BİZİM JAZZ’CILAR
Dolunay Obruk, söz yazarı, besteci ve jazz yorumcusu. Ayrıca profesyonel grafik tasarımcı. Müzik sevgisini ailesinden aldı. Şarkı söylemeye bağlama ve klavye çalan babasına eşlik ederek başladı. İlk sahne deneyimini ortaokulda yaşadı. Jazz’a üniversite yıllarında başlayarak Emin Fındıkoğlu ve Neşet Ruacan gibi birçok usta isimle çalıştı. Ona göre, “jazz bir müzik değil, o bir düşünme biçimi. Özgürlük alanı. Sanat insan için bir özgürlük alanı”.
Dolunay Obruk’un ilk çıkardığı CD, ilk kayıt projesi, Barış Manço’nun “Lambaya Püf De” şarkısı oldu. Bu kayıt, hafif elektronik alt yapılıydı. En sevdiği sanatçılardan birinin Barış Manço olması sebebiyle bu onun için özel bir proje oldu. Ayrıca kayıttan önce şarkının sözlerine ekleme de yaptı. Daha sonra “Yalnızca” albümünü hazırladı. Bu albümdeki “İstanbul” adlı parça NTV’nin “İstanbul Kafası” adlı programında kullanılıp, çok fazla takip edilip dinlenince, şarkının ismini “İstanbul Kafası” olarak değiştirdi. Albüme de bu şarkıyı biraz daha akustik, biraz daha gitarlı bir versiyon olarak kaydederek çıkardı. Bu arada Ozan Musluoğlu’nun “My Best Friends Are Vocalists” albümünde, yine “Yalnızca” albümünden “Alıştırıyorum” isimli şarkısı, sololarda Neşet Ruacan ve Şenova Ülker’in olduğu özel bir versiyonu var. Son kaydı ise bir İstanbul türküsü. Tarihte Etta James’ten Zeki Müren’e kadar bir çok önemli ismin söylediği, hatta 1960’ta Amerika’da listelere giren, “Katibim Türküsü” oldu. Obruk, şimdilerde ise yeni albüm hazırlığında.
Dolunay Obruk, NTV Radyo’daki “Bizim Cazcılar” programımda Yalnızca isimli albümündeki “İstanbul Kafası” ve “Bakkal” şarkılarını çaldı. Albüm dışı kayıtlarından ise, anonim eser olan “Katibim Türküsü” ve kendi yazdığı “Aşık Olmak İstemem” parçalarını çaldı. Dilerseniz söyleşiye eşlik etmesi için bu şarkılardan birini seçip, açabilirsiniz.
Müziğe Başlanmaz, Müzik Gelir
Nasıl bir çocuktunuz, müziğe nasıl başladınız?
Benim yaptığım gözlemlerle söylüyorum, müziğe başlanılmıyor. Müzik zaten geliyor. Pakette hazır, içinden çıkıyor. Müzik sevgisi büyüyebiliyor. Bu da yaşadığınız koşullarla ilgili. Ailenizin müzikle olan ilişkisiyle ilgili. Benim babam evde bağlama ve klavye çalardı. O çalardı, biz söylerdik. Müzik dolu bir evdi. Kompakt diskler çıktığı zaman koşup gidip babam eve CD Player aldı. Şimdi bunları takip eden birileri olduğu zaman ailenin içinde, “müzik hayatımızın bir parçası” diye devam ediyor. Algılar da ona göre değişiyor. Etrafınızda gördüklerinizi, duyduklarınızı hayatınızın bir parçası haline getiriyorsunuz. Ona göre bakıyorsunuz dünyaya.
Neler yaptınız, ilk sahne deneyiminiz nasıldı?
Kendimi bildim bileli okul korolarında mutlaka vardım. Hatta ilkokul ve ortaokul zamanlarında klavye çalıyordum. Ödev olarak verilen parçalara oturup söz yazıyordum. Hemen onu başka bir şeye çevirme merakım vardı. Bir şeyleri başka şeyler haline çevirme merakım zaten sonradan limitsiz şekilde devam etti. Hep şarkı söylerdim. Mesela ortaokul döneminde profesyonel olarak sahneye çıkıp, emeğimin karşılığını da nakit olarak aldım. Çok özel bir projede yer almıştım. Timur Selçuk’un çalıştırdığı bir koroyduk. Gençlik Korosu. Dolmabahçe Sarayı’nda çok önemli sanatçılarla sahneyi paylaştık. Cumhuriyet tarihinden günümüze bir kronoloji vardı ve sahnedeki en olgun sanatçı Safiye Ayla’ydı. Sahne hayatıma böyle enteresan bir şekilde başladım.
