Ressam, yazar ve yönetmen Jörg Steineck’in belgeseli Inside Scofield, Aralık ayı başında internette yayına çıkıyor. İlk gösterimi Romanya’daki Gărâna jazz festivalinde yapılan film hakkındaki izlenimlerimi Steineck’in bazı sorularıma verdiği cevaplarla bir arada ele aldım.
Inside Scofield, Pat Metheny’den kısa bir yorumla açılıyor: “John’ın çalışı esaslıdır, ufak tefek meseleleri çoktan aşmış bir müzisyendir, ondan her seferinde gerçek bir hikâye dinlersiniz.” Bu girişten sonra, yönetmenin Scofield’ın Jazz Alley’de çalmak üzere geldiği Seattle’daki günlerini takip etmeye başladığını görüyoruz. Kameranın odağında, Scofield’ın tuşlularda Gerald Clayton, basta Vicente Archer ve davulda Bill Stewart ile oluşturduğu grup Combo 66 var. Ekibin kulüpten görüntüleri üzerine Scofield’ın bir yorumu geliyor: “Esasen ben de bir grup üyesiyim, solo atarken bile.” Yol arkadaşlarının her biri için övgü dolu sözler paylaşıyor ama otuz yıldır beraber çaldığı Bill Stewart’a hayranlığı farklı: “En iyi, en müzikal sololar sıklıkla Bill’den gelir. Harika bir jazz doğaçlama ustası… Hep daha iyisine zorlar bizi de.”
Scofield, çocukluğunu New York’un, daha doğrusu Manhattan’ın sadece bir saat uzağında yer alan Katonah isimli bir dış kasabada geçirmiş. Halen en fazla iki bin kişinin yaşadığı bir yer burası. “Büyüdüğün yer seni şekillendiriyor” diyor. Gençlikle birlikte, her fırsatta trene atlayıp Village Vanguard’a gitmeye, diğer başka mekanlarda da rock, blues dinlemeye başlamış. Ancak, belgeselde genç John’ı kulüplere ve konserlere götüren itkinin kaynağını öğrenemiyoruz. Yönetmen Steineck belgeseli kendisini jazzla tanıştıran babasına adamış; Scofield’ın hayatında da benzer bir figür var mıydı, bilmiyoruz. Yönetmen, bu sorunun ele alınmamasını bir eksiklik olarak görmediğini belirtiyor. Gerekçesi, Scofield’a çok şeyin bir arada ilham vermiş olabileceğine inanması. Altmışlı yıllardan, jazz’ın neredeyse tek çekim merkezinin halen New York olduğu dönemlerden bahsediyoruz. Steineck, bu havayı soluyabiliyor olmaktan daha belirleyici ne düşünülebilir demek ister gibi.
Seattle’daki ikinci kısımda, Scofield’a bir müzik mağazasında eşlik ediyor ve gitar hakkındaki görüşlerini öğreniyoruz. Sık çalgı değiştirmediğinden dem vurup, seksenli yıllardan beri kullandığı iki Ibanez’inden bahsediyor. Jim Hall ve Wes Montgomery’nin de yıllar boyu tek gitarla çalmış olduğunu hatırlatıyor: “Neticede, bir yere bağlı tellerden güzel sesler çıkarmaya çalışıyorsun. Esas önemli olan elindeki çalgıya mesai harcama”. Belgeselin ilerideki bir bölümünde bu düşüncelerini tamamlayan başka bazı sözlerini de duyuyoruz gitaristin. Örneğin, küçükken sıkıcı bulduğu alıştırmaları artık zevkle yaptığını vurguluyor. “Her gün çalışmazsam, iyi çalamam” diyor ve ekliyor, “Tamamen bana kalsa, sadece evde oturup kendi başıma gitarla vakit geçirmeyi tercih edebilirim.”
Belgeselde gitaristin Berklee yıllarına hızlı bir bakış da var. Joe Lovano ve Steve Swallow ile tanışması, okulun yakınındaki bir kulüpte çalan Gerry Mulligan ile jam sonrası Carnegie Hall için davet alması başlardaki en önemli gelişmeler. Billy Cobham ile turneye çıkmış olmasının kendisini dinleyicilere tanıtan bir gelişme olduğundan kısaca bahsediliyor. Diğer yandan, Charles Mingus’ın bas çaldığı son albüm olacak kayıt için gelen telefonun kendisine büyük bir sürpriz olduğunu öğreniyoruz. Bütün bu süreç ise bir muamma olarak kalmış: “Atlantic’in stüdyosuna gittim, 4-5 saat çaldık ama tek kelime konuşmadık, öylece eve döndüm!” Scofield’ın müzik hayatındaki bir başka önemli olay ise Miles Davis evrenine adım atması elbette. Sürecin Davis’in bir gün çatkapı Scofield’ın bir kulüp performansına uğramasıyla başladığını öğreniyoruz. Set bitiyor, Davis yanına gelen genç gitariste iltifatta bulunuyor. Sıkı bir Davis hayranı olan Scofield heyecanla teşekkür ediyor, “Tüm albümlerini dinledim, müziğine hayranım…” benzeri basmakalıp bir sözle sohbeti pekiştirmeye kalktığı anda ise sinkafı yiyor ve Miles ile “tanışmış” oluyor. Sonrası, üç yıl kadar sürecek bir müzikal birliktelik ve şöhrete açılan kapı. Miles Davis’den öğrendiklerini şöyle özetliyor Scofield: “1940-50’lerden, yani altın çağdan gelen bir müzisyenle uzun yılları turnelerde geçirdim; bu süreçte Miles’dan aldığım en önemli ders, iç sesime güvenmem gerektiği oldu.”
