Efsane büyük orkestralara, tümüyle kendine özgü bir stile sahip Duke Ellington ile devam ediyoruz. Ellington’ın 20. yüzyıl müziğindeki rolüyle ilgili çelişkili kanılar var. Eleştirmen, yazar Cüneyt Sermet, “Cazın İçinden” kitabında Duke Ellington bölümünde bu çelişkileri şöyle özetliyor:
“İngiliz besteci, orkestra şefi ve müzik kritiği Constant Lambert, “Music, Ho” adlı kitabında Duke Ellington için 20. yüzyılda beş dakika çerçeve ve form içinde klasik olsun jazz olsun en iyi müziği yapan besteci tabirini kullanmıştı. Orkestra şefi ve piyanist Andre Previn’in Ellington hayranlığı da malumdur. Jazz’cıların tutumu ise değişiktir. Mıles Davis bütün jazz’cılar Ellington’a borçlu ve minnettardır derken, Jack Teagarden o, jazz çalmayan detone orkestradan nefret ediyorum demişti. Şahsen konuştuğum Joe Newman ise Ellington’ın müziğini, kendine mahsus özel bir tarz olarak tarif etmiş ve Count Basie’yi her zaman tercih edeceğini belirtmişti. Aslında bu eleştiriler, orkestranın ilk yıllarında yapılmıştı. Tümünü gözardı edip bu esin kaynağı orkestrayı A’dan Z’ye ele almakta yarar var.
Asıl adıyla Edward Kennedy Ellington, 1899 yılında Washington D.C.’de doğdu. Babası uşaktı ve çok rahat bir ortam içinde büyüdü. Çocukluğundan beri giyim kuşama düşkünlüğü nedeniyle komşuları ona “Duke” diye seslenirdi. Bu takma adı seve seve kabul edip ömür boyu kullandı. Hem müziğe hem de resme meraklıydı. Bu arada piyano dersleri almaya başlamıştı. 18 yaşına geldiğinde müziği seçti. Resim yeteneğini ise bestelerine ve orkestrasına yansıttı. Bu eğilimi, parçalarına verdiği adlarda da belliydi. “Sifewalks Of New York”, “The Flaming Sword”, “Beautiful Indians”, “Portrait Of Bert Williams”, “Sepia Panorama”, “Dusk In The Desert” bunlardan birkaçı.
Orkestrasının evrelerine geçmeden önce Duke Ellington’ın piyanistliğine değinirsek, hızlı parçalarda Ragtime tarzına bağlılığı dikkati çekerdi. Orta ve yavaş parçalarda ise bol arpejli, gösterişli çalardı. O da Count Basie gibi genellikle açışı piyanoyla yapıp ardından orkestrayı yönetirdi. Orkestrasyon bilgisi yoktu. Bulduğu bir temanın genel çerçevesini piyanoyla oluşturur, daha sonra çok güvendiği orkestra üyelerinden Barney Bigard, Bubber Miley, Johnny Hodges gibi usta solistlerin katkısıyla orkestrasyonu yapardı. Dolayısıyla orkestrada kollektif bir anlayış egemendi. Hele Billy Strayhorn’un 1930’da katılmasıyla tam bir aile topluluğuna dönüşmüştü.
Ellington’ın büyüdüğü ortam ve hemen ardından New York’a yerleşmesi, onu blues’dan çok şarkı formuna yöneltmişti. Klasik müziğe de ayrıca hayrandı. Nitekim sonraki dönemlerinde klasik müzik formlarında çalışmalar yaptı. 1923’de Sonny Greer, Otto Hardwick ve Arthur Whetsol ile New York’a gelen Ellington, ardından Joe Nanton, Bubber Miley, Harry Carney, Rudy Jackson ve Fred Guy’ın katılmasıyla ilk orkestrasını kurdu. Değişik stilleri denemeyi seven jazz ustası, yaşamı boyunca orkestrasını laboratuar gibi kullandı. Bu nedenle orkestrasının geçirdiği evreler, kimi jazz yazarı ve eleştirmen için stillere, kimine de yıllara göre dörde ayrılır:
İlki, 1925-1939 yılları arasını kapsayan “Jungle” stili: 1927-1932 yılları arasında Cotton Club’da çalmaları, bu dönemdeki çalışmalarını da etkiledi. Özellikle “Jungle” stilinin fikir babası trompetçi Bubber Miley idi. Trompetini “Growl” denen homurtulu çalışıyla orman seslerini çağrıştırırdı. Onu trombonlar da desteklerdi. Miley’nin öncü olduğu bu havaya daha sonra orkestraya giren trompetçi Cootie Williams, Rex Stewart ile tromboncular JOE “Tricky” Sam Nanton ve Quentin Jackson da katılmıştı. Şarkıcı olarak Adelaide Hall, Baby Cox, Ivie Anderson ve Irving Mills’i görürüz. Bu dönemin gözde parçalarına gelince; “Black And Ten Fantasy (1927)”, Caravan (1936)”, “Creole Love Call (1927)”, “It Don’t Mean A Thing, If Ain’t Got That Swing (1931)” başta gelir. “Jungle” döneminin son yolları ise aynı zamanda “Mood” stilini de içeriyordu. Bu yanık, hüzünlü, pesimist parçalar demekti. Blues olmayan parçalarda bile blues hüznü hissediliyordu.
