Christian Scott –uzun adıyla Christian Scott aTunde Adjuah– New Orleans doğumlu bir trompetçi. Ayrıca bir besteci, çalgı tasarımcısı ve müzik yapımcısı. Dahası, yeni nesil jazz’ın hayli devingen isimlerinden. 2010 ve 2012 yıllarında 2 kere Edison Ödülü sahibi olmuş, 2006’da Concord etiketiyle çıkardığı albümü Rewind That ile Grammy Ödülüne aday gösterilmiş. Her dünya çapında tanınmış jazz müzisyeni gibi onun da bazı çılgınlıkları var. Örneğin trompet çalmayı Miles Davis ile de çalışmış olan amcası, alto saksofoncu Donald Harrison Jr.’dan öğrenmiş ama üflediğinde çıkan sese asla ısınamamış ve kendi sound’unu oluşturabilmek için çalgısının tasarımı üzerinde bazı oynamalar yapmış. Bugün konserlerinde ve albüm kapaklarında Scott’u kendi üretimi modelleriyle görüyorsunuz. Yani, Dizzy Gillespie’nin trompeti üzerine biri düşünce çarpılmış olabilir, ama Scott’unki aklına düşen bir fikrin ürünü. Dahası, bu çalgısıyla değişik bir üfleme tekniği de geliştirmiş. “Forecasting cells” adını verdiği bu özel üfleme tekniği sayesinde dezonans ve konsonansı harmanlayabiliyor.
Jazz’ın kalıplarını sadece trompetinin biçimi ve çalış tekniğiyle de kırmamış aslında Scott. Hem melodik, hem armonik, hem de ritmik olarak jazz’ı müzik tarihi içinde daha geniş bir alana yaymış ve “strech music” kavramını ortaya atmış. Bu yıl çıkardığı “The Centennial Trilogy” adlı albüm üçlemesiyse (The Emancipation Procrastination, Diaspora, Ruler Rebel) 5 beyaz adamın kurduğu The Original Dixieland Jass Band’in 1917’de gerçekleştirdiği ilk jazz kayıtlarından bu yana olup biteni irdelemek için zaman ve yer küre üzerinde özgürce geziniyor. Bir yandan da bu 100 yıllık hikâyenin ırksal boyutunu ele alıyor. Zaten bunu damarlarında hem bir kızılderili kabile şefinin hem de Afrika’dan göçmüş siyahîlerin kanını taşıyan, kendisi de New Orleans’lı olan Christian Scott yapmayacak da kim yapacak? Keza 7 Kasım Salı akşamı 27. Akbank Jazz Festivali kapsamında Zorlu PSM Drama Sahnesi’nde dinlediğimiz konser de bu albüm üçlemesini sunuyordu. Gelgelelim Scott ilk sözünü daha sahneye çıkar çıkmaz, üzerindeki hip-hop’çı takıları ve apaçi saç stiliyle söylemiş oldu!

Christian Scott Quintet (Photo: Sedat Antay)
Peki bu konserde farklı olan neydi? Örneğin Christian Scott Quintet’in oluşum tarzı… Bazı gruplar sadece solisti öne çıkarmak için kurulabiliyor, ama bu ekipte Christian’ın 5’e klonlandığını ve eline farklı enstrümanlar verildiğini hissedebiliyordunuz. Başka bir deyişle, Christian ekibindeki her müzisyeni kendi müzik dünyasına uyacak şekilde seçmişti. Yıllardır birlikte çalıştığı davulcusu Corey Fonville jazz’ı R&B, alternatif ritimler ve funk ile harika bir şekilde evirip çeviriyordu. Adeta bir ritim üretim makinesiydi. Christian ile Corey yıllar önce bir Grammy Ödülleri gecesinde tanışmışlar. 16 yaşındaki Corey gruba girmek için epey bir süre ısracı olmuş ve sonunda muradına ermiş. Grubun en genç üyesi ise 25 yaşındaki piyanistleri Shea Pierre idi. Shea aynı zamanda Christian’ın öğrencisi olmuş daha önce. Kontrbasta grubun tek incecik figürü, 9 yıllık emektar üye Kris Funn yer alıyordu. Kris kendi rahat tarzıyla müziğin ayaklarını sağlam tutuyordu. Alto saksofondaysa Kansas City’de Charlie Parker geleneğinin içine doğmuş bir isim, Logan Richardson yer alıyordu. Christian onu sahnede gururla takdim ederken hem melodik, hem armonik, hem de ritmik açıdan ne kadar çağdaş (cutting-edge) bir müzik adamı olduğuna vurgu yaptı.
Normalde çılgın konser partilerine alışık grup ilk iş salonu müzikte kaybolmaya davet etti ve çok geçmeden kıyamet koptu. Drama Sahnesi’nin balkonundan konseri izlerken kulaklarım ve gözlerim bu asi, modern, bileği güçlü, çakı gibi ekibe adeta mıhlandı. Yakın zamanda bir de Robert Glasper kayıtlarını dinlerken kafam böylesine açılmıştı. Scott’un Logan Richardson ile yaptığı muhteşem diyaloglarda onun meşhur “forecasting cells” tekniğini kullandığını duymamak imkânsızdı. Gerçekten de her üfleyişiyle sahnedeki takım arkadaşlarının yaratıcılığını alevlendiriyordu. Bu diyaloglar kimi zaman Arturo Sandoval’ın hızıyla yarışıyor, kimi zamansa sert R&B ritimleriyle yapı taşlarına ayrılıyordu. Arada kulağımıza çalınan Herbie Hancock – Eye of the Hurricane ise o gece içine çekildiğimiz müzik dünyasının bize yaptıkları ve yapacaklarını anlatmaya yeterdi.
Konser, kabilelerinin şeflik unvanını birkaç ay önce amcasından devralan Scott’un nefret değil anlayış üzerine bir toplum hayalini dile getirdiği “The Last Chieftain” (Son Kabile Şefi) adlı parçasıyla sona erdi. Daha biz kulise inmemiştik ki, Son Kabile Şefi ekibiyle birlikte fuayede aramızdaydı! Ne yazık ki CD imzalayamadılar, çünkü Uzak Doğu’da verdikleri konserlerde tüm depoyu tüketmişler. Ama tıpkı bir albüm gibi kafamızın içinde sarıp sarıp dinleyebileceğimiz o bir buçuk saat belki de en unutulmaz hediyeydi.