylerden de oluşuyoruz.

Marion Rampal Trio (Photo: Ecem Özbey)
Bunların dışında, vokalime katkısı olan birçok vokal performans buluşmasında edindiğim deneyimleri de sayabilirim. İnsan sesinin tüm renklerini ve olasılıklarını bulmaya çalışırken “Sen kadınsın ve bu şekilde söylemelisin” gibi yaklaşımlarla karşılaştıktan sonra bu alanda araştırmalara başladım.
Siyah Amerikan müziğiyle etkileşime geçmem, Archie Shepp ile olan müzikal ilişkim, Amina Claudine Myers gibi sanatçılar, Gospel şarkıcıları, Soul şarkıcıları, tüm bunlar beni çok etkiledi. Bu insanları dinlemek üzerimde neredeyse fiziksel bir etki yarattı diyebilirim, çünkü değiştim. Bunlar CD’den dinleyerek veya pratik yaparak öğrenemeyeceğiniz şeyler, kendinizi o yola sokmanız gerekiyor. Onlara çok yakındım ve bu insanlar Blues veya Soul söylerken hissettiklerim, çok güçlü hislerdi. Bu müzikleri dinledikten sonra tekrar aynı kişi olmam mümkün değildi. Ve bu en derinlerde hissettiğim bir şeydi.
Sonuçta tüm bu etki ve deneyimlerle kendi müziğinizde ne yapmak istediğinize karar vermeniz gerekiyor. Ki bu benim için her zaman geçerli bir sorgulama olacak!