Besteci ve saksofoncu Tamer Temel, “Barcelona” ile başlayan, “Bir Kedi Kara” ile devam eden inceliklerle bezeli albüm yolculuğuna yine A.K. Müzik etiketli albümü, “Serbest Düşüş” ile devam ediyor. Bu ülkede olan biten herşeye dair çok uzun zamandır kırgın, kızgın ve çok üzgün olanlarımızı bile umutlandırabilecek bilgisi, sezgisi, yaratıcılığı ve ifade gücüyle Tamer Temel’in “Serbest Düşüş”ünü mutlaka ve lütfen dinleyiniz, dinletiniz ve defalarca daha dinleyip dinletiniz. Ki her seferinde müziğin akışıyla birlikte ruhunuzun da özgürleştiğini hissedebilesiniz. Beraberinde “ Yok yahu, o kadar da yalnız değilim” cümlesini duyumlamanız yanınıza kâr kalsın…

Photo: Yalım Akın
Kapaktaki bebek kim?
Kapaktaki bebek arkadaşım Yalım Akın’ın oğlu Tibet. Bizden sonraki neslin başına gelme ihtimali olan halleri Tibet simgeliyor haliyle.
Eylül Biçer, Serkan Özyılmaz, Matt Hall, Volkan Öktem’le çalmışsın. Ne güzel ekip. Albüm için mi toplandınız, toplandığınız için mi albüm yaptınız?
Eylül ve Serkan bir önceki albümde de vardı, uzun zamandır beraber çalıyoruz. Matt ile de neredeyse İstanbul’a geldiğim zamanlardan beri çalıyoruz. Volkan abi ile “bir şeyler eksik” isimli grubumuz var, bir önceki albümden sonra zaman zaman benim kendi projemi de çalmaya başlamıştık, çoğunlukla Mitanni’de. Yani grup sadece albüm için toplanmadı, zaten uzun bir zamandır beraber çalıyoruz. Parçaları da konserlerde pişirdik diyebilirim. Hepsi de hayran olduğum müzisyenler tabii.
MİAM’daki kayıt sürecinden biraz bahseder misin lütfen?
Yine bir önceki albümde de, Çağıl’ın albümünde de MİAM’daydık. Burada en önemli faktör Can Karadoğan. Can çok özenli ve işini en iyi şekilde yapmaya çalışan dolayısıyla bizi çok rahat ettiren, grubun 6. elemanı gibi nerdeyse. Hem kayıt masasında çok iyi biliyor yaptığı işi hem de moral motivasyon açısından müzisyene nasıl davranması gerektiğini çok iyi bilen biri.
Kaçınılmaz olarak MİAM’da oldu tabii kayıt.
İyi müziğin, müzisyenin her zaman destekçisi, güzel insanlar grubu A.K. Müzik mevcut koşullara rağmen bu albümü basmak için tereddüt etmedi, biliyorum. Fakat, yine de her geçen gün daha kararmaktayken CD formatı sence daha ne kadar devam eder ya da etmeli ya da eder mi?
A.K. Müzik için ben de aynı şeyleri hissediyorum gerçekten. Gerçekten özel insanlar, aynen Can Karadoğan için söylediklerim gibi hem yaptıkları işe olan özenleri ve bilgileri hem de insanlıkları açısından. Başka bir yapıyla sanırım çok zorlanırdım ben de iletişim kurma açısından.
CD formatı da ne kadar devam eder bilemiyorum gerçekten. Müzik endüstrisi sürekli değişiyor, bazen sorunlara değişik çözümler buluyor. Plak endüstrisi mesela tekrar popüler olmaya başladı.
CD’nin sonu ne olur hep beraber göreceğiz.
Bizim için ürettiğimiz şeyi kanlı canlı elimizde görmek güzel bir his tabii.

Eylül Biçer, Matt Hall, Tamer Temel, Volkan Öktem, Serkan Özyılmaz (Photo: Yalım Akın)
“Panoptikon”u dinlemeden önce bir hayranlıkla gülümsedim. Senin parça isimlerindeki yaratıcılığını ve edebi, felsefi incecik göndermelerin olduğunu biliyoruz. Herhalde memleketin yarattığı ruh haline istinaden bir Bentham ve hatta Foucault referansıyla olaya girmiş dedim. Kalıcı bir gözaltı hissiyle yaşamak zorunda bırakıldık tabii, haklısın. Fakat parçayı dinleyince “Müziğin akışındaki iktidarı mı adres gösteriyor acaba” dedim. Hani sanki piyanonun mahkum, saksofonun gardiyan olduğu bir mizanseni canlandırıyorsunuz, piyanonun kendisini kollamak için değişen tonları da kendi kendisinin gardiyanı olma çabası gibi. Sonra üstüne bir milyon hikaye daha uydurdum. En iyisi senden dinleyelim Panoptikon’u.
Çok teşekkür ederim harika gözlem ve sorun için.
