Yazıya eşlik etmesi ve Jazzahead’in müzikal dünyasını da yansıtması için, bu sene sunulan 31 sanatçının müziklerinden bir seçki.
Dünyanın önde gelen jazz fuarı ve showcase festivali Jazzahead, geçen sene pandemi sebebiyle iptal edilmek zorunda kaldıktan sonra, bu sene 29 Nisan – 2 Mayıs tarihleri arasında, ‘Uzaktan da Yakınız’ sloganıyla tamamen dijital olarak gerçekleştirildi. Ben de organizasyonu bu sene gazeteci olarak izledim. Niyetim global jazz sahnesindeki eğilimler, pandeminin yarattığı yeni modeller ve onların Türkiye’de uygulanabilirliği üzerine hem fikir sahibi olmak hem de bunları paylaşmaktı. Orada görüp duyduklarım beni haliyle jazz sahnemizdeki genel durum, Türkiye jazz’ının varlık gösterebilmesinin önündeki engeller ve bunlar için neler yapılabileceğine dair düşünmeye itti. Pandemi sebebiyle yaşanan sıkıntılar bir yandan çok ortak ama hem Avrupa ülkelerinde hem de jazz’ın kendine ait alanı olan diğer batı ülkelerindeki önlemler, devlet destekleri, örgütlenmeler açısından bakınca karşılaştırma yapmak pek mümkün değil. Jazz’ın kültürümüzdeki en yaygın kullanımının ‘caz yapma’ ifadesi olduğu ve jazz ile uğraşmanın ‘Müslüman mahallesinde salyangoz satmak’ olarak dile geldiği düşünülürse, jazz hiç kuşkusuz kültümüzün büyük bir parçası değil. Oysa jazz Türkiye’de yatırım yapılan ve ekonomisi olan bir alan, sadece İstanbul’da üç majör uluslararası jazz festivalimiz var, dünyanın en büyüklerini izleme şansımız oluyor. Tabii bu pandemi öncesinde böyleydi ve eminim sonrasında da olacak. Zaten bu pandemi koşullarına odaklı bir yazı değil, o ayrıca ele alınması gereken bir konu çünkü. Küçük bir dünyamızın olduğu doğru ama biz o küçük dünyayı güzelleştirebilirsek, belki dünyaya da azıcık güzellik katarız. Oraya döneceğim ama önce dünyanın jazz’ının buluştuğu Jazzahead.

Jazzahead’in açılışını canlı yayında kadeh kaldırarak kutladılar, bizimse tam o sıralar içkiyle ilgili bambaşka bir gündemimiz vardı. (Photo: M3B GmbH/Jan Rathke)
2006 yılındaki mütevazı başlangıcının ardından, yıllar içinde dünyada jazz’ın buluşma noktası haline gelen ve her yıl uluslararası jazz sahnesinden müzisyenler, organizatörler, menajer ve ajanslar, festival ve kulüp program direktörleri, plak şirketleri, edisyon şirketleri, meslek birlikleri ve jazz basını gibi sektörün farklı alanlarından katılımcıları buluşturup bilgi alışverişi ve tecrübe aktarımını kolaylaştıran, panel ve konferanslarla sektörün problemlerine çözüm arayan, showcase performanslarıyla seçilen müzisyenlerin kendi ülkelerinin dışında da farkedilir olmasını sağlayan Jazzahead, bu sene canlı etkinlik platformu ‘talque’ üzerinde gerçekleştirildi.