Bu kadar müzikle iç içeyken grafik tasarımı okuma fikri nereden çıktı?
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Grafik mezunuyum ben. Mezun olduğum yıllardan beri de serbest olarak grafik tasarım yaptım, hala yapıyorum. Bu insana çok başka bir vizyon kazandırıyor. Fakat sanatta kompozisyon hep aynıdır. Müzik olsun, resim olsun, heykel olsun kompozisyon kompozisyondur. Dolayısıyla insanın düşünce ve bakış açısını zenginleştiren bir eğitim. Müzik eğitimi öncesinde de vardı. Ondan sonra da gerçekleşti. Jazz üzerine çalışmalarım grafikten sonra gerçekleşti. Aşağı yukarı aynı dönemler diyebilirim.

Dolunay Obruk (Photo: Cenk Aşan)
Jazz Bir Özgürlük Alanı
Peki, jazz’cı nasıl oldunuz?
İşte bu en korktuğum soru. Klasiğe çok hayranımdır. Ben aryalar söyleyeyim, yer gök inlesin falan çok hoşuma gidiyordu. Fakat sonra bir gün bana ne oldu bilmiyorum. Bir özgürlük meraklısı oldum. Tehlikeli bir şekilde. Sonra bir baktım ki jazz bir müzik değil jazz bir düşünme biçimi. Jazz bir özgürlük alanı. Sanat insan için bir özgürlük alanı! Toplumsal kuralların, çeşitli yaptırımların etki etmediği bir alan sanat. Korunmuş bir alan. Ve müzik kategorileri içerisinde de buna en yakın bulduğum alan jazz oldu. Müziklerle insanların kategorilere ayrılmasına karşıyım. Anlamsız buluyorum. Tanımlamaları anlamsız, boşa giden enerjiler olarak görüyorum. Onun yerine birbirimizi anlamaya çalışıp, farklı disiplinler arasında ilişki kurmaya vakit ayırsak çok daha verimli sonuç alırız. Jazz’la ilişkim, Bilgi Üniversitesi’nin (o zaman açıktı Jazz Performans Bölümü) orada başladı. Orada çok değerli dostlarım, hocalarım oldu. Emin Fındıkoğlu’yla uzun zaman birlikte çalıştık. Neşet Ruacan ile beraber çok proje yaptık. Bu ustalar jazz tarihimizin çok önemli insanları. Ve çok faydasını gördüğüm, nasıl teşekkür etsem bilemediğim şahane insanlar.
Grafik tasarımcı, söz yazarı ve jazz’cısınız… Tasarımla müziği birleştimişsiniz. Nasıl oluyor bu, anlatır mısınız?
2012’de Güney Kore’de EXPO için 2 konser verdim. Türkiye’yi temsil eden bölümün bütün grafik tasarımını da ben yapmıştım. Logosundan broşürlerine kendi konser afişime kadar her şey. Sonra programın jazz kısmına dahil oldum. Ekiple gidip bir de orada diğer kimliğimle konser verdim. Teknoloji imkanımız olduğu zaman kullanmayı severim. Kendi çizimlerimden oluşan görsel geçişler hazırlamıştık sahne arkasında kullanmak üzere. O çizimler hatta son albümümde “Yalnızca” isimli albümümün içinde de yer alıyor. Ben kendi yazdığım, bestelediğim şarkıları seslendirmeyi seviyorum. Onun içine kendi çizgilerimi katmayı seviyorum. Kendi sesimle bunu dile getirerek, dolayısıyla bütünüyle kendimden bir şey katmış oluyorum.
Yaratım sürecindeki ruh halinizi anlatır mısınız? Bir uğurunuz var mı?
