Politika artık istesek de istemesek de yaşamımızın bir gerçeği. İnsan duygu ve izlenimlerinin estetiksel anlatımı olan sanat da bu gerçeğe karşı duramaz çoğu zaman. Sinema ile birlikte 20. yüzyıl başında ortaya çıkan diğer sanat da jazz bana göre. Jazz tarihine ırkçılık penceresinden baktığımızda doğuşundan itibaren politik olduğu apaçık. Önce köle – efendi ilişkileri döneminde doğan Arkaik blues, İç Savaş’tan sonra işçi -işveren ekseninde gelişen ilk jazz orkestraları, jazz şarkıcıları, tap dansçılar, yanısıra aracılar yani menajerler, prodüktörler.
İşte, Columbia Üniversitesi yayınlarında 2005 yılında çıkan “Jazz and Radical Politics” başlıklı makaleden bir alıntı:
“Birleşik Devletler’de başlıca büyük toplumsal değişimler, jazz’ın gelişimini de belirledi. 1930’lar, jazz sanatının ve aynı zamanda organize solun yükselişi dönemiydi. Bu, büyük orkestralar ve komünist parti demekti. Ancak parti hemen kendisini jazz müziğine yönlendirip, ırkçılığa karşı, dolayısıyla müzik iş dünyasındaki ayrımcılığa karşı savaşmaya adadı.”
Jazz dünyasında ayrımcılığa karşı savaşın öncüleri ise kadın şarkıcılardır. Örneğin, 1894-1937 yılları arasında yaşayan ‘blues’un imparatoriçesi’ diye ün salan Bessie Smith, hiçbir zaman beyazların konser salonlarında söylemedi, müzik anlayışından ödün vermedi. Ancak, beyaz plak şirketleriyle çalışmak zorunda kaldı, tıpkı Billie Holiday gibi. Columbia Records’ın prodüktörü John Hammond, aslında komünist parti üyesi olmamasına karşılık “sol” duruşu, ayrımcılığa, ırkçılığa karşı jazz müzisyenlerini desteklemesiyle ünlüydü. O bile Bessie Smith ile Billie Holiday’i plak şirketine bağlarken patronlarının kuralları dışına çıkamamıştı. Smith ile her kayıt için çok az bir ödeme ve telif hakkından vazgeçmesi koşuluyla sözleşme yapılmıştı. Holiday de anılarında bu konudaki mağduriyetini şöyle anlatıyordu: “John Hammond benimle Teddy Wilson orkestrasıyla yapacağım plak kaydı için haksız bir anlaşma yapmıştı. Tüm karşı koymama rağmen altı kayıt için yalnızca 30 dolar alıyordum. Buna karşılık Columbia’nın yöneticilerinden Bernie Hanigan, gerçekten benim haklarım için işini kaybetmesi riskine rağmen savaştı.”

Bessie Smith (Photo: internet/unknown)
Holiday’in “Strange Fruit”ü ilk kez söylediği Cafe Society, 1938’de N.Y. Greenwich Village’da Barney Thompson tarafından, şehirdeki snob ve ırkçı kulüplere karşı alternatif olarak açılmıştı. Thompson’ın kardeşi Leon, parti üyesiydi ve Hitler’e yapılması düşünülen suikastın planlayıcılarındandı. Kulübün geliri partiye gidecekti. John Hammond da kulübe başlangıç olarak 5000 dolar bağışlamıştı. Hammond, jazz dünyasında önemli bir figür. Count Basie, Benny Goodman ve Duke Ellington’ı her açıdan destekledi. Bu desteğin, efsane orkestraların gelişimine ışık tuttuğu bir gerçek. Goodman orkestrasında siyah müzisyenlerin de çalmasını sağladı. Yine bu çerçevede, Holiday’i Benny Goodman Orkestrasıyla buluşturmuştu. Holiday, Goodman Orkestrasıyla çıktığı konser turları sırasında ucuz otellerde kalırken, beyaz orkestra üyeleri lüks otellerde konaklardı. Aynı şekilde konser salonuna Holiday, ön kapı yerine personel kapısından