Üzerinden uzunca bir süre geçti ama İstanbul Jazz Festivali’nin 25. yılı bağlamında gerçekleştirilen paneller dizisi üstüne bir şeyler yazmak için geç kalındığını söylemek asla mümkün değil. Çünkü, bence ilk kez bir sosyal kurum olarak “İstanbul Jazz Festivali”, bu paneller yoluyla kendi tarihini, İstanbul, hatta Türkiye bağlamında jazz’a yaptığı hizmetleri tasnif etmeye, anlamaya, irdelemeye başladı. Fikrî şekilenmesinde az biraz payım olduğu için hem sevindim, hem de çok şey öğrendim bu toplantılardan. Üstelik, panellerin videoları festival tarafından kalıcı bir şekilde internet üzerinden erişime açıldı ve böylece ilerde bu konularda çalışacak araştırmacılar için önemli bir arşiv niteliği de kazandı. Şehirdışında olduğum için ne yazık ki katılamadığım üçüncü panel (Hülya Tunçağ moderatörlüğünde, jazz’a yıllardır müzisyen ya da hoca olarak katkı sağlayan “emektarlar” ile gerçekleştirilen) hariç, bizzat moderatörlüğünü yaptığım iki panel hakkında yazmak istiyorum. Zuhal Focan moderatörlüğünde yapılan “İstanbul’daki jazz hayatı” başlıklı ilkine dair de daha önce yazmıştım zaten. Aslında, birbirini tamamlayan bu panellerin ve bir bütün olarak bakıldığında İstanbul’daki jazz hayatına ve tarihine dair önemli ipuçlar sağladığını özetle söyleyebiliriz. Yine de moderatör olarak katıldıklarıma dair daha kapsamlı yazmak istiyorum.

Türkiye Jazz Sahnesinin Emektarları İle Söyleşi (Photo: Ozan Şahin)
Benim açımdan en ilginç panel, 19 Mayısta The Badau’da yapılan, İstanbul’daki jazz festivallerine dair tüm önemli isimlerin katıldığı, “İstanbul Jazz Festivalleri Tarihi” olarak isimlendirilendi. Bu panelde neler konuşulduğuna dair festival tarafından erişime açılan videoyu izlemenin yanısıra metin olarak yayınlanan iki önemli arşiv bilgisini de paylaşmak isterim. Panelin ilk konuşmacısı olan Emin Fındıkoğlu, en tatlı hâliyle, orada söyleyeceklerini zaten yazdığını söyleyerek konuşmasını pek de uzun tutmadı. Nitekim, T24’de yayımlanan “Jazz festivallerinin başlangıcı” isimli yazısına http://t24.com.tr/yazarlar/jazz-ve-dahasi/jazz-festivallerinin-baslangici,19557 bakıldığında Emin Bey’in, o bilinen titizliğiyle, bir çok başka konuya değinse bile alsa odağını yitirmeden genel direktörü olduğu Bilsak Jazz Festivalini kapsamlı bir dille anlattığını gözlemliyoruz. Festivaller tarihi açısından çok önemli bir belge olduğu aşikâr Fındıkoğlu’nun yazının yanısıra, panelin bir diğer önemli konuşmacısı olan ve uzunca bir süre İstanbul Jazz Festivali’nin direktörlüğünü yapan Görgün Taner’in, panelde çok daha detaylandırarak anlattığı meseleleri kısa ama sistematik olarak özetleyen “İki kuşak bu festivalle büyüdü” isimli yazısını http://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/iki-kusak-bu-festivalle-buyudu-40873772 da bakmanınızı öneririm. Panelin bir diğer önemli konuşmacısı ise Ahmet Uluğ idi. Yıllar içinde çok önemli bir festivale doğru evrilen ve aslında İstanbul Jazz’dan tarih olarak çok az bir süre önce başlayan Akbank Jazz Festivaline dair çok önemli bilgiler paylaştı. Ve son katılımcımız olan ve Pelin Opçin’in bu yıl Londra Jazz Festivali’ne gitmesinden sonra İstanbul Jazz Festivali direktörlüğünü devralan Harun İzer de konuşmasında bundan sonrasına, festivalin gelecekteki ufkuna dair önemli ipuçları sağladı konuşmasında.
