İstanbul Jazz Festivali’nin bu yıl sadece 25. yılını kutlamıyor, aynı zamanda kendi tarihine, bulunduğu şehre, emektar müzisyenlerini konu eden bir dizi panel de düzenliyor, kavramsal olarak jazz’ın ne olduğunu, ne olacağını, özetle “dahasını” da tartışan bir panelle de bu seriyi (8 Haziran, 19:00, Kaset Mitanni) sonlandırmayı planlıyor. Bu panellerden ilki olan “İstanbul’un Yeni Jazz Hayatı” 5 Mayıs Cumartesi günü Nardis’te, Zühal Focan’ın moderatörlüğünde yapıldı. İlginç ve önemli bir panel olduğunu düşünüyorum. Panele şu anda şehrin jazz hayatında çok önemli üç mekânı temsilen Nardis Jazz Club’dan Zuhal Focan (moderatör ve aynı zamanda Jazz Dergisi’nin Editörü), The Badau’dan Eren Noyan ve Kaset Mitanni’den Turgay Demiryürek’in yanısıra Cazkolik’ten Feridun Ertaşkan çok tecrübeli bir “müdavim”, bir dinleyici olarak katıldı. Tabii ki bu üç mekandan en önemlisi (neredeyse 20 yıllık bir işletme), şehrin jazz tarihinin en önemli yapıtaşlarından biri olan Nardis’in böyle bir panele ev sahipliği yapması ve bizzat sahibesinin de moderatör olması hem nispeten yeni mekânların daha doğru bir tarihsel perspektiften bakılmasına, hem de İstanbul’daki yeni jazz hayatının daha derinlikli kavranmasına imkân sağladı. Panele dair gözlem ve notlarımı aktarmak isterim.
Öncelikle şunun altı çizilmeli: panelde yeralan jazz mekânların bulunduğu semtler (Galata, Beşiktaş ve Kadıköy), kültürel hinterlandları bakımından tarihsel bir tutarlılık göstermekte. Mütareke yıllarından (1918-1922, jazz’ın bu şehre adım attığı ilk yıllar) başlayarak baktığımızda İstanbul’un jazz mekânları iki üç aksın dışında pek bulunmaz. Bunlardan en önemlisi Pera aksıdır ki bunu tarihsel olarak öncelikle Beyoğlu olarak düşünmemiz ama Cumhuriyet dönemindeki şehrin gelişim dinamiğinde Şişli-Taksim-Galata aksı olarak görmemiz gerekir ki Nardis şu anda bu aksın en önemli temsilcilerinden biridir. Tabii ki Mitanni de, Beyoğlu çıkışlı bir mekân olmasına rağmen artık yeni bir kültürel hinterland olarak şekillenmeye başlayan Beşiktaş Çarşı çevresinde Kaset Mitanni olarak yeni sosyal coğrafyada yerini almıştır. Öte yandan Beşiktaş, Ortaköy’e yakın olması nedeniyle Boğaz’ın alt tarafındaki (kabaca Ortaköy-Arnavutköy uzamı diyebiliriz) “geleneksel” hinterland ile dolaylı bir ilişki içindedir. Demek ki Beşiktaş, jazz mekanları anlamında şu anda biraz boşaldığı aşikâr Beyoğlu’nun dinleyicisi için iyi bir alternatif bölge konumuna gelmiştir. Nardis de, zaman içinde yeni bir kültürel hinterlanda dönüşeceğini düşündüğüm Yeni Karaköy’e (yani “Galataport” denen bölgeye) daha da yaklaşacaktır diye düşünüyorum. Bu arada, aksın diğer ucundaki Şişli dediğimiz bölgedeki (bu aksın daha yakın tarihlerdeki uzantısı açılıp kapanan mekânlarıyla Gayrettepe-Levent’e doğrudur) jazz mekânlarının günümüzdeki bazı örnekleri şu anda Nişantaşı-Teşvikiye civarında varlık göstermektedir.