Aslında çok ilginç bir biçimde ben şarkıları söz ve müzik bir arada yazıyorum. Ve bu, nasıl desem bir anda birikimlerin sonunda ortaya çıkıyor. Belli bir duygu durumunu ya da belli bir olayı analiz edip düşünmüş ve onları biriktirmiş oluyorum. Bilinçli yaptığımı zannetmiyorum biriktirme işlemini. Yeterince birikmişse onlar bir şarkı olarak ortaya çıkıyorlar. Şarkının kendi yapısı, müzikal alt yapısı, fikri ve sözleriyle her tür materyaliyle bir anda ortaya çıkıyor. Onun ortaya çıktığı an genelde sessizlik içinde değil büyük bir uğultunun içinde gerçekleşiyor. Mesela uçakta çok yazarım. Kendi kendime böyle kutu gibi bir köşede oturup, o bir uğultu vardır ya zaten kabinde. O uğultunun altında, belki de o uğultunun içinden ses duyuyorumdur bilmiyorum. Yolculuklarda yazarım. Kalabalığın ortasında bir köşeye çekilebildiğim zaman yazarım. Ama evde oturup, sessiz sakin duvara bakarak yazamam.

Dolunay Obruk (Photo: Onur Doğu)
Şaşırmak İçin Deli Gibi Dolaşıyorum
Yurtdışında konserler verdiniz. Neden orada devam etmediniz?
Ben yurtdışına çıkmayı çok severim. Dünya artık bizim zaten. İletişimle ilgili hiçbir sorunumuz yok. Çok güzel bir iletişim çağındayız. Şu anda Çin’de ne olduğunu açıp ekrandan görebiliriz. Ve gidip farklı ülkelerde farklı müzikler, farklı insanlar, farklı sergiler, sanat eserleri görmek beni çok besliyor. Ben insanın şaşırdıkça var olduğuna inanıyorum. Şaşırmak için deli gibi dolaşıyorum. Orada biriktirdiklerimle üretiyorum. Dediğim gibi insanları ayırmak istemiyorum. ‘Bizim ülkemizdekiler ve oradakiler’ gibi. Müzik herkes için, sanat herkes için.
Dünyada ve Türkiye’de jazz müziği ne durumda?
Dünyada jazz müziği eski popülitesini yitirdi. Türkiye’de değil sadece, bütün dünyada birçok kulüp kapandı. İnsanlar ekonomik sıkıntılar yaşıyorlar. Bu da müziğin, sanatın toplumla ilişkisi ve yaşayan bir unsur olmasından kaynaklanıyor bence. Gündem değiştiği zaman siz gündemi orada tutmak için ısrar ederseniz doğaya karşı savaşmış gibi oluyorsunuz ve yoruluyorsunuz. Bu da beyhude bir çaba oluyor. Ben yok olmasından yana değilim. Doğada hiçbir şey yok olmuyor zaten fakat form değiştiriyor. Demek ki oturup düşünme vakti. Bu tıpkı dijitalin müzik dünyasıyla birleşmesi ve hepimizin isyan etmesi gibi. İsyana lüzum yok. Bakış açısını değiştirip, rotayı değiştirip yeniden düşünmek lazım. Neredeyiz, ne yapıyoruz, ne yapacağız? Türkiye’de çok güzel kulüpler açıldı, kapandı. İşletme başka bir şey. Müziğin var olması başka bir şey. Ekonomik parametreye dayanıyor bir müzik üretmek. İster pop olsun ister klasik ister jazz. Orada bir ekonomi söz konusu. O ekonominin yönetim biçimi var. Müziğin var olması şu anda büyük bir savaş halinde. Dünyada da bu böyle. Fakat bu bir kırılma noktası yaratacak ve ondan sonra daha bireysel hareket edebilecek sanatçılar. Gidişat onu gösteriyor. Teknoloji bize bir yol açıyor. Bunu en verimli şekilde kullanacak olanlar bizleriz.
Jazz’ın hedef kitlesini kimler oluşturuyor ya da böyle bir şey var mı?
Benim şarkılarıma çocukların çok özel bir ilgisi var. Gündüz saatlerinde brunch zamanlarında da konserlerimiz oluyor. Ne zaman böyle bir konser versem sahnenin önü çocuk doluyor. Ve ben bunu çok değerli buluyorum. Çünkü çocukları kandıramazsınız. Yani bir çocuk sizi sevmiyorsa “seni sevmiyorum” diye rahatlıkla söyler. İşte ayıp oldu, üzüldü falan öyle bir şey yoktur. Çocuk egonun merkezidir istediği şeyi çat diye söyler. Dolayısıyla orada dikkate değer bir şey var. Çocuklarla daha çok bir araya gelmeliyim. Daha çok çalışmalıyım. Demek ki benim kendi ülkemde yapacak daha çok işim var. Birtakım farkındalıklar kazandıkça, çocuk – yetişkin herkese bu farkındalıklarla ilgili öğrendiklerimi aktarabilirim. Böylece özel derslere, özel çalışmalara başladım. Ve bunlar şan dersi değil, bunlar farkındalık çalışması. Bunlar kendini bir şarkı yoluyla veya bir enstüman yoluyla ifade edebilme çalışması. Neden Türkiye? Biz toplum olarak kendini ifade etme konusunda sıkıntıları olan bir ülkeyiz. Belki yaşadığımız birçok toplumsal kaygı bundan kaynaklanıyor. Hazıra konmayı seven bir toplumuz. Özgürlük alanımızı koruyabilen, haklarının bilincinde olan bir ülke değiliz. Bunun temeli de kendini tanımakla başlıyor. Kendini ifade edebilmekle başlıyor. Sanat bunun için çok güzel bir alan. Deneme yanılma alanı. Bir şarkı söylerken bile kendine ait bir şey katabilmeli insan.