Jazzahead’in organize ettiği panel, tartışma, atölye ve konserler dışında, katılımcıların da kendi ülkelerinin jazz’ını ya da projelerini tanıttığı, ortak problemleri tartışmaya açtığı, deneyimlerini paylaştığı, toplamda 100’e yakın etkinlik vardı ve sistem tıkır tıkır işledi. Bu senenin konuları beklendiği üzere ağırlıklı olarak pandeminin etkileri ve dijitalleşmeydi. Organizatörlerin yaşadığı sıkıntılar ve ihtiyaçları, çıkış yapmakta olan müzisyenlerin izlemesi gereken yollar, dijital pazarlama, pandeminin öğrettikleri, geleceğin programa anlayışı gibi konular ilgi çekiciydi. Katılımcılar sistem üzerinde yer alan sohbet ekranından sorularını yöneltebildiler. Öğlene doğru ve gecenin sonunda, ‘Takılmaca Zamanı’ vardı. İsteyen istediği konuda bir sohbet açıyor, ilgilenenler de görüntülü olarak bu sohbete katılıyordu. Fuar alanında yüzyüze yapılan sohbetlerin yerini tutmasa da, gerçek hayatı dijitale yansıtmak için her şey düşünülmüş. Bu arada etkinliğin moderatörü Götz Bühler bir şapkayı hakediyor, onun o sıcak ve samimi sunumu, canlı konser veren müzisyenlerle röportajları ve konuklarla sohbetlerinin, ekranın soğukluğunu büyük ölçüde kırdığını ve sizi orada, yaşananların bir parçası hissettirdiğini söylemeliyim.

Jazzahead’in artistik direktörleri Uli Beckerhoff, Peter Schulze ve sunucu Götz Bühler. Neyse ki yayınlarda yüzlerini görebildik. Hepsini dinlemek, yaptıkları işe dair heyecan ve tutkularına şahit olmak çok keyifliydi. (Photo: M3B GmbH/Ralf Dombrowski)
Bu sene dijital Jazzahead’e 50 ülkeden 902 kişi katıldı, 2019’daki son fiziksel organizasyonda ise 64 ülkeden 3408 katılımcı varmış. Ben tam tersine, bu sene katılımcı sayısının artacağını düşünmüştüm. Her şeyden önce yol ve konaklama masraflarının olmayacak olması bir avantaj, bir de etkinliklere oradan oraya koşturmadan, evinin ya da ofisinin rahatında katılmak ve sosyalleşebilmek cazip gelir gibi gelmişti. Kendisine bunu sorduğum zaman Jazzahead’in proje müdürü Sybille Kornitschky birkaç konuya dikkat çekiyor. Biri Jazzahead’e katılmayı destekleyen kaynakların pandemi sebebiyle azalmış olması, evet sonuçta bu izleyici ve sergileyici kategorileri olan biletli bir etkinlik, katılım tercihinize bağlı olarak bir bütçe ayırmanız gerekiyor. Ayrıca şu anda seyahat kısıtlamaları sebebiyle, eğer yapılabiliyorlarsa bile, tüm organizasyonlar ağırlıklı olarak lokal olana yönelmek durumunda; iptaller, yeniden planlamalar, gidişatı öngörememelerle uğraşırken bu sene yeni uluslararası yetenek peşine düşememiş olmaları çok olası. Bir diğeri de dijital yorgunluk, doğru! Konserler elden gidince her yer dijital yayınlarla doldu, birçok diğer iş kolunda olduğu gibi caz sektörün profesyonelleri de bir yılı aşkın bir süredir işlerini çevrimiçi görüşmelerle yapıyor, o yüzden sosyalleşme söz konusu olduğunda, dijital versiyonun yüz yüze olmanın yerini tutmayacağı aşikar.