Zuhal Focan & Eren Noyan & Turgay Demiryürek & Feridun Ertaşkan (Photo: Sedat Antay)
Öte yandan, yeni İstanbul eğlence hayatının Anadolu yakasındaki yükselen bölgesi şu anda şüphesiz Yeldeğirmeni’dir. Geleneksel olarak Anadolu yakasındaki eğlence bölgesi aksını Kadıköy-Bostancı uzamında görebiliriz ki bu aksın karakteri pek de değişmeden sürmektedir. Özel olarak jazz mekânları olarak düşündüğümüzde şu anki asıl bölgenin Kadıköy Çarşı civarında olduğunu söyleyebiliriz. Yeldeğirmeni, Kadıköy’e eklemlenerek varolan bölgeyi daha da genişletmiş ve yeni bir kültürel hinterland oluşmaya başlamıştır. Henüz üç yıllık bir mekân olan The Badau çok doğru bir hamleyle, bir çok performans mekânı açılmakta olan Yeldeğirmeni’ndeki jazz’ın öncü mekânı olarak öne çıkmıştır. Velhasıl, mekânlar ve dinleyici, günümüzün çalkantılı siyasal-kültürel ikliminde bile biraraya gelebilmenin yollarını bulmuşlardır diyebiliriz. Bu bağlamda, Beşiktaş ve Yeldeğirmeni İstanbul’daki jazz’ın hayatına sağlam mekânlarla eklemlenmiş ve çok yakın bir zamanda oluşacağını (inşaatlara rağmen çok hızla dönüşen) öngörebileceğimiz Galataport’un lokomotif jazz mekânı Nardis olacaktır diye düşünüyorum.
Feridun Ertaşkan, bir çoğumuzun da gözlemlediğini bir soruna dikkat çekerek panelin tartışma zeminini zenginleştirdi. O da, son yıllarda jazz olarak nitelendirebileceğimiz konserlerin sayısındaki ciddî artışlara rağmen izleyici sayısındaki düşüş, hatta neredeyse utanç kaynağı olabilecek çok düşük konser katılımlarını dile getirdi. Bunun nedenlerinin mutlaka tartışılması gerektiğine haklı olarak dikkat çekti. Bu konuda önemli katkılar yapıldı, tanıtım eksikliği ya da dijital medyadaki bilgi bombardımanı olmak üzere, bazı alışkanlıklara (konsere gitme, gitmeme gibi) işaret edildi. Kanımca asıl mesele biraz daha makro bir sorunsalda düğümleniyor. Köşebaşımda bir jazz kulübü olsa ne yapar eder, en azından ayda bir iki kere giderim ama, eğer dinleme eylemi “nötral” (isminin sonunda “konser salonu” olan) bir mekânda olacaksa ve eğer ortada büyük bir organizasyon (İstanbul ya da Akbank Jazz Festivali gibi) yoksa o konsere kolayca ilgisiz kalabilirim. Zaten, küçük kulüplerin, hatta sadece hoparlörden müzik çalan kahvelerin asıl sırrı tam da burada, kendi tüketicisini, “müdavimini” yaratıyor. Oraya sadece müzik dinlemeye değil bir kültürel çevreye katılmaya, bir sosyal dünyaya karışmaya gidiyorsun. Benzer bir durum, örneğin İstanbul Jazz’ın önemli bir konserinde de ortaya çıkıyor, çünkü oraya gittiğinde uzaktan ya da yakından tanıdığın birileriyle karşılaşacağını, bir toplumsal gruba bağlı olduğunu hissedeceğini biliyorsun. Özetlersem: “yerellik” hissi (tanışıklık, bir bütünün parçası olarak hissetme vs.) ne kadar güçlüyse o konudaki kültürel refleks (konsere gitme arzusu ve eylemi gibi) de o denli artıyor, ne kadar azsa o kadar seyrekleşiyor, zayıflıyor.