girebilirdi. Oysa konserin yıldızı oydu. Hammond, bir araba radyosunda ilk kez duyduğu Count Basie Orkestrasından o denli etkkilenmişti ki dümeni hemen Kansas City’ye çevirmişti. Ardından bu büyük swing orkestrasını Harlem çevresine kazandıracaktı. Hammond’a göre, Basie Big Band otantik siyah orkestra, Duke Ellington ise çok teknik ve gösterişli bir “show” orkestrasıydı. Ona göre Ellington blues köklerini unutmuştu. Bir bakıma “Siyah Burjuva”ydı. Bu düşünceleri eleştirmenler arasında polemik yarattı. Öte yandan büyük orkestralar tarihine baktığımızda Duke Ellington’ın çeşitli evrelerden geçtiği görülür. 1945-1954 yılları arasındaki 3. evresinde köklerine yönelik, genellikle senfonik jazz büyüklüğünde çalışmalar yapmıştır. Bu yönüyle Ellington, 1940’larda bascı Charles Mingus’ı etkileyecek ve modern jazz’ın en sivri siyah radikaline ışık tutacaktı. Mingus’ın müziği ve ideolojisi, ilerleyen yıllarda daha keskinleşerek siyah toplumda büyük kabul gördü. 1959 yılında, Arkansas valisi Orval E. Faubus’un ırkçı uygulamalarını protesto etmek amacıyla “Fable Of Faubus”u besteledi. Aynı yıl çıkan “Mingus Ah Hum” albümünde yer alan parça için Mingus, Ku Klux Klan ve Nazizm karşıtı sözler yazmıştı. Columbia şirketi sözleri de basmayı reddetti. Parça özgün sözleriyle 1960 yılında bağımsız Candid etiketiyle çıkan “Charles Mingus Presents Charles Mingus” plağında yer alabildi.
Birinci Büyük Orkestralar dönemi düşüşe geçerken Harlem’de Bebop ateşi tutuşmaya başlıyordu. Bu küçük topluluklar, özellikle Dizzy Gillespie önderliğindeki virtüozlar, “Bloomdido” ya da “Groovin’ High” gibi karmaşık blues’ları çalarken pek barış ve ırkçılık konularını düşünmüyorlardı. Ancak bazı bebop müzisyenleri, Cab Calloway ya da sonraki yıllarında Louis Armstrong’un yaptığı gibi beyaz dinleyici kitlesinin beklentisine yanıt veren “eğlendirici” olmaya karşı çıkıp, yeni bir müzisyen kimliğine öncülük ediyordu. Müzikleri, siyah bağımsızlığı ve onuru üzerine kuruluydu genellikle. Charlie “Bird” Parker, “Now’s The Time”ı, sosyal değişim zamanının geldiğini vurgulamak için yazmıştı. Dizzy Gillespie, Charlie Parker, Miles Davis, Dexter Gordon Avrupa’da baştacı edilirken kendi ülkelerinde çaldıkları jazz kulüplerine arka kapıdan girebiliyorlardı. Çünkü ön kapı beyazlar içindi. Hemen Bebop’ın ardından gelen Hard Bop, aynı ritmik ve armonik anlayışı küçük değişikliklerle korurken “siyah” duyguya daha çok yoğunluk kazandırdı. Art Blakey, Horace Silver, Bobby Timmons ya da Lee Morgan, çalışmalarıyla siyah topluma seslendiler. Buna karşılık, Soğuk Savaş döneminde McCarthy yönetimi sırasında jazz müzisyenleri, sol eylemcilerle aralarına mesafe koymak zorunda kaldılar. 1950’lerin başıydı, bu kısa pasifizm, 1950’lerin sonunda Siyah Politik Aktivizmi ön plana çıkardı. Zamana karşı durmak olanaksızdı. “New Thing” denen “Avante-Garde Jazz”, tüm kuralları yıkıyordu. Cecil Taylor ve Ornette Coleman’ın önderliğinde gelişen Free Jazz, özellikle 1960 başlarında disonant yapısı ve gergin serbest tartımlarıyla Vietnam Savaşı’na artistik bir karşı duruştu. Bu dönemde Archie Shepp’in albümlerinde jazz ve politikanın ayrılmaz bir bütün olduğu gözlemlenir. Shepp 1966 yılındaki bir söyleşisinde jazz için, “savaş karşıtıdır” der. Aynı şekilde Albert Ayler…