Fuar alanındaki bu boş görüntü sizi aldatmasın, katılımcılar evde olmaadığı zaman sağdaki gibi görünüyor. Jazzahead 2021 (Photo: M3B GmbH/Ralf Dombrowski) – Jazzahead 2019 (Photo: M3B GmbH/Jörg Sarbach & Nikolai Wolff)
Kornitschky bu durumu, odağına ‘canlı’ kelimesini alan jazz’ın faaliyet alanındakilerin, dijitale anlaşılabilir bir şüpheyle yaklaşması olarak yorumluyor ama sonuçtan gayet memnun olduklarını da söylüyor. Tam da bekledikleri katılım gerçekleşmiş, hatta etkinliklere katılım fiziksel olanların üç katına kadar artmış. Bu çok anlaşılabilir çünkü fiziksel Jazzahead’de her şeye yetişmek mümkün değil. Aynı saatlerde izlemek istediğiniz birden fazla etkinlik olabiliyor, alanlar geniş, yolda biriyle karşılaşıp onunla sohbet etmeyi tercih edebiliyorsunuz ama o arada merak ettiğiniz bir grubun konserini kaçırırıyorsunuz. İşin dijital kısmının avantajı da bu. Tüm etkinliklere canlı olarak katılabileceğiniz gibi daha sonra kayıtlarını da izleyebilliyorsunuz, canlının bir avantajı konuşmacılara soru sorabilmek ve diğer izleyicilerle yazışabilmek. Platform üzerinden tüm katılımcılarla iletişime geçebiliyor ve yazılı ya da görüntülü olarak sohbet edebiliyorsunuz. Fiziksel etkinliklerde bu toplantıları dört güne sıkıştırmanız lazım ama dijital Jazzahead platformu Temmuz sonuna kadar bilgi ve deneyim paylaşımına açık olacak.

Jazzahead’den bir canlı yayın (Photo: M3B GmbH/Jan Rathke)
Her sene dünyanın dört bir yanından binlerce jazz profesyonelini bir araya getiren bu etkinliği sanal ortamda gerçekleştirmek, başlı başına yeni bir organizasyondu ve cesaret işiydi ama organizatörler hem bunun altından layıkıyla kalktılar hem de önümüzdeki senelerde kısmen de olsa organizasyona dahil edebilecekleri ve hatta bütün yıla yayabilecekleri bir modeli tecrübe etmiş oldular. Sybille dijital bir versiyon yapmanın, Jazzahead’e bir yıl daha ara vermemek için ihtiyaçtan başvurdukları bir yöntem olduğunu, şimdi ise bu tecrübeden öğrendiklerini ilerleyen yıllara nasıl taşıyabileceklerini değerlendirdiklerini söylüyor. Dijital bir modül faydayı muhakkak artıracaktır ama onun da bir mali külfeti olacağı kesin.
Bu seneki Jazzahead’de en çok konuşulan konu haliyle dijital içerikti. Dünyada canlı ya da kayıt, dijital konserler bir ihtiyaçtan doğdu ama kalıcı olacakmış gibi görünüyor. Kısa vadede seyircili konserler yapılabilse bile, bir süre daha tam kapasiteyle çalışılması zor. O konserleri kaydedip çevrimiçi olarak yayınlayarak izleyici kitlesini genişletmek mümkün olabilir ama tabii ki bu da bir yatırım işi. Bırakın profesyonel bir çekim ekibi barındırmayı ve yayın için gerekecek altyapıyı, sadece canlı ve kayıt konserlerin seslerinin farklı mikslenmesinin gerekliliği bile ayrı bir ekip ihtiyacı doğuruyor. Pandemi döneminde bu dönüşümü fonlayabilenler, bu alana yatırım yapıp tecrübe edinenler, dijital içeriği ikinci bir modül olarak kullanmaya devam etme eğiliminde. Daha sonuçlarını öngörebilmek için biraz erken ama gözlemleyebildiğim kadarıyla, dünya festivalleri ve büyük kulüpler, pandemi sonrasında da canlı konserlerin yanı sıra dijital içerik de sunacak, hibrit bir programlama anlayışına doğru yöneliyor.
Herkes dijital konserlerin canlı deneyimin yerine geçemeyeceği konusunda hemfikir ama bir açığı kapatmak için başvurulan bu modelin kalıcı faydaları da olabilecekmiş gibi görünüyor. Avrupa’daki kulüp ve festivaller dijital içerik paylaşıyor. Bir ülkede çekilen konser, başka bir ülkenin festivali kapsamında yayınlanıyor. Organizasyonlar sanatçılardan konser video’ları lisanslıyor. Bu da müziğin uluslararası dolaşımını kolaylaştıracakmış gibi görünüyor. Acaba bizimki gibi, müziğin yurtdışına açılmasının devletçe desteklenmediği ülkelerin müzisyenleri için bu bir fırsat olabilir mi? Dikkatle gözlemlenmesi gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.
