Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nin bu sene üçüncü kez düzenlediği ‘1 Festival İzmir’ son gününde. Tüm konserlerinin biletleri tükenen festival, Fransız funk, jazz, soul grubu Electro Deluxe ile kapanıyor.
WootenChambersFranceschini’den sonra heyecanla beklediğim bir diğer konser, tam benim kalemim müzik. Türkiye’ye defalarca geldiler ama daha önce hiç canlı dinleyememiştim. Bir şekilde seveceğimi biliyorum ama beni esas meraklandıran, kolay kolay dinlediği bir müzik ya da izlediği bir canlı performanstan heyecanlandığını görmediğim için artık müzik sevmediğine ikna olduğum bir müzisyen dostumun, “Canlıları çok iyi!” demiş olmasıydı. Ona bunu dedirtecek ne olabilirdi ki?

Electro Deluxe (Photo: Fatih Bilgin)
İlk iki parçada bunun cevabını arıyorum. Performanslar etkileyici, sahnede sapasağlam bir müzik var. Bir an bile temposu düşmeden çalan 10 davulcu gücünde Arnaud Renaville ile birlikte müziğe groove’unu veren bas gitarist Jeremie Coke, Rhodes’uyla müziğe enfes bir tad katan klavyeci Gael Cadoux, gitarlarda Nord Electro 3, yalnız çalışlarıyla değil şovlarıyla da müziğe nefes katan; tenor saksofoncu Thomas Faure, trompetçi Vincent Payen ve tromboncu Bertrand Luzignant; hepsi taş gibi çalıyorlar. James Copley müthiş bir front man. Şeytani bir cazibesi var, ‘poker’ değil ama kesinlikle bir ‘joker face’i var, özgüvenli, komik, bedenini çok iyi kullanıyor, seyirciyi avcunun içine alma becerisine sahip, olağanüstü derecede enerjik, sizi bir an bile boş bırakmıyor ve çok da iyi bir şarkıcı. Cevap çok gecikmeden geliyor, dünyada bu müziği yapan tonlarca grup var, Electro Deluxe’ü farklı kılan ise bu müziği canlandırıyor ve yaşatıyor olmaları. İyi çalıyor olmaları işin sadece bir bölümü, zaten olması gereken ve beklenen, ama bize sunulan sadece bir konser değil, bir şov. Müzik bunun çok sağlam bir parçası ama ses de, danslar da, seyirciyle iletişim de öyle. All Alone’da şarkının arasında seyirciye sesleniyor: “Korku ve nefret dolu bir dünyada, şimdi biz, burada, birlikte hepsini bırakacağız” ve şarkı devam ediyor: “Got to let it go, you’ve got to let it, let it go”(Hepsini bırakmalısın, hepsini, hepsini bırakmalısın”) . Tüm salon dört bir ağızdan söylüyor, birlikte. Sanıyorum anahtar kelime bu, ‘birlikte’. Hepimiz sahnede olan bitenin parçasıyız artık.
Biraz daha groove’lu, salınmaya müsait bir parçayla devam ediyorlar. Solist seyirciyi ayağa kalkmaya davet ediyor. Cılız bir hareketlenme oluyor ama arkadakiler kalkmayınca herkes tekrar yerine oturuyor. Sonra genç bir kızın sahne önüne gelip dansetmeye başlamasıyla gençler koridorları dolduruyorlar. Doğal olarak ben de kalkıyorum, zaten bir düşünmedim de değildi, “Bu konser oturarak nasıl olacak?” diye, olmayacakmış meğerse. Yaş ortalamasını biraz yükseltmiş olabilirim ama benim ruhum genç. Sahnede ciddi bir funk var. Nefesliler, Rhodes, wah-wah gitar, binmişler davulla basın sırtına uçuyorlar. Solist bir an bile durmuyor, şarkı söylemese dansediyor, seyirciye laf atıyor, klavyecinin üç ve dördüncü eli oluyor. Salonun ortası ve arkaları hala oturuyor. Vazgeçmiyor onlara sataşmaktan, ta ki tüm salonu ayağa kaldırana kadar. Her seferinde başka bir yerden giriyor konuya, küstah ya da zorlayıcı olmaktan o şeytani cazibesi kurtarıyor onu. Kimsede ‘Kardeşim ben koltuk satın aldım, oturacağım işte, beni rahat bıraksana. Önümdekiler de otursun artık, bir şey göremiyorum’ ifadesi yok. Herkes otursa da tepinse de eğleniyor, herkesin yüzünde bir gülümseme.
Geliyor bir gaza getirme seansı daha. “Bu şarkının adı Liar. Liar benim, içimde biriken negatifliği dışarı atma biçimim çünkü hayatımızda sevgi ve coşkuya yer açmamız lazım. Hepiniz bir yalancı tanırsınız, biri elbet size yalan söylemiştir, bu bir kadın ya da erkek olabilir, patronunuz veya bir politikacı… Hepimize yalan söylendi, ben bu rezilliği içimde tutamam, dışarı çıkarmalıyım. Şimdi bir parmağınızı havaya kaldırıp benimle birlikte ‘Liar’ (Yalancı) diye bağırmanızı istiyorum.” Salonun halini bir düşünün. Defalarca, hep bir ağızdan, daha kuvvetli, tekrar. İş yavaş yavaş bir ayine dönüşüyor. Parça bittiğinde, yüzlerdeki sırıtışın yanı sıra bir de arınmışlık hali var seyircide.

