Son 15 yılın teknolojik gelişmeleri dinleme pratiğimizi hangi açılardan değiştirdi?
Kültür endüstrinin bugün geldiği durum ve jazz için olumlu ve olumsuz etkileri.
“90’larda çocuk olmak” temalı bir yazı olsaydı bu, yazacağım çok şey olurdu ve en başında da “kaset dönemini görmüş olmanın haklı gururunu yaşadım” diyerek başlayabilirdim. Çünkü gördüm. Bir insanın bir adet kaset ve bir adet kalemle yapabileceği en zihnisinir yaratıcı eylemin, kalemi kasetin deliklerinden birine geçirerek onu ileri geri sarmak olduğu bir dönemde yaşadık. Bunu niye yaptık çok emin değilim ama şu anda bu yaratıcı eylemle ilgili hiçbir fikri olmayan insanlar olduğuna eminim hepimizin etrafında.
Tek basamaklı yaşlarımın ikinci yarısını, evde dinlediğim müziği idrak ettiğim ve çalanı beğenip beğenmediğimin farkına bilinçli olarak vardığım yaşlar olarak nitelendirebilirim sanırım. Müziğin genelde babadan oğula geçen bir “saltanat” olduğunu düşündüğümden, ben de çocukluğumda evde kaset formatında anne baba ne dinliyorsa onu dinleyerek büyüdüm büyük çoğunluk her çocuk gibi. Plak da hatırlıyorum ama ağırlıklı olarak bulunan şey kasetti bizim evde. Klasik batı müziği, Türk halk müziği ve Türk sanat müziği kasetlerimizin yanı sıra Joan Baez, Simon & Garfunkel, Beach Boys, The Beatles, Modern Folk Üçlüsü, Fikret Kızılok, Doğan Canku, Nükhet Duru ve adını hatırlayamadığım bir sürü yerli yabancı folk, rock, pop kasetlerimizi hatırlıyorum bir de. Kasetlerin A ve B yüzleri vardı. Fiziksel olarak bir kaseti elime almak onu açmak, kapağındaki ana resimle kasetin üzerindeki görselin farklı oluşunu farketmem, bazı kapakların açıklamaların yazıldığı kısımlarının 2 kırımlı olması ve o kırımları açınca içinden çıkan ekstra bilgiler, güfte, beste ya da söz ve müziği kimin yazdığının merakla beklenen bilgisi, A ve B yüzündeki parçalar ve kasetçalara çalmak istediğim parçanın doğru yüzünü taktığımdan emin olma duygusunun verdiği mutluluk… Bunlar hep küçük ama müzik dinleme ritüelimde beni çok mutlu eden şeylerdi. Ve sadece 10 yaşındaydık. Ama farkındaydık.
Sonra 10’lu yaşlarımın ilk seneleri geldi ve ben televizyondaki müzikalleri keşfettim. Çok net şekilde neredeyse her karesini hatırladığım, Fred Astaire ve Cyd Charisse’in başrollerini oynadığı 1957 yapımı “Silk Stockings” müzikalindeki dansların aynısını yapabilmek için o zamanki aklımla o zamanın kayıt teknolojisiyle bir yöntem geliştirmiştim! Amacım, müzikaldeki o sevdiğim parçayla Fred Astaire gibi dans edebilmekti ve bunun için o parçanın arka arkaya kaydedilmiş haline ihtiyacım vardı yani şimdiki adıyla “loop”lanması gerekiyordu. Bunun için önce kasetçalarıma boş kaseti koydum, dans sahnesini başlattım ve bittiği yerde kaseti durdurup dans sahnesini yeniden başlatıp aynı işlemi kasetin tüm A yüzüne tekrarladım. Artık elimde 60 dakika boyunca “loop”lanmış dans edecek müzikal malzeme vardı ve ben o an çok mutlu bir çocuktum. Dans etmek için “loop”layarak kaydettiğim parça da, jazz öğrenmeye başladıktan sonra çok seveceğim bir besteci olan Cole Porter’ın “All of You”suydu. O kayıtlar benim için çok kıymetliydi çünkü çok emek veriyordum ve verdiğim emekle parçalar daha da bana ait bir hale geliyordu, onlarla bir ilişki kuruyordum kendimce. Muhtemelen aynı parçayı arka arkaya defalarca dinlemek zorunda kaldığım için de ezberliyordum ister istemez. Aynı duygu daha sonra yine 10’lu yaşların ortalarında, alınan harçlıklarla ilk jazz CD’lerini almaya başladıktan sonra daha da gelişti. CD’leri biriktirdiğim harçlığımla alabiliyordum ve yanlış hatırlamıyorsam ayda bir kere “kültür alışverişi”ne çıkıp her seferinde bir CD ve bir şiir kitabı alıp eve dönüyordum. O günler için bekliyordum, bu bir zaman gerektiriyordu, sabrediyordum ve sonunda emeğimin karşılığı büyük bir mutluluk oluyordu. Eve gelip CD’mi açıp içindeki kartonetini çıkarıp ters yüz ederek defalarca baktığımı çok net hatırlıyorum. CD’yi baştan sonuna defalarca dinlediğimi biliyorum. CD’yi yarıda bırakıp şarkı atlamak yoktu pek. Kaset döneminden gelindiğinden olabilir, sonuna kadar beklenirdi tüm albümün bitmesi için. Kulüpte ya da barda canlı müzik dinlediğimizde tuvalete gitmek için parçanın bitmesini beklemek de aynı edep ve adaba dahil sayılır bence. Bunu öğrenmiştik çünkü.