Bremen’de yapılan Jazzahead; deneyim paylaşmak, fikir ve eğilimlerden haberdar olmak, yeni yetenekler keşfetmek açısından tüm jazz profesyonelleri için önemli bir platform ama en çok da üretimlerine uluslararası dikkat çekmek isteyen müzisyenler için. Bu iki şekilde mümkün. Her yıl 40 jazz projesi, müziklerini canlı olarak sergilemeleri için seçiliyor, onlardan biri olabildiğinizde -ki yılda 600 ve üzeri başvuru olduğu düşünülürse özgün olmak çok önemli-, emaillerle dikkatlerini çekemediğiniz organizatörlere, plak şirketlerine, medya mensuplarına müziğinizi canlı canlı dinletebiliyorsunuz. Oraya seçildiyseniz, dikkat çekebilme şansınız da yüksek demektir, üstelik bu kişilerle direkt iletişime geçiyorsunuz, teklifi hemen almasanız bile akıllarının bir yerinde kalıyorsunuz. Bir diğeri de, bizzat siz ya da temsilciniz etkinliğe katılımcı oluyorsunuz, referansları kolunuzun altına koyup toplantı toplantı dolaşıyorsunuz, sosyal buluşmalara katılıyorsunuz ve yine yazışarak elde edemeyeceğiniz sıcak iletişimler kurabiliyorsunuz. Jazzahead müziğini uluslararası platforma taşımak isteyen her jazz müzisyeni için yakın takibe alınması gereken bir organizasyon.
2022 yılı showcase başvuruları normal koşullarda Eylül ayı civarında açılacak. Türkiye’den katılımlar European Jazz Meeting / Avrupa Jazz Buluşması kapsamında değerlendiriliyor, diğer kategoriler ise Almanya, Avrupa dışı ülkeler ve o senenin partner ülkesinde yerleşik müzisyenlerin başvurularına açık. 2022’nin partner ülkesi, pandemi sebebiyle 2020 ve 2021’den önümüzdeki seneye ertelenen Kanada olacak.

Jazzahead’de bir pandemi konseri (Photo: M3B GmbH/Jan Rathke)
Bu sene gerçekleştirilen 31 showcase konserinin 12’si canlı olarak Bremen’den yayınlandı, müzisyenlerin seyahat edememesi sebebiyle diğerleri önceden kendi ülkelerinde kaydedilmişti. Jazzahead’in yayın merkezi ÖVB Arena’ydı. Konserler burada, 14.000 kişilik salonun boş koltuklarına karşı yapıldı. Sadece çekim ekibi ve maksimum iki seyirciyle. Jazzahead’in artistik direktörleri Peter Schulze veya Uli Beckerhoff ile bazen de etkinliğin sunucusu Götz Bühler. Hepsi de bu koşullarda olsa da, canlı bir performans izlemenin ayrıcalığından, müzisyenlerin de canlı çalabiliyor olmaktan dolayı ne kadar mutlu olduklarından bahsediyordu. Peter ve Uli’ye pandemiden sonra da Jazzahead showcase’lerinde kayıtlı konser performanslarını kullanıp kullanmayacaklarını sordum. Uli bunun sadece pandemiye özel bir seçim olduğunu, normalleşmenin ardından tekrar canlı formata döneceklerini çünkü Jazzahead’i Jazzahead yapanın bu olduğunu söyledi. Haklı, zaten bunu gerektirecek bir durum olmadığı sürece kayıtlı konser yayınlamak onların yaptığı işin doğasına aykırı. Ama yine de düşünüyorum, böyle bir platform aynı zamanda bir de dijital içerik showcase’i yapsa, çok daha fazla kaliteli ama henüz ülkesi dışına çıkışını yapamamış birçok projenin, uluslararası jazz profesyonellerine ulaşmasına yardımı olmaz mı? Basın bülteninde organizatörlerin bundan sonra tüm yıla yayılan çevrimiçi etkinlikler yapacakları söyleniyor. Showcase’e başvurmuş ve sergilenmeye değer bulunmuş ama kapasite sebebiyle seçilememiş projelerin, canlı performans video’larının yayınlandığı bir veritabanı, yeteneği keşfetmek ve keşfedilmek için çok değerli bir merkez olabilir. Bu sene Jazzahead’in partnerlerinden olan Herbie Hancock Enstitüsü’nden Jeff Levenson’ın Dünya Jazz Günü sohbetinde söylemiş olduğu gibi, dünyadaki jazz müzik trend’lerini ve farklı kültürlerin jazz üzerindeki etkilerini bir arada görmemizi sağlayan bir nevi küratörlük yapıyor Jazzahead. Dijital imkanlar yaptıkları bu kürasyonun etki alanını genişletebileceği gibi, sundukları içeriği de zenginleştirebilir. Sadece sesli düşünüyorum.