Paneldeki konuşmalar bir bütün olarak düşünüldüğünde, bir çok tartışılan mesele (özellikle festivallerdeki “jazz” içeriği ki, panelden anladığım kadarıyla, biteceğini hiç sanmıyorum) bir yana, iki önemli olgunun altının çizilmesi gerektiğini anladım. Ankara ve İzmir’in önemini, jazz’a özellikle müzisyenler ve mekânlar olarak verdikleri katkılarını unutmadan ve küçümsemeden yazıyorum; mesele “öncülük” ise, Türkiye’de jazz dahil bir çok müzik hareketini başlatan ve sürdüren bir şehir olarak İstanbul’un ne kadar önemli hemen anlaşılıyordu. İçinde İstanbul sözcüğü olan bir vakfın, İKSV’nin “Müzik Festivali”nin (hâlen devam eden ve artık bir Batı Klasik Müziği Festivali olarak devam eden) bizatihî içinden doğmuştu “Jazz Festivali”. Jazz gibi, müzikal yapısı itibariyle global ve “melez” bir müziğin kozmopolitan bir metropolde çıkmasına tabii ki şaşırmamak lazım ama jazz’ın bu şehirde çok sağlam “kurumsal” kökleri, mekânlarda süreklilik eden bölgeleri, kesintilere uğrasa da asla yok olmayan bir tarihi ve İstanbul müzik kültürüne tartışılmaz katkıları var. Bunun ötesinde, bu işi kotaranların, sosyolojik anlamında yazıyorum, aynı kültürel cemaatin üyeleri olduğunu görmemek de mümkün değil. Örneğin, Ahmet Uluğ, kağıt üstünde rakip olmalarına rağmen, Görgün Taner’i kastederek İstanbul Jazz’dan en ufak bir engelleme olmadığını, aksine her daim yardımda bulunulduğunu anlatırken aynı “arkadaşlık” çevresinde olunduğuna işaret ediyordu. Son olarak, “klasik” müzik ile “jazz” arasında İKSV bağlamında bir kıyaslama yaptığımızda şunu da belirtmek durumundayız. İstanbul Jazz Festivali direktörlüğünden İKSV’nin, yani tüm faaliyetlerin başına geçen kişi de Görgün Taner olacaktı. Demem o ki; aslında “jazz”, İKSV’nin özgül ağırlığı açısından belli ki en önemli faaliyeti.

İstanbul Jazz Festivalleri Tarihi (Photo: Ozan Şahin)
Türkiye’de jazz, kim ne derse desin, belki bir elitin (“seçkinler” anlamında kullanıyorum) değil ama başından sonuna entellektüel (“seçkin” olmasa da “önemli” anlamında kullanıyorum) bir birikimin de müziği. Yerli ya da yabancı popüler müzik dinleyenleyenler için, müzikte bir “üst-seviye” neticede “jazz” oluyor. Klasik Batı Müziği için bunu söylemek artık mümkün değil. Bu yazı çerçevesinde bu iddiamın altını doldurma, argümanlarımı açıklamak istemiyor, sadece kısa bir not olarak belirtiyorum. Yine bu bağlamda, Emin Fındıkoğlu’nun Bilsak Jazz Festivali’ni kotarırken öneminin altını özellikle çizerek Mustafa Kemal Ağaoğlu’ndan sitayişle söz etmesi çok önemliydi. Çünkü Ağaoğlu, jazz’dan çok edebiyat diye özetleyeceğimiz bir sol-entellektüel faaliyetin önde gelen isimlerinden biriydi. Gerek Yazko (Yazarlar Kooperatifi ki sadece edebiyat ve çeviri dergileri değil, felsefe dergisi de yayımlamış 1980 Darbesi öncesi dönemin önemli bir yazar birlikteliğidir) gerekse 12 Eylül’den sonra kurulan Bilsak (Bilim Sanat Vakfı ki 12 Eylül sonrasının siyaseten çok kısıtlanmış dünyasında düzenlediği konferanslar, toplantılar ve jazz festivali gibi kültürel etkinliklerle önemli bir rol oynayacaktır) başlıbaşına kültür tarihi araştırmalarında çok önemli dönüşümlere işaret eden yapılanmalardır. Konumuz jazz olduğu için özetleyerek ama öneminin altını özellikle çizerek söylersem, Türkiye sol-entellektüellerini jazz ile buluşturan kişi, ne yazık ki çok erken bir yaşta kaybettiğimiz Mustafa Kemal Ağaoğlu olmuştur. Sadece bu nedenle bile Bilsak Jazz festivali, entelleküel tarihimiz açısından, çok önemli bir döneme ve dönüşüme noktasına işaret eder. Böylece “jazz”, popüler bir Amerikan müziği olarak algılanmaktan çıkıp popüler olmasına rağmen “kaliteli” müzik kategorisine yükselmiş, deyim yerindeyse, Türkiye solu için “mutenalaşmıştır”. 1980’li yıllarda birbiri ardına yayımlanan jazz dair kitaplara bir bakın, bulacağınız kölelik ve sömürü hikayeleri ve jazz’ın aslında “ezilenlerin” müziği olduğuna dair “sol” bir perspektiften şekillenen ifadelerdir. 1980’lerde yükselişe geçen jazz festivallerini bu dönüşümün dışında düşünmenin imkânı olmadığı kanaatindeyim.