Dolunay Obruk (Photo: Cenk Aşan)
Jazz’cı olmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
Bir işe başlayan herkese tavsiyem; o işin dört bir açısını analiz etmeleri, iyice gözlemlemeleridir. Bunun dışında en kızdığım şey, müzisyenin sadece müzikle ilgilenmesi. Çünkü hayat bir bütün. Hepimiz bir diğer faktörden, diğer disiplinden etkileniyoruz. Tarihi incelediğimiz zaman sosyolojik ve ekonomik olayların sanatın her alanını etkilediğini görüyoruz. Edebiyattan mimariye, müzikten heykele, her alanda etkili olduğunu görüyoruz. Bir disiplin sadece tek bir alanı etkilememiş hiçbir zaman. Dolayısıyla bakış açısını 360’ta tutmak ve her olaya aynı mesafeden bakabilmek gerekiyor. Bu çok değerli ve insanı geliştiren bir süreç. Bu analizleri doğru yaptıktan sonra zaten kendinizin farkına varıp, üretmeye başlıyorsunuz. Üretmek çok başka bir alan çünkü.
Sadece jazz mı dinlersiniz, yoksa farklı tür ve seslere ilgili misiniz?
Yok. Çok güzel rock dinlerim mesela. Heavy metal filan dinlerim. Jazz’la ilgili toplumsal yanılgı var. Sanki jazz elit bir tabakanın el değmemiş pırıl pırıl bir köşesi falan. Hepimiz beyazlar içinde, hatta eldivenlerimizle, parmak uçlarımız birbirine değerek tokalaşıyoruz. Böyle kibar kibar insanlar jazz dinliyor ve yapıyormuşuz gibi bir algı var. Bu tamamen yanlış. Yine tarihine bakarsak, jazz’ın tamamen halktan çıktığını görürüz. Sonradan planlanarak oluşturulmuş bir müzik türü değil. Bir tür halk müziği. Şimdi halk müziği deyince ben blues’la Anadolu’daki bozok arasında fark göremiyorum. Aşık Veysel’in bağlama eşliğinde bir yorumuyla yine Amerika’dan banjo çalan bir müzisyenin blues yorumunu yan yana getirip birbirine geçişlerle filan koydum. Birbirinin aynısı. Çünkü dertler ortak. O zaman ben bir jazz konseri verirken araya çok güzel bir Neşet Ertaş sokuşturabilirim. Gayet de mantıklı olur bu. Hiç kimsenin de buna itiraz edeceğini düşünmüyorum. Neden Neşet Ertaş dedim onu da söyleyeyim. Baba tarafım Kırşehirli. Babamın babası yani dedem Ankara Radyosu müdürüyken ilk defa Neşet Ertaş’ı radyoya çıkartıyor. Biliyorsunuz izinsiz, sınavsız, formalitesiz TRT’de çıkıp öyle kendi kendine şarkılar falan, söz konusu değil. Fakat Neşet Ertaş’a bir ayrıcalık tanınıyor ve Neşet Ertaş’ı biz kazanıyoruz o günden sonra. Bu hemşehrilik müessesesi de çok değerlidir, ben de severim bu durumu. Dolayısıyla Neşet Ertaş türkülerini çok özel bulurum ama toplumumuzun çok çeşitli noktalarında çok güzel türkülerimiz var. Bunların bazılarını analiz edip, hatta biraz da jazz yorumlar katarak kaydettim. Yeni albüme de bunlardan 1 – 2 tane ekleme planım var.
Dolunay Obruk’a bu keyifli söyleşi için teşekkür ediyorum.