Jazzahead Türkiye’nin ilk yıllarından itibaren takip ettiği, sektörün profesyonellerinin düzenli olarak katıldığı bir organizasyon, hatta partner ülke organizasyonunun başladığı ilk yıl olan 2011’de de Jazzahead’in konuk ülkesi olmuştuk.
İstanbul Caz Festivali Direktörü Harun İzer “Benzerleri gibi çok önemli bir müzik fuarı ve ilişki ağları (network) oluşturmak için ideal bir platform” diyor Jazzahead için. Birkaç yıl önce showcase jürisinde yer alan -bu jüri her sene değişiyor- Akbank Sanat Genel Müdürü Derya Bigalı da benzer bir görüşte: “Jazahead kısa sürede sektörün aktörleri ile tanışma fırsatı sunan, önemli bir organizasyon. Orada izlediğim bazı genç sanatçıları daha sonra Akbank Sanat’a ve festivale konser için davet ettik. Avrupa’daki bazı festivallere bizden sanatçıların katılmasını destekledik.” Pozitif Artistik Direktörü Elif Cemal ise, orada keşfettikleri bir çok isme programlarında yer verme olanağı bulmuş olmalarının yanı sıra, Jazzahead’in yabancı müzisyenlerle Türkiyeli müzisyenleri bir araya getiren, özel projeler yapabilmelerine vesile olduğunu da ekliyor.
Harun İzer, Vitrin Türkiye Güncel Müzik Buluşması’nı düzenlerken, Jazzahead ve benzerlerini örnek aldıklarını belirtiyor. “Geçtiğimiz dört yıl içinde katılan sanatçılarla alakalı Downbeat, All About Jazz, The Guardian, WDR, Süddeutche Zeitung, Songlines gibi uluslararası yayınlarda çok güzel yazılar çıktı, Womex, SXSW gibi uluslararası müzik fuarlarından davet alanlar oldu. Bazı sanatçılarımız Amerika ve Almaya’dan plak şirketleri ile Vitrin etkinliği sayesinde tanıştılar. 2020’ye kadar üç yıl üst üste toplam 6 gruba 2.500 Euro tutarında turne destek ödülü verdik, bu ödülü kazanan topluluklar, davet edildikleri uluslararası etkinliklere gidebilmek için bu ödülü kullandılar. Ödül kazanan grupların bazıları, Vitrin’e delege olarak davet edilip onları Türkiye’de izleyen festival ve mekan yöneticileri tarafından konsere davet edildiler, dolayısıyla biz de onların uluslararası tanınırlığına bu vesile ile aracı olmuş olduk.” Geçen sene Jazzahead’in Türkiye’deki kadın festival programcılarına yer verdiği dijital panele katılan Akbank Sanat Kültür-Sanat Organizasyon Yöneticisi Gözde Sivişoğlu ise 30. Akbank Caz Festivali kapsamında bir showcase düzenlemeyi düşündüklerini ama koşullar sebebiyle bunun gerçekleşemediğini belirterek, önümüzdeki yıllarda Türk jazz müzisyenlerini uluslararası jazz profesyonellerine sunacak daha fazla platform olabileceğinin de ipucunu veriyor.