Evet iktidarın panoptikonları artık sanırım içimize yerleşti ve iktidara gerek bile kalmadan kendi kendimizin gözetlemesini yapıyor ve sansürlüyoruz da çoğu zaman. Zaten istenen de bu. Hegemonya da böylelikle kuruluyor zaten, kendi kendimizin panoptikonu olmamız sayesinde. Uzun bir konu tabii. Parçada özellikle rolleri dağıtma ya da simgeleştirmeler yok ama öyle algılanması da güzel bir şey bence. Herkes kendi imgelerini bulabilir umarım parçada. Ferah başlayıp karanlık bitmesi belki umutsuzlukla umut arasında gidip gelmelere atıfta bulunuyormuş hissi verebilir mesela. Ama zaten hep yaşadığımız da bu gidip gelen ruh hali sanki.
Albümün ismi “Serbest Düşüş” ikinci parça. Valla ne öngörülü adamsın, finans krizini düşünerek mi bu ismi verdin? Şaka tabii. Sen aslında parçalarında kendini çok ortaya koymaz hatta kimi zaman gizlersin bile. Ama burada başından sonuna seni birbirinden çok farklı tonlarda duyuyoruz. “Serbest Düşüş” hissini veren nedir? Ya da buradaki Serbest Düşüş’ün yansımalarını müziğinde nasıl aramalıyız?
Parçalar ile isimler arasında çoğu zaman birebir ilişki ya da parçanın ismini müzikle anlatmaya çalışma durumu pek yok aslında. Serbest düşüş finans krizine değil ama genel olarak toplumsal çöküşümüze bir gönderme. Karanlığın ardı arkası kesilmezken bir de biz birbirimizin derdine o kadar ilgisiziz ki, hem etik hem estetik açıdan “serbest düşüş”teyiz, yere vardığımızda kendimize gelir miyiz, yoksa artık bizden eser kalır mı bilemiyorum tabii.
Ben bir yeni sinemacı olsam “Dram”ı tema müziği olarak mutlaka kullanırdım. Hele Eylül (Biçer) o kadar pis bir gerilim yaratmış ki, helal. Sence bu parçadaki hakikaten de dramatik etkinin sebebi nedir?
Çok teşekkür ederim, parça amacına ulaşmış demek ki. Parçadaki dramatik etkinin sebebi tamamen o hissi verebilmek için yazılmış olmasından sanırım. Hem tansiyon hem de dinamik açıdan dramatik olmasına, geçişlerin ve gerilimin sürekli artmasına çalıştık. Eylül çok güzel anladı ve çaldı, Volkan abi de öyle…
Sana zaten dizi müziği yaptırmazlar da film müziği yapıyor musun ya da düşünür müsün?
Birkaç arkadaşım daha söylemişti konserlerde, bu müziklerin film müziği gibi hissettirdiğini. Çok sevindim ben buna açıkçası, çünkü özellikle konserde bu hissi yakalayabiliyorsak gereken etkiyi çıkarabiliyoruz demektir. Bir film için müzisyen bir arkadaşım Barış Diri bir filmde beraber çalışmayı önerdi, çok sevindim ben de tabii ki. Çok isterim böyle bir şey yapmak, elimden geldiğince.
Darbe girişimi yüzünden filmin çekimleri önümüzdeki yıla kaldı, umarım çekilir bu sefer, biz de müziklerini yaparız. Bakalım neler olacak. Kısacası filme müzik yapmayı çok isterim tabii. Önce senaryoyu görmem gerek tabii öpüşme sahnesi falan kurallarıma uymayabilir (gülüyor).

Eylül Biçer (Photo: Yalım Akın)
“Bencil” hiç de bencilce çalınmamış. Gayet adil bir enstrüman dağılımı olmuş. Niye bu ismi verdin ki? Farkındaysan sanki bir yere kapandınız, doğaçladığınızı kaydettiniz, sonra da bu albüm olsun dediniz gibi muamele edercesine sorular soruyorum da önce parça isimleri mi geldi cisimleri mi?
Bu parçanın ismi hep böyle oldu, ilk günden beri Benim için olan anlamının dışında, en çok sıkıntısını çektiğimiz durumlara bir gönderme diyelim, bencilliğe yani.
Bu albümü seslendiren beş adamın her biri bir duyuyu temsil etseydi kim ne olurdu? Burada vereceğin cevap “Beş Duyu” parçasıyla acaba ne kadar ilintili olur?
Beş duyu tamamen serbest doğaçlama olarak çaldığımız, en sonunda yazılı bir temaya bağlanan bir parça. Benim için serbest doğaçlama çok zor bir iş gerçekten. Gruptakilerin duyularının tamamen açık olması ve kişisel kendini gösterme isteklerinin dizginlenmesi gereken zor bir müzikal durum yani. Ben de çok şanslıyım tabii, gruptaki arkadaşlarım duyuları son derece açık insanlar. O yüzden parçanın ismi “Beş Duyu”, beş tane o anda duymaya ve hikayeye katılmaya çalışan insan anlamında.
Her birimiz bir duyuyu temsil etmeye çalışsak ne olurdu?
Volkan: Dokunma ve anlama.
Serkan: Duyma ve susma.
Eylül: Koklama ve sorma.
Matt: Tatma ve tattırma.
Tamer: Görme ve seslenme.