John Coltrane’e gelince; Afrika köklerine sıkı sıkıya bağlıydı. Martin Luther King’in başlattığı Siyah Vatandaşlık Hakları kampanyasına müziğiyle destek verdi. 1963 yılında Ku Klu Klux Klan’ın Birmingham’da ateşe verdiği kilisede yanarak ölen dört siyah kız çocuğu anısına “Alabama”yı besteledi ve “Live at Birdland” albümünde yer aldı. Coltrane yalnızca tenor tekniğindeki yenilikçi yanıyla değil, bu yanıyla da bir kahraman haline geldi. Siyah ya da günümüzdeki tanımıyla Afro-Amerikalı müzisyenlerin çoğu, NAACP (National Association For The Advancement of Colored People) bünyesinde siyah haklarını desteklediler. En azından yazdıkları parçalarla…

John Coltrane (Photo: internet/unknown)
İşte en tipik örnekleri:
1) Black and Blue /Fats Waller-Louis Armstrong
2) Strange Fruit / Billie Holiday
3) Freedom Now Suite/ Max Roach
4) Freedom Suite/ Sonny Rollins
5) Attica Blues/ Archie Shepp
6) Nonviolent Integration /Duke Ellington
7) Black, Brown and Beige/Duke Eliington
8) Deeds not Wrods/Max Roach
9) Volunteered Slavery/ Rahsaan Roland Kirk
10) Manteca /Dizzy Gillespie (Girişteki “I’ll never go back to Georgia” şarkısı)
11) Mandela “Bring him to back home”/ Hugh Masekela
12) Liberation Dance: “When Tarzan met the African Freedom Fighter”/ Abdullah Ibrahim
13) Mississipi Godham- Why “The King of Love is Dead”-Sunday in Savannah /Nina Simone
14) Music for Peace /Mary Lou Williams
Bu ve bunun gibi kayıtları piyasaya sürmek için plak şirketleri gerekiyordu. Başta Nesuhi ve Ahmet Ertegün’ün sahibi olduğu Atlantic ve Blue Note olmak üzere bazı önemli şirketler, stüdyolarını politik görüşlü Afro-Amerikalı müzisyenlere açtılar. 1970 başlarında piyanist Gene Russell, Oakland’da, geleneksel jazz’a alternatif olarak politik çizgisi belli Funk- Jazz, Free ve Soul Jazz kayıtlarını desteklemek amacıyla Black Jazz Records’ı kurdu. O denli ilgi gördü – Bilboard dergisine göre, piyanist ve orgcu Doug Cam’in plakları Dave Brubeck ve Soul jazz piyanisti olması karşılık Ramsey Lewis’in albümlerinden daha çok sattı. Şirket Russell’ın 1974 yılında yaşamını yitirmesiyle kapandı. Black Jazz Records’ın misyonunu, Funk ve Soul müziği alanında Tamla Motown sürdürdü.
Irkçılık, ayrımcılık ve savaş karşıtı beyaz jazz müzisyenleri de söz konusu ve bu konu burada bitmiyor. Derine indikçe jazz sanatının yalnızca kulüplerde dinlerken huşu içinde başımızı sallayarak tempo tuttuğumuz bir doğaçlama fırtınası olmadığı, bizlere yıllar içinde ulaşıncaya kadar ne bedeller ödediği gerçeğini keşfediyoruz. Aslında jazz’a meraklı olanlar, az çok bazı gerçekleri, sanatçıların yaşam öykülerinden bilirler. Madalyonun diğer yüzü daha acımasız. III. Reich ve Stalin dönemlerinde jazz müzisyenleriyle orkestraları nelerle karşılaştı? AACM, M-BASE oluşumları, beyaz müzisyenlere tepki mi? Gelecek yazıda devam edeceğim.
Yararlanılan kaynaklar: Politics And Jazz: Gilad Atzmon, Jazz And Radical Politics: Columbia University, Abstracts: Boston University.
Bu yazı Jazz Dergisi’nin 74. (2014) sayısında yayımlanmıştır.