Gelelim dördüncü ve son panele, bir moderatör olarak beni hem endişelendiren hem de heyecanlandıran bu toplantı 8 Haziranda Kaset Mitanni’de yapıldı. Konusu tam anlamıyla bu işin (jazz’ın) “dahasına”, “ötesine”, “sonrasına” doğru tanımlanmıştı. Belki bu soruların hiçbirine doğrudan cevap veremedi ama ilintili meseleler üstüne düşünmemiz açısından ufuk açıcı bir toplantı olduğunu düşünüyorum. Panele Türkiye’de Jazz Belgeselinin yapımcısı olan Batu Akyol dışında jazz’ın “ötekisi” ile doğrudan ilişki içinde olan, jazz dahil onu sarmalayan “komşu” müziklerle iştigâl eden iki genç katılımcı (genç müzisyen Bidar ve Kabak&Lin plak ve organizasyon şirketinden yine genç biri, Onur Çelikkol) ve ilaveten, tüm katılımcılara “genç ve öte düşünce” olarak tur bindirecek kapasitede bir isim olan Okay Temiz katıldı. Bir yanda genç ve parlak bir müzisyen olan Bidar (vokalist, piyanist, besteci ve bana sorarsanız kendi müziğini tanıtma açısından iyi bir tanıtıcı, “promoter”), öte yanda geçen yıl, Caprice Records tarafından İsveç Jazz’ına dair yayımlanan 8 CD’lik derlemede başlıbaşına bir CD olarak yayımlanan Sevda’nın en önemli isimlerinden biri olan Okay Temiz. Sevda, tabii ki Maffy Falay tarafından kurulup (bkz. Serhan Yediğ ile söyleşi, 1 Eylül 2012, Hürriyet– http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/abba-kadar-unlu-olmustuk-21354913) bir çok İsveçli müzisyenin yanısıra o sıralarda İsveç’e henüz gelmiş olan Okay Temiz’in de yer aldığı, plak şirkenin tanıtımına bakarsanız (https://musikverket.se/capricerecords/artikel/sevda-exclusive-collectors-edition), İsveç’te o güne (1972) kadar kurulmuş en önemli etnik jazz grubudur. Maffy tarafından da kurulmuş olsa, misyonu bakımından bu işi tam olarak benimseyen ve daha sonra Oriental Wind ile bu “etnik sesi” sürdüren, bu işten asla vazgeçmeyen Okay Temiz olmuştur.