Albümün en sakin ve dingin parçası nasıl “Koşar Adım”a dönüştü?
Parçanın ismi aslında yapısındaki öğelere gönderme. Coltrane’nin “Giant Steps” parçasının akorlarına bir gönderme var, bir de melodi sakin ve uzun seslerden oluşmasına rağmen bas ve davul “double time” dediğimiz şekilde çalıp bir kontrast oluşturuyorlar, dolayısıyla koşar adım bir hale geliyor parça.
Son parça da tabii ki Sebastiao Salgado’ya ithaf olmalı. Onun fotoğraflarıyla ilk kez, nasıl temas ettin ve sende nasıl bir etki bıraktı ki bu parçaya yöneldin?
Salgado’nun hayatını anlatan “Toprağın tuzu” belgeselinden, dolayısıyla Salgado’nun hayatından çok etkilendim. Hem cehennemi hem cenneti görmüş gibi hissettim biraz. Cehennemi gördükten sonra cenneti eşiyle beraber kendi yaratmış gibi geldi hatta. Öyle olunca da bu parçaya Salgado’nun gördüğü ismini verdim. Onun gördüklerini gören biri sanırım öylece yaşamaya devam edemez. Bu parçada da değişen, birbirine bazen tezat bazen cevap bir kaç bölüm var. Bu bölümler Salgado’nun yaşadığı büyük değişimlere de bir selam olsun istedim sanırım.
Albüm çıktı. Şimdi ne olacak?
Albüm çıkmış olduğu ile kalacak tabii. Biz çalmaya, derdimizi böyle anlatmaya çalışacağız, başka türlüsünü bilmediğimiz için belki.

Serkan Özyılmaz (Photo: Yalım Akın)
Bir tartışma yaratma amacıyla sormuyorum ama sence bir müzisyenin sanatçı olarak ülkede ve dünyada yaşananlarla olan etkileşimi nereye dek uzanabilir? Hani sosyal medyada bakıyorum bazı müzisyen arkadaşlarım gayet duyarlı ve ve belki de bir zaman sonra başlarına iş açacak net fikirler aktarırken bazıları da sanki o çocuklar hiç ölmemiş, o gazeteciler hiç tutuklanmamış, o dolar hiç tarihi zirvelere çıkmamış vs. gibi Bodrum’dan fotoğraf vermeye devam ediyor. Sınır nerede başlayıp bitmeli?
Derdini anlatmanın türlü yolları var. Ama derdin de türlüsü var gibi. Bazımız başkalarını da dert edebiliyor, dediğin gibi belki bazıları dert etmiyor ya da aynı şeyleri dert etmiyor. Bu konuda bir şey söylemek zor gerçekten, herkesin başka bir gerçekliği ve öncelikleri var. İnsanları suçlamak kolay yol oluyor genellikle, hatta duyarlılık yarışlarına kadar varılabiliyor.
Politik ya da apolitik olma konusu sanırım karmaşık bir konu. Daha çok bütünlük ve tutarlılık konusunda kafa yormaya çalışıyorum aslında. Yani savunduğumuz dertler ve çözümler bizi nasıl bir davranış ve sonunda nasıl bir müzik yapmaya çalışmaya götürmeli gibi sorularla uğraşmaya çalışıyorum kendimce.
Dediğin gibi başka türlü yaşayıp olanları görmezden gelmek ya da sessiz kalmak da bir tercih olabiliyor, yaşamının diğer kısımlarını da bu doğrultuda yaşıyorsa insan, çok sorun ve çözüm yok sanırım bu konuda.
Sorun daha çok hem politik ya da duyarlı görünüp bunu yaptığı müziğe hiç yansıtmaya çalışmama ya da çok ileri ve üstün uğraşlar gerektiren bir müzik yapıyormuş gibi konuşup hayatında bunun yansımasını hiç göremediğimiz zaman ortaya çıkıyor gibi. Bu konu üzerine saatlerce konuşabiliriz tabii.
Bu dertler ve çabaların bir yere varması zor gibi. Müziğin ve diğer sanatların toplumu etkileme gücü çoktandır başka alanlara kaymış durumda sanki, belki teknoloji belki sosyal medya…
Biz de dert ettiğimiz şeyleri söylemeye çalışarak kendimizi kandırıyoruz belki, ama dediğim gibi başka türlüsü de mümkün görünmüyor. Adorno’nun dediği “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak da barbarlıktır” belki bizim için “Suruç’tan, Ankara Gar’ından sonrası için geçerlidir. Dediğim gibi sessiz kalmak da bir seçim tabii, bizimki de sessiz kalamayışımızdandır sanırım. Uzun cevabımı son zamanlarda gördüğüm en güzel şarkı sözlerinden biriyle bitireyim öyleyse “her sessizlik bir zalim daha yaratır”.
Sadece bu cümle sorunun cevabı olabilirmiş sanki…
Eray’cım güzel sözlerin ve özenli soruların için çok teşekkür ederim. O kadar güzel hazırlıyorsun ki sorularını insanın albüm yapsam da Eray soru sorsa diye düşünesi geliyor. Gerçekten teşekkür ederim.