Electro Deluxe (Photo: Fatih Bilgin)
Nefeslilerin seslendirdiği, gayet dansedebilir melodisiyle salonu bir sağa bir sola dalgalandıran parçanın adı Devil ama ismiyle müsemma, beklenmedik şeytani yükselişleri var. Zaten Electro Deluxe’ün düzenlemeleri tekdüze olmaktan uzak, aynı parça içinde formlar, ritmler değişiyor. İyi müzisyenlik ve şova ilaveten, bir de iyi müzik. Yok artık! Çok oluyorsunuz ama, demeye kalmıyor, nefesliler solo almaya başlıyor. Ground’da yer ayağınızın altından kayıyor. Ayağımızın! Gael Cadoux Nord Electro 3’le çaldığı wah-wah ile sazı saksofon ve trombondan alıyor, basın nefesi ensesinde, sonra gelsin sorular, gitsin cevaplar, ünisonlar. Bu adamlar çok iyi dostum! Muhteşem bir müzik ziyafeti var sahnede. Bir sonraki parça Paramount’da, solist şarkı söylemiyor ama yine başrolde ve başka muzurluklar peşinde. Rhodes soloya çeşitli katkılarda bulunuyor, hem müzikal hem de görsel.
Tempo hafifçe düşüyor. Yüzlerini funk’tan, funk jazz’a çeviriyorlar. Soul-funk Oh No’da piyanodan ilk defa bir jazz solosu dinliyoruz. Bu parçada James Copley’nin şarkıcılığının lezzeti daha iyi anlaşılıyor. Soul ve jazz söylemek ona çok yakışıyor, diğer parçalarda da iyi bir şarkıcı olduğu gayet net bir şekilde ortada ama sesinin önde olduğu parçalarda değip değil, delip geçiyor (çok mu arabesk oldu?) Ardından vokal, piyano ve trombonla akustik olarak Circle of Light’ı seslendiriyorlar, pek balad insanı sayılmam ama söyleyişiyle dinletiyor. Sesinin tonuyla değil ama söyleyişindeki tavırla biraz Prince’in Sometimes It Snows In April’ini hatırlatıyor bana.
Yavaş parçada solist herkesi bir süre oturup dinlenmeye davet ediyor, buna ihtiyacım vardı doğrusu. Uzun bir oturma olmayacak ama. Bir sonraki parça, orta tempolu Heaven’ın sonlarına doğru seyirci işin içine katılıp ‘beni tekrar edin’ oyunu oynanınca tempo yükseliyor, müzik yükseliyor, seyirci yükseliyor. Hoop, herkes yine ayakta. Nefesliler yine çok fena bu parçada; trombon, trompet, saksofon nefesleri kesiyor, çığlık, alkış, kıyamet.

Electro Deluxe (Photo: Fatih Bilgin)
Sahnedekilerde en ufak bir yorulma emaresi yok, nereden buluyorlar bu enerjiyi? Özellikle de solist ve davulcu. Tamam hepsi enerjik ama o ikisininki bayağı bir fiziksel kondüsyon istiyor. Kendilerine bayağı iyi bakıyor olmalılar. Eğer konserden sonra otel odamda uyuya kalmasaydım, onlara katılıp bunu kendilerine soracaktım ama kaç günün yorgunluğu, kaçırdım gazetecilik fırsatını.
Ben sanki bunu sormamışım gibi tempo yükseldikçe yükseliyor. Keep My Baby, Twist Her… Artık nefesliler çalıyor, seyirci tekrar ediyor. “İstanbul’dakiler daha güçlü söylüyorlar. Paris’tekiler daha çok ses çıkarıyorlar! Bir kez daha!” James fena halde gaza getiriyor, zaten çığrından çıkmış seyirciyi. Hareketsiz bir beden bile yok içerde. Eye For An Eye, tam bir kaptırmaca parçası. Bir itirafta bulunuyor. “Daha şimdiye kadar hiçbir şovu oturan bir seyirciyle bitirmedik” , hiçbir zaman. Hadi kaldırın popolarınızı. Bırakın kendinizi. Özgürlük bu işte”. Oturan tek tük seyirci de sonunda ayağa kalkıyor. Bütün salon ayakta, zıplıyor, eller çırpılıyor, dörde kadar saydığında herkes hep bir ağızdan bağırıyor. Salondan stadyum seyircisi sesi çıkıyor. Bu adamdan iyi politikacı olur, kitlelere hükmetmeyi biliyor. Ama ‘telefonunuzu biraz kaldırın ortadan, ömrünüz onun ekranına bakmakla geçiyor, bırakın ve gözlerimin içine bakın’ gibi mesajlarla bu biraz zor.
Uzun zamandır izlediğim en coşkulu, en eğlenceli şovdu, müzikal tatmin de cabası. Onlar da biz de yüzümüzde yorgun bir gülümsemeyle ayrılıyoruz mekandan. Benimki daha çok sırıtış çünkü birazdan grupla sohbet de edeceğim, bu izlediğim şeyi bir de onlardan dinlemek istiyorum. Tabii, otele gider gitmez uyuyakalacağımı henüz bilmiyorum.