Duke Ellington’ın 1040-1944 yılları arasını kapsayan ikinci dönemi, Benny Goodman, Count Basie ve Jimmy Lunceford’dan esinlendiği “Swing” stiliydi. Bu aynı zamanda jazz tarihine geçen ikinci büyük orkestrasını kurduğu dönemdi. 1939’da orkestraya giren piyanist ve besteci Billy Strayhorn, çok geçmeden Ellington’ın sağ kolu haline gelecek, oğlu Mercer gibi sevilecekti. Trompetlere, keman da çalan Ray Nance, Taft Jordan ve tiz çalmasıyla ünlü Cat Anderson (Cat takma adının nedeni belki de buydu), saksofonlara Ben Webster, Al Sears, saksofon ve klarinete Jimmy Hamilton’ı ekledi. Basa Jimmy Blanton ve Alvin Raglin’i aldı. Şarkıcılar ise Joya Sherrill, Betty Roche ve Al Hibbler’dı. Ayrıca Ray Nance de şarkı söylüyordu. Bu oluşumla birlikte modern jazz orkestrasının temeli altıldı. İlk kez tını özgürleşiyor, çalgıların her rengi deneniyordu; pistonlu trombon, bas klarinet gibi. Bu dönemin ilk başyapıtı, “Ko-Ko”ydu. Bu 12 ölçülük minör bluesda Bubber Miley’nin öncüsü olduğu “Jungle” stili de hissediliyordu. Özellikle trompetçi Ray Nance ve tromboncu Joe Tricky Sam Nanton’ın “Growl” sololarında. Ellington’ın vurucu piyano çalışını ise bascı Jimmy Blanton ve davulcu Sonny Greer’in ritmik kışkırtıclığı destekliyordu. Riff’lerin zenginliği de swing’in gerilimini arttırıyordu. Ellington’ın 1939’da, 1917 yılına ait “Rose Room” adlı standart şarkı üzerine yazdığı “In A Mellotone”, daha sonra Count Basie orkestrası tarafından da seslendirilmişti. Ancak parça, “In A Mellowtone” olarak bilinir.
Ellington’ın bir başka özelliği de genel orkestradan çok, tek tek usta solocuları için beste yapmasıydı. En tipik örneği, 1940’da trompetçi Cootie Williams için yazdığı “Concerto For Cootie”. Oysa Williams, hemen sonra ekonomik nedenle Benny Goodman orkestrasına geçecekti. Orkestranın “Swing” döneminin yıldızı, Billy Strayhorn’un “Take The A Train” adlı ünlü parçasıydı. Öyle ki, orkestranın konserlerinde açış ve kapanış temasına dönüşmüş, simgesi haline gelmişti. Ardından klasikleşen bir diğer parça da, Juan Tizol’un 1941’de yazdığı “Perdido”. İspanyolcada “kayıp” anlamına gelen beste, aynı zamanda New Orleans’daki Perdido sokağını vurguluyordu.
Duke Ellington şarkı formuna yakın olmasına karşılık harika blueslar da yazdı. 1940 yılına ait “Across The Track Blues”, en iyilerden biriydi. Jimmy Blanton’ın “yürüyen bas”ı üzerine örnek bir blues’du. Klarinette Barney Bigard ile surdinli trompette Rex Stewart’ın soloları ise parçayı ballandırıyordu.