Jazzahead’de şimdiye kadar showcase’e seçilmiş Türk projeleri; Ayşe Tütüncü Quartet, Erkan Oğur & Derya Türkan, Korhan Futacı & Kara Orkestra, Baba Zula, Ceza, Taksim Trio, Ceylan Ertem ve İlhan Erşahin’s Istanbul Sessions. Hepsi birer jazz festivalinin programında yer alabilecek, kendi kategorilerinde çok değerli projeler ama çoğu jazz değil. ‘Jazz organizasyonlarında sadece jazz olmalıdır’cılardan değilim ama bu sene izlediğim tüm showcase’ler jazz ile kuvvetli bir bağa sahipti, peki bizde yok mu böyle projeler? O zaman şimdi gelelim jazz’ın Türkiye’deki resmine.
Bundan yaklaşık 25 yıl öncesine kadar Türkiye’de jazz, türün çok iyi icracılarını barındırsa da, üretimler çoğunlukla Amerikan jazz’ına öykünen işlerdi, günümüzde ise çok daha otantik, kendine has üretimler olduğunu söylemek mümkün.
Türkiye’de jazz’ın kendi sesini bulmasının ardında birkaç neden sayılabilir. Bilgi Üniversitesi’nin 1997 yılında jazz eğitimi vermek üzere kurduğu müzik bölümüyle başlayan ve zaman içinde farklı üniversite ve konservatuarlarda benzer bölümlerin açılmasıyla devam eden eğitim imkanı, Türkiye jazz’ının günümüzdeki genç kuşak temsilcilerinin büyük bir bölümünü sektöre kazandırdı. 2002 yılında açılan Nardis, müzisyenlerin standartlar dışında kendi müziklerini de seslendirebilecekleri sürekli bir sahne oldu. Yıllar içinde, hepsi her zaman ideal dinleme ve çalma koşullarını sağlayamasa da birçok jazz mekanı açıldı ve müzisyenlere kendi müziklerini hayata geçirebilme, çalarak gelişme, daha çok ortalarda olma imkanı verdi. Jazz festivalleri ile jazz’a da yer veren büyük konser mekanlarının sayısının artması, jazz müzisyenlerinin izleyiciyle daha fazla buluşmasını sağladı. Son 10 yılda iyice yaygınlaşan dijital müzik yayıncılığı, jazz müzisyenlerine bir plak şirketine ihtiyaç duymadan kendi üretimlerini sunma imkanı verdi. Ve evet, artık jazz’da çok daha özgün, heyecan verici üretimlerimiz var. Peki yurtdışından buraya baktığımız zaman, bir Türkiye jazz’ından ya da Avrupa turne rutuna dahil olmuş bir Türkiye’den bahsedebilir miyiz? Tek tük bireysel çabalar dışında, hayır. Yetenek olmadığı için değil, yeteneği sunamadığımızdan. Tabii ki neredeyse tüm Avrupa’da olan ve bu sunumu desteklemek için gereken devlet fonlarının bizde olmaması en önemli faktör. Sektörün sanatçı temsil kısmında fazlaca yetişmiş endüstri profesyonelinin olmaması da bir diğeri. Bunların yanı sıra, müzisyenlerin önemli bir kısmını da popüler müzik piyasasına kaptırıyoruz. Bu dünyada da böyle ve tabii ki para kazanmaları gerekiyor ama bu uğraş kendi müziklerine ayırabildikleri zamanı azalttıkça, sunulanın kalitesi olabileceğin altında kalıyor. Sadece jazz ile yaşayan müzisyenler de neredeyse her gece bir başka projeye eşlik ettikleri için, yine kendi özgün üretimlerine ayırdıkları zaman kısıtlanıyor, bir koşturmacadır gidiyor. Jazzahead’in sunucusu Götz Bühler’le showcase sonrası yaptığı röportajda Hollandalı piyanist Rembrandt Frerichs, performansları olsa da olmasa da trio’larıyla her hafta prova yaptıklarını söyleyince, gözümden şöyle bir iki damla yaş süzülmüş olabilir. Bizde uzun zaman birlikte çalmadıktan sonra konserden önce yapılan bir ya da iki prova, parçaları hatırlamaya yetiyor tabii ama ah o sürekli çalmanın getirdiği sağlamlık, iletişim ve ortak dil. Müzisyenler para kazanma telaşıyla oradan oraya savrulmaya devam ettiği sürece bunları beklemek zor. Sektörün genelinde popüler isimlerin döndürüldüğü bir proglamlama anlayışı var, dolayısıyla küçük bir çemberin dışındaysanız konser sayısı az, tabii gelir de; öte yandan pop eşlikçiliğinde hem para hem de bol bol çalma var. İhtiyaçtan doğan bu çalışma biçimi, birçok müzisyen için geri dönüşü olmayan bir konfora dönüşüyor, jazz da bir hobiye.