Belgeselde üst üste konser günlerinde izlediğimiz gitaristi bu koşuşturmaya rağmen çoğunlukla dingin bir halde buluyoruz. Bir kere, “Hakkımda ne düşünüyorlar acaba?” endişesini taşıyan genç müzisyen geride kalmış. Öte yandan, gece bitince taksiye atlayıp şehrin altını üstüne getiren John değil, otel odasına dönmeyi tercih eden Scofield var. Evinde alınmış kısa bazı çekimler de müzisyeni sakin bir ruh halinde yansıtıyor. Kitap karıştırırken, gitar çalışırken ya da sonbaharı andıran bir havada, verandada sokağı izlerken görüyoruz. Evcimen biri olduğunu anlıyoruz. Bunda, Scofield’ın muhiti ve yaşı kadar son dönemde yaşadıklarının da izleri var elbette. Genç yaşta kanserden vefat eden oğlunu düşünmediği bir günü var mıdır? Sanmıyorum… Ancak belgesel bu konuya hiç girmiyor. Hatta, görüntülü bir konuşmadan ufak bir alıntı dışında özel hayatındaki ilişkilere dair herhangi bilgi verilmiyor izleyiciye. Eşi Susan Scofield’ın müzisyenin işlerini de takip eden, menejer gibi rolde olduğunu bilinmekte. Ancak, adı geçmesine rağmen, kendisinin belgeselde görüntü vermek istemediği belirtiliyor. Steineck, yaşanan acıların sanata etkisi olabileceğini kabul etmek birlikte, gitaristin yeni müziklerinde bariz bir değişim olmadığını düşünüyor. Ailenin tercihine saygı duyduğunu da belirtiyor. Özel konulara girmenin sansasyon arayışı olarak algılanma ihtimalini bile hesaba katmış kafasında.
Inside Scofield ile yeniden farkına vardığımız bir husus, jazz’ın olmazsa olması canlı performansların müziği şekillendirmedeki rolü. Şöyle diyor Scofield: “Her gece, istediğimiz gibi olur mu, olmaz mı tam emin olamadan çıkıyoruz ama hep en iyisini deniyoruz.” Ve ekliyor: “Beğendiğim büyük müzisyenlerin sevdiğim kayıtlarının her birinde bir tür hata vardır ama bir süre sonra hata gibi gelmez bunlar kulağa… Zaten yanlış duran her şeyi hata olarak düşünsem jazz çalamazdım. Müzik bir anlatım ve duygudur, inen çıkan gamlar değildir.” 1975’ten beri istisnasız olarak neredeyse yılın yarısında turnede olan bir jazz müzisyeni burada konu olan. “Bazen nerede olduğumu unuttuğum olmuştur”, diye ekliyor. “Uçuş iptal olduysa, karadan yol sekiz saat de olsa, arabaya atlayıp gideceksin, konseri kaçırma lüksün yok.” Hayatın her alanında farkı yaratanın bu tür fedakârlıklar olduğunu da vurguluyor bu sözleri. Sorumluluk duygusu, iştah ve adanmayla karışık bir yakıt… Müzisyen adaylarının dikkate alması, belki bunun da ötesinde, örnek alması gereken bir emek ve birikim.
Steineck, kendisini olguları tek tek ele alıp sıralı bir biçimde sunan bir yönetmen olarak görmüyor. Belgeselin stili bu tercihini açıkça belli ediyor. Inside Scofield katı bir soru-cevap mantığı barındırmıyor; gitaristi belli bir mesafeden izliyor, zaman zaman da düşüncelerini dinliyoruz. Duyumsamak ve anlamak üzerine bir film. Scofield’ın jazzı “her zaman yapım aşamasında olan bir müzik” olarak tarif eden sözlerini yansıtmaya çalışmış adeta Steineck. Belgesel keskin nasihatler vermeye de çalışmıyor ama Scofield’dan bir not ile bitirmekte sakınca yok bence: “Nasıl ki iyi konuşabilmek için sadece kelime bilmek yetmiyorsa, jazz da eldeki dağarcığı nasıl kullandığın, kendini nasıl ifade ettiğinle ilgilidir. Elle tutulur hiçbir şey söylemeden çok konuşmak marifet değil.”
Yönetmenin diğer işleriyle ilgili bilgilere https://film.joerg-steineck.com/ adresinden ulaşılabilir.