Orkestranın üçüncü dönemi, 1945-1954 yılları arasını kapsar. Ellington’un çoğunlukla klasik müzik formlarını kullandığı dönemdir. Klasik müzikle flörte 1931 yılında yazdığı “Creole Rhapsody” ile başlamıştı. Ardından 1935 yılına ait bestesi “Reminiscing In Tempo”yu, süit formunda tasarlamıştı. 1935’de yazdığı “Daybreak Express”, izlenimci bir yapıya sahipti. Bunları 1940’da “Concerto For Cootie” izledi ve küçük bir konçertoydu. Üçüncü dönemde ise 1944’den başlamak üzere daha uzun ve iddialı yapıtlara yöneldi. Kromatik akorlar, pes tonlar onu “izlenimci” bestecilere yaklaştırıyordu. Zaten, Debussy, Delius ve Ravel’i çok severdi. Oysa, Billy Strayhorn’un 1941’de bestelediği “Chelsea Bridge”, izlenimciliği en iyi yansıtan parçaydı.
Bu arada orkestraya yeni solocular girmişti; trompetlerde Harold Baker, Nelson ve Francis Williams kardeşler, Willie Cook, Clark Terry, Trombonlarda Claude Jones, Wilbur De Paris, Tyree Glenn, Quentin Jackson, saksofonlarda Russell Procope, Willie Smith, Paul Gonsalves, baslarda 1942’de veremden yaşamını yitiren Jimmy Blanton’ın yerine Oscar Pettiford ve Wendel Marshall, davulda Dave Black ve Louis Bellson. Şarkıcılara gelince, Kay Davies ve Yvonne Lanauze’du.
Bu dönemin önemli yaratılarının ilki, Ellington’ın 1943 yılında bestelediği büyük çaplı jazz senfonisi olan “Black, Brown And Beige”di. Siyahların tarihini, geçirdiği evreleri üç renkle senfoni formunda jazz akorlarıyla anlatan bu yapıt ilk kez, NYE High School’da seslenlendirildi. Halka açık prova gibiydi. Asıl çalınışı 23 Ocak 1943’de Carnegie Hall’de gerçekleşti. 28 Ocak’ta da Boston Symphony Hall’de seslendirildi.
Ellington’ın “Konçertolar” ya da “Senfoni” denen döneminin bir başka ünlü çalışması ise yine tematik bir beste, bir senfonik şiirdi. Adı: “Night Creature”. Jazz ve senfonik orkestra için 1955’de yaptığı bu görkemli bestesi, 1963 yılında daha genişletilmiş olarak “Symphonic Ellington” derleme albümünde yer aldı. Daha sonra Alvin Alley yapıtı, New York’da dans tiyatrosuna uyarladı. Bunun üzerine, Avustralyalı besteci ve piyanist Percy Granger, Ellington’ı, Barok dehası Johann Sebastian Bach ve 20. yüzyıl müziğini biçimlendiren bestecilerden Frederick Delius ile birlikte dünyanın en iyi üç yaratıcısından biri ilan etti. Bu abartılı bir yorum olabilir. Ancak, Gunther Schuller, George Russell ve John Lewis’in 1950’lerdeki son derece düzeyli, ciddi “3.Akım” çalışmalarına baktığımızda, büyük ölçüde esin kaynağının Ellington olduğunu görüyoruz. Yeniden “Night Creature” senfonik şiirine dönersek; “Blind Bug”, “Stalking Monster” ve “Dazzling Creature” bölümlerinden oluşur. Gece, çoğu kişi için doğanın uykuya çekildiği dinginliği ifade eder. Ellington için tam tersi. Yapıtında, bilemediğimiz ya da farkında olmadığımız gizemli bir dünyayı anlatır. Gece yaratıklarının dünyasını…
Ellington bir yandan böyle büyük çaplı yaratılar peşinde koşarken diğer yandan da aynı dönemde “Satin Doll” gibi jazz tarihine geçen parçalar ortaya çıkıyordu. Johnny Mercer’ın daha sonra sözlerini yazdığı parçayı, söylentiye göre 1953 yılında Billy Strayhorn yazmış, Ellington da bazı düzeltmeler yapmıştı.
Bu dönemin diğer iddialı yapıtları; 1945’de “A New World Is Coming”, 1946’da “Deep South Suite”, “Trumpet No End”, 1947’de “Liberian Suite”, “Lady Of The Lavender Mist”, “Transbluecency” ve 1951’de “A Tone Parallel To Harlem”.