Çok uzunca bir süre, hatta sanırım 1 sene öncesine kadar – orijinal müzik CD’si alan bir insan oldum. Evden eve taşınırken o CD’ler hep sorun oldu, kutulanması ayrı dert, kutulardan çıkarılması ayrı dert oldu. İlk CD çalarlar çıktığı zamanlarda CD player’ların taşınması walkman’lere göre daha zordu, “CD case” diye de bir taşıma çantası vardı ve içine sınırlı sayıda CD alabiliyordu CD player’ın yanında. Sanırım 5 adetti. O bile sınırlıydı o yüzden CD player’ımla birlikte yürüyüşe çıkacaksam yanıma alacağım 5 CD’yi seçmem gerekiyordu yani sınırsız seçeneğim yoktu, mutlaka seçim yapmalıydım, seçeneklerimi sınırlamalıydım. Sanırım bu “sınırlılık” hali bizi daha seçici ve ne dinlediğimizin daha farkında insanlar yaptı.
2000’lerin başına geldiğimizde hayatımıza mp3 diye yeni bir format girdi, kopya CD’ler çıktı, müziğe ulaşmak çok daha kolaylaşmaya başladı. Bir mp3 çalar olan iPod’un çıkışı da aşağı yukarı bu döneme denk geliyor. iPod’uma elimdeki orijinal CD’leri tek tek mp3’e çevirerek şarkı kaydettiğim ve bunlar için saatlerimi harcadığım günleri çok net hatırlıyorum, hiç uzak değiller. Şu anda yeni üretilen bilgisayarlarda, mp3’e çevirebileceğimiz orijinal CD’lerimizi yerleştirecek CD girişi bile yok. Bana göre ve eminim benim yaş grubumdaki birçok insana göre de, müzik dinlemek kültürün bir parçasıydı. Canlı konserlere gitmek, müzisyeni mp3’ten değil de konserlerindeki performanslarından tanımak, fiziksel olarak görmek. O “an”da orada olabilmek bizler için büyülüydü. Hala da öyle.
Yine 2000’lerin başında youtube’un çıkması, podcast jazz radyolarının artması, bandcamp vs derken günümüze geldiğimizde bugün Spotify’in 217 milyon aktif kullanıcısı olduğunuz görüyoruz. “Bu iyi mi kötü mü?” sorusu hep sorulan bir soru. Eğer benim gibi sosyal medyada müzik paylaşmayı seviyorsanız ve kendi keşfettiğiniz yeni şeyleri, benzer müzik zevkindeki insanlarla paylaştığınızda bu paylaşımlar sizin de paylaştığınız insanların da müziğine fayda sağlıyorsa iyi. Sanat sanatı besliyorsa iyi, yeniye ulaşmak hızlanıyorsa iyi. Vakit kazanmış oluyoruz birçok anlamda. Hiç duymadığın bir şeyi duyman 0-10 saniye arası bir zaman alıyorsa yine iyi. Mesela sırf bu yazı için uzun zamandır bakmadığım ECM sayfasına girip daha önce hiç dinlemediğim bir müzisyen bulup Spotify’dan bir albümünü dinleyip arkadaşımla paylaştıysam bu da yine iyi.
Peki bu işin kötü olan kısmı nedir? Adorno ve Horkheimer’in “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabında “Kültür Endüstrisi” başlığında çok güzel bir cümle var daha ilk paragrafta: “Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır”diye. Buna göre, “Spotify kültürü” olarak adlandırabileceğimiz oluşum, milyonların yeni çıkan bir parçayı aynı anda dinlemesini kolaylaştırmakla birlikte yine aynı kitaptaki “… Radyo ise (bizim örneğimizde buna Spotify diyebiliriz) herkesi demokratik ölçüde dinleyici kılarak, otoriter bir biçimde, farklı kanallar tarafından yayınlanan birbirinin aynı programların eline teslim eder” cümlesindeki gibi benzer insanların benzer şeyleri dinlemesi ve sonunda da çıkan sanatın birbirine benzemesi sorunsalını yaratabilir diye düşünüyorum. Bu kadar çok ve benzer şeyleri dinleyebilmek iyi ama onu gerçekten dinleyebiliyor muyuz? Sorgulanması gereken budur bence. Gerçekten bir albümü alıp baştan sona dinliyor muyuz yeni bir müzikle karşılaştığımızda? Yoksa ilk 20 saniyesini dinleyip geçiyor muyuz? Gerçekten sonuna kadar dinlemediğimizde o parçanın hikayesini anlayamıyoruz ve derinlik kayboluyor, bütünlük kayboluyor. Sadece havada asılı birtakım “chord change”ler birtakım “riff”ler kalıyor dinleyicinin aklında. Bu da, neler olup bittiğini anlayamadan hızlıca geçmeye sebebiyet veriyordur diye düşünüyorum. Müzik de bir insan gibi, canlı ve yaşayan bir oluşum sonuçta. Bir insana dışarıdan bakıyoruz diyelim, herkesin 2 eli, 1 burnu, 1 ağzı var, herkes aynı kelimeleri kullanarak cümleler kuruyor ama her insanın anlattığı hikaye başka. Kişileri özgün yapan da o alttaki hikayeler. Bu nedenle her ne kadar “Spotify kültürü” (ve benzeri kültürler) A ve B kişisinin aynı anda aynı müziği dinlemesini sağlayarak bir benzerlik bulaştırsa da, A ve B kişisinin o dinledikleri benzer müzikten ne aldıkları ve bunu kendi hikayelerine nasıl yansıttıkları, farklılığı ve özgünlüğü yaratan etmenlerdir.
Her gün hızla gelişen teknolojiler sayesinde bugün bir müzisyenle röportaj yapmak istediğinizde size albümünü yollaması, sizin onu dinlemeniz, müzisyene soruları yazıp e