İşe organizatörlerin tarafından bakarsak da, haklı bir gişe telaşı içindeler. Nasıl olmasınlar? Bütün büyük organizasyonlar aynı avuç içi kadar seyirciye hitap ediyorlar, o yüzden de ‘garanti’ isimleri tercih etme eğilimindeler, bu da programlarda benzer isimleri görmemize sebep oluyor. Evet bunlar seyircinin rağbet ettiği isimler ama bir organizasyonun, mekanın başarısı kendi seyircisini yaratabilmekte yatmıyor mu? Hazır olan garanti formülü alıp sunmaktansa kendi formülünü oluşturmak, çizgisi her ne ise de ortaya sanatsal bir vizyon koyabilmek ve ‘bu grubu tanımıyorum ama o festival veya mekandaysa giderim’ güvenini sağlamak değil mi? İsimler gelir ve geçer ama kalıcı olan bu olacaktır diye düşünüyorum. Tabii bunlar yetişmiş insan kaynağı, para ve zaman yatırımı isteyen konular. Bunu yapanlar tabii ki var ama yapmayanların çokluğunda, müzisyenler varlık gösterebilmek için kendilerinin olandan, ilgi görebilecek olana kayıyorlar. Bir organizasyonda kendilerine yer bulabilmek için, ünlü konuklu projeler sunmak gibi. Konser organizatörlerinin yaygın olarak benimsediği bu anlayış, popüler isimlere erişimi olan tüm jazz müzisyenlerin can simidi gibi oldu ama bu ne yazık ki özgün üretimden çok popüler olanı destekliyor.
Türkiye jazz’ının hem lokal hem de global olarak daha fazla varlık gösterebilmesi için herkesin payına düşen şeyler var. Öncelikle müzisyenlerin tutkularıyla yaşamsal ihtiyaçları arasında bir denge kurması şart çünkü ortada özgün, yürekten gelen, sıkı sıkıya sarılınmış üretimler yoksa ne konuşsak boş. Jazz festivali ve kulüp programcılarının çemberin biraz daha dışına bakması, sırtını gişesi garanti olan isimlere yaslanmayıp özgün bir programlama anlayışına geçmesi, bu kapasiteye sahip olanların Türkiye’den müzisyenlerin yabancı müzisyenlerle çalabilmesine vesile olacak projeler geliştirmesi çok önemli. Bunlar hiç yapılmıyor demiyorum ama lokal jazz’ın gelişimi ve dünyaya açılabilmesi için Türkiye’de biraz daha misyoner yaklaşımlara ihtiyacının olduğunu düşünüyorum. Ve tabii en büyük pay da, yine sektöre finansal kaynak sağlayan sponsorlara düşüyor. Türkiye’de jazz’a verilen destek ağırlıklı olarak dünyanın jazz’ını buraya ithal etmek için kullanılıyor. Sayelerinde müthiş yabancı konserler izliyoruz ve bu çok harika ama sanıyorum artık Türkiye’de üretilen jazz’a biraz daha yakından ve dikkatle bakma zamanı. Türkiye’deki jazz müzisyenlerinin albüm ya da konserleri çoğunlukla kişisel ilişkiler doğrultusunda destekleniyor ama ben jazz’la özdeşleşmiş ya da jazz’a destek vermeyi düşünebilecek markaların, etkinlik sponsorluklarının yanı sıra, Türk jazz’ına destek sağlayacak kendi ulusal ve uluslararası projelerini yaratabileceklerini ve bunun önemli bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum çünkü Türkiye’de jazz henüz potansiyelini ortaya koyamıyor. Üstelik daha pandemiden bahsetmedik bile.