Dördüncü döneme gelince, 1954 yılından Ellington’ın 25 Mayıs 1974’de ölümüne kadar süren dönemdir. “Konçertolar” ya da “Senfonik” döneme benzerlik gösteren bu dönemdeki fark, Ellington’ın bu kez bazı ünlü klasik yapıtların sevilen bölümleri ya da temaları üzerine yaptığı düzenlemelerdi. Örneğin, Rus besteci Tchaikovski’nin “Fındıkkıran” balesi ve Norveçli besteci Edvard Grieg’in konusunu Henrik Ibsen’in aynı adlı oyunundan aldığı “Per Gynt” süiti. Duke Ellington’ın 1950’lerden sonra girdiği bir başka alan film müziğiydi. Otto Preminger’in 1959 yılına ait “Anatomy Of A Murder” adlı kara filmi için yazdığı müzik konuyu destekleyen tam bir dışavurum çalışmasıydı. Martın Ritt’in 1961 yılında yönettiği “Paris Blues” filmi için yazdığı müzik ise tam dönemin jazz anlayışını yansıtıyordu.
1950’lerin başında Duke Ellington orkestrasının artık düşüşe geçmeye başladığı söylentileri yayılıyordu jazz çevrelerinde. Oysa 1956 Newport Jazz festivalinde öylesine bir konser verdiler ki hemen plağa alındı ve ardından çok sattı. Özellikle konserin doruk noktası, Ellington’ın 1937’de yazdığı “Diminuendo And Crescendo In Blue”nun genişletilmiş yorumuydu ve tabi tenor saksofoncu Paul Gonsalves’in solosuyla.
Ellington orkestrasıyla 1956 ve 1965’de Ella Fitzgerald’a eşlik ettiği gibi 1961-1963 arasında Count Basie, Coleman Hawkins, Louis Armstrong, Charles Mingus, Max Roach, John Coltrane ve Avrupalı senfonik orkestralarla kayıtlar yaptı. Billy Strayhorn’un 1967’de, orkestranın gözde altocusu Johnny Hodges’ın 1970’de ölümleriyle Ellington, oldukça sarsıldı. Hem yakın dostlarını hem de iki büyük müzisyenini yitirmişti. 1960’lara kadar orkestranın hemen tüm düzenlemelerini Strayhorn yapıyordu. Onun ardından görevi Ellington üstlendi. Herşeye rağmen ayakta kalmayı başaran jazz ustası, bu dönemde bile birkaç başarılı yapıt ortaya çıkardı, yanı sıra konserler verdi. Örneğin; 1963’de bascı Charles Mingus ve davulcu Max Roach ile yaptığı “Money Jungle”, hemen ardından “Sacred Concert” ve “Second Sacred Concert” albümleri, 1969’da dünyada yılın plağı seçilen “70. Doğumgünü Konseri” ve 1970’de yılın plağı seçilen “Far East Suite”…
“Far East Suite”, aslında Ellington ile Billy Strayhorn’un son çalışmalarından biriydi. 1966’da kayda alınan süit, orkestranın 1963 yılında çıktığı dünya turundan izlenimlerin sonucuydu ki bu tur sırasında İstanbul’a da yolları düşmüştü. Konser verilen hemen her şehir için bir parça yazılmıştı.
Konserler, festivaller, ödüller, jazz tarihine geçen besteler, kayıtlar, jazz dünyasına armağan ettiği birinci sınıf solocular. İşte Duke Ellington 74 yaşında New York’da akciğer enfeksiyonu sonucu son nefesini verdiğinde böylesine zengin bir müzik yaşamını ardında bırakmıştı.
1959-1999 arasında 12 Grammy, 1931-1967 arası yarattığı ünlü parçalarla Grammy Hall Of Fame ve ayrıca onur ödülleri, 1965’de Pulitzer ödülüne aday gösterildi. Sinema ve tiyatro alanına Ellingtonia açısından baktı: 1929’da “Black And Tan” kısa filmi için müzik yazarak başladı. 1935’de “Symphony In Black” için “A Rhapsody Of Negro Life” yapıtını yarattı. 1961’de “Paris Blues” filminin o harika atmosferini oluşturan temasını yazdı. “Check And Double Check”, “Murder At The Vanities”, “Belle Of The Nineties”, “Cabin In The Sky” filmlerinde müzisyen kimliğiyle yer aldı. “Beggars Holiday”, “Jump For Joy”, “Play On”, “Sophisticated Ladies” müzikallerine parçalar besteledi. Ayrıca, 1963’de , Michael Langham’ın yönettiği, Shakespeare’in “Atina’lı Timon” oyununa, Toronto’daki Stratford Festivali için tümüyle özgün müzik yazdı. Ölümünden sonra orkestrayı, trompetçi oğlu Mercer Ellington devraldı. Onu da 1996’da yaşamını yitirmesiyle oğlu Paul Ellington, orkestrayı yeni üyelerle sürdürmeye çalıştı. Böylece bir efsanenin de sayfası kapanmış oldu ama bıraktığı izin silinmesi olanaksız.