Eren Noyan & Turgay Demiryürek & Feridun Ertaşkan (Photo: Sedat Antay)
Paneldeki tartışmalardan çıkarak değinmek istediğim bir başka mesele de şu olabilir. Yahya Dai’nin söz alarak bir müzisyen olarak ifade ettiği “manifestosu” (akademik konferanslarda sıkça karşımıza cinsten upuzun bir “korsan” bildiri kıvamındaydı) özünde çok ciddî bir kaygı içerdiğinden tabii ki çok önemliydi. Her türden müziğe çok kolay erişildiği bu dünyada dinleyici neden konser mekânlarına gelsin ki diye özetleyebileceğimiz bu kaygının nedenlerini anlamak zor olmasa da bundan bir dizi endişe üretmenin pek de doğru olduğunu düşünmüyorum. En azından, Yahya Dai gibi sürekli çalan, her hafta birden çok sahne alan müzisyenler için. Evet, artık müziklere yasadışı “korsan” programlarla ya da yasal ama çok ucuz araçlarla (“streaming” servisleri gibi) dijital mecralardan ulaşmak çok kolay ama bu düşünüldüğü kadar kötü bir şey mi? Yasadışılığı tabii ki savunmuyorum ama örneğin Apple Music’deki gibi inanılmaz bir arşive, örneğin öğrenciler için ayda 5 TL gibi çok cüzî bir ücretle ulaşabilmek gerçekten “anti-müzik” bir dünya mı yaratıyor. Hiç sanmıyorum. Aksine, meraklısı için müzikler çok daha kolay erişilebilir oluyor ve bunun da neticesinde hem nicel (daha fazla potansiyel dinleyici), hem de nitel (daha kaliteli dinleyici profili) anlamda artışların olması kaçınılmaz bir hâle geliyor. Ve ilaveten, bu kadar çok “donmuş” (kayıt denilen şey aslında belirli bir zamanda yapılmış bir performansı dondurmaktan başka bir şey değil) müziği dinleyenlerin “canlı” olana ilgisinin artacağını da varsayabiliriz. Çünkü, müzik, özellikle konser ortamında bir törensellik de içerir, bir tür ayindir. İşte tam da bu nedenle, mesele böyle bir tecrübeyse, bir törensellikse, hiç bir aktivite (tek başına kulaklıkla müzik dinlemek gibi) küçük kulüplerin, jazz mekânlarının rakibi olamaz. Yakın, sıkışık bir düzende, törensel bir ilgiyle (fanlık gibi) dinlenen, daha doğrusu “yaşanan” canlı müziğin asıl itici gücü sahnedeki müzisyendir. O müzisyen ne kadar “canlı” ise o müzik o kadar uzun süre can bulur, varlığını südürür. Jazz’ın esas mekânları stüdyolar değil, sahnelerdir.
Son olarak, tek bir cümleyle özetlersen bu panelden ne öğrendin derseniz size şöyle bir cevabım olabilir. Çok da uzak olmayan zamanlarda pek bir değer verilen, gençlerin, öğrencilerin dünyasıyla hiç ilgilenmeyen, kerameti kendinden menkul o sahte “quality-jazz” nosyonunun ne kadar geçersiz olduğunun bir dışavurumuydu bu panel. Nardis, zaten hiç bir zaman bu akıma kapılmamıştı. Şu anda bile öğrenciler için kapıda ödenmesi gereken paranın 25 TL olduğunu sevinerek öğrendim. Ayrıca, kimseye bir şeyler yemesi, içmesi yönünde bir baskı yapılmıyor. Bu da nereden çıktı diye sormayın, o meş’um q-jazz mekanlarında mekanda kaldığınız sürece bir şeyler tüketmek ve daha da fazla hesap ödemek zorundaydınız! Daha bir öğrenci mekânı olarak bilinen Mitanni, ilk başta, yani altı yıl önce kapıda 5 TL alarak bu işe başlamış, şu anda ise ücret 20 TL, Nardis’ten sadece 5 TL daha ucuz. Tüm bunların bize işaret ettiği tek bir hakikat var: İstanbul’un jazz hayatının can verdiği falan yok, özellikle genç izleyicileriyle ışıyor bu dünya. Öğrencisi, genci, yoksulu, parasızı, hatta evsizi olmayan bir jazz’ın geleceği yoktur, olamaz. Bu vesileyle İKSV’ye bu panel serisini düzenlemekte öncü olduğu için tekrar teşekkür etmek isterim. Umarım bu iş sadece bu yılla sınırlı kalmaz, önümüzdeki yıllarda daha da kapsamlı içeriklerle devam eder.