Jazz ve Dahası (Photo: Ozan Şahin)
Aslında Okay Temiz, en başından itibaren asla “anaakım” bir jazz anlayışı içinde olmayan, aksine jazz ile “komşu” müzikleri her daim bir araya getirmeyi amaçlayan, tüm müzikal kariyerini bu anlayışa şekillendiren ve tabii ki Türkiye jazz tarihi için, etnik jazz anlamında “öncü” olarak düşünülmesi gereken bir isimdir. İsmet Sıral da, yaşamının son yıllarındaki çalışmaları düşünüldüğünde, Temiz’in izlediği izleği belki de ilk oluşturan bir “öncü” olarak hatırlanmalıdır. Sıral çok daha avangart bir sesin peşindeyken, Temiz daha popüler bir etnik jazz sesini oluşturmaya çalıştırmış, oluşturmuştur da. Panele de, kaçınılmaz olarak Temiz’in anlattıkları (“komşu” müzikleri kullanması, bu nedenle jazz çevreleri tarafından eleştirilmesi) damga vurdu. En azından benim için. Çünkü gerek Bidar, gerekse Onur Çelikkol’un çok mütevazı bir dille anlattıkları kişisel serüvenlerinin mümkün olabilmesi (günümüzde böyle tartışmaların, eleştirilen kalmadığını, kalsa bile sadece çok daha küçük bir grup tarafından benimsendiğini düşünüyorum) için, Okay Temiz gibi bir öncünün bu “yolu” (etnik de dahil komşu müziklerle alışverişi) çok daha önce başlatmış olması, yolu “temizlemiş” olması gerektiğini anlamak durumundayız. Bu yol öyle de kolay açılmadı. Türkiye’de Jazz belgeselini tekrar hatırlayalım, orada konuşan ve çoğu eski kuşağa mensup bir çok müzisyen (evet, aralarında daha genç olanlar da vardı), en azından o günlerde, böyle çabaları hiç hoş karşılamamıştı. Açıkça yazalım: çoğu için avangart jazz, jazz’a ihanetten başka bir şey değildi, etnojazz fikrinden ise asla hazzetmiyorlardı. Bu noktada da, bir belgeselci olarak Batu Akyol, kendi çalışmasından örnekler vererek bu işin “nedenlerine” önemli ölçüde ışık tuttu.
Jazz’ın dışında olan yerel sanatçılarla çalışmanın ne denli önemli olduğunun tekrar altını çizmem gerekiyor. Bu, olsa olsa jazz’ı zenginleştirir. Sadece bir örnek olsun diye, benim de moderatör olarak yönlendirmemle, bu panel bağlamında, bizim hiç bilmediğimiz ama Sevda grubunda çalarken İskandinavya’da harikalar yaratan bir yerel müzisyen olan Bodrum, Yalıkavaklı kemancı Salih Baysal’ı da tanıma, hatırlama ve saygı duyma şansımız oldu. Temiz, konuşmasında çok fazla anlatamadı ama bu “köy kemancısının” (“köy”ü asla küçümsemek için yazmıyorum, sadece durumu özetliyorum) ne denli etkili olduğunu anlamak için İngilizce (bir örnek olarak bkz. https://www.chicagoreader.com/Bleader/archives/2012/10/12/jazz-turkish-pioneers-sevda) ve İsveççe kaynaklara ve kendi ismiyle yayınlanan “The Myth” isimli plağa bakmak yeterli olacaktır. Tekrar ediyorum, mesele Okay Temiz’in yaptığı müziği beğenmek ya da beğenmemek değil; aksine önemli olan Türkiye’de ancak son on yılda kabul gören etnik dokunuşlara, komşu müziklere, yerel sanatçıların da içinde olduğu seslere yönelebilecek bir jazz konusunda nasıl öncü bir müzisyen olduğu. En azından İskandinavya için bu yaklaşımın kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Örneğin Don Cherry, bu konuda, bizim bir çok müzisyenimize göre çok daha “açık” biri olup, her daim Türkiye müzikleriyle ilgilenmişti. Bu ve benzeri durumları analiz etmek en çok bu yaklaşıma muhalif olanlara düşüyor.

İstanbul’da Jazz Hayatı (Photo: Ozan Şahin)
Son söz olarak şunu söylemek istiyorum. Bu panel serisinin Türkiye jazz tarihini anlama yönünde ne kadar faydalı olduğunu anlatabildiysem ne mutlu bana. Söz verildiği için yapılacağını varsayarak gelecek yılki panelleri dinlemek için şimdiden heyecanlandığımı da söylemeden edemeyeceğim. Yine bana danışırlarsa, aklımda ne deli konular var bilemezsiniz.