Pandemi dünyanın her yerinde olduğu gibi, bizim müzik sektöründe de endişe verici bir gelir kaybına sebep oldu ama iyi tarafından bakarsak, bu durum tutkusunu kaybetmemiş bazı müzisyenler için kahır yüzünden lütuf oldu. Her gece bir sahnede olmaya alışkın olanlar, o kadar boş vakti bulunca üretmeye yöneldiler. Kimileri yayınlandı, kimileri gün ışığına çıkmayı bekliyor. Acaba pandemi sebebiyle 2020’de kullanılamayan sponsorluk bütçelerin bir kısmı onları görünür, duyulur kılmak için kullanılabilir mi? Konserler bir süre daha olmayacak, olsa bile organizasyonların eski randımanlarına kavuşması zaman alacak. Sektörce bu arayı nasıl değerlendireceğiz, ne yöne doğru evrileceğiz? Dijital konserler, jazz’ın henüz karanlıkta olan yüzünü gün ışığına çıkarmaya yardımcı olur mu? Türkiye dijital konserleri nasıl karşıladı? Daha önemlisi Türkiye biletli dijital konser sunmaya uygun bir ülke mi ve ücretsiz dijital içeriğin avantaj ve dezavantajları nelerdir? Dünyadaki hibrit ve dijital trend’ler ve bunların Türkiye’deki uygulanabilirliği, destekler? Biraz bu konuların peşine düştüm ve sektörümüzün güncel bir resmini çizebilmek için; İstanbul Caz Festivali, Akbank Caz Festivali, Ankara Caz Festivali, Zorlu PSM, Pozitif ve Salon IKSV yetkililerine birkaç soru yönelttim. Sektörün büyük jazz organizatörlerinin görüş ve öngörülerini, organizasyonlarının yaklaşım ve planlamalarını bu yazının devamı niteliğinde yayınlanacak olan olan bir sonraki yazıda bulabilirsiniz.
Bu yazıyı bitirmeden tekrar Jazzahead’e dönmek istiyorum. İtalya’nın kendi jazz müzisyenlerini tanıttığı bir etkinlik vardı. Üç grubun 15’er dakikalık önceden kaydedilmiş canlı performansını yayınladılar. Bunlardan biri Michelangelo Scandroglio Group’tu. Kontrbasçı ve grup lideri, besteci Michelangelo Scandroglio ile daha sonra biraz sohbet etme fırsatım oldu. Pandemi patlak vermeden bir süre önce piyanist Jef Giansily’e 3 konserinde eşlik etmiş. Ankara’da ve İstanbul’da Nardis ile The Badau’da çalmışlar. Büyük ihtimalle İtalyan Kültür’ün desteğiyle önümüzdeki sene tekrar, bu kez kendi grubuyla gelecek. Geçen sene çıkan ilk albümü ‘In The Eyes Of The Whale’i dinlemenizi tavsiye ederim. Michelangelo Scandroglio henüz 20 yaşında ya var ya yok ve heyecan verici bir yetenek. Genç kuşak jazz’cılarımız içinde, onun yaş grubunda olan ve jazz’ın evrensel dilini onun gibi ustaca konuşan müziyenler geldi aklıma. Onların böyle bir formatta sunulduğunu düşündüm, işte belki dijital konserler bu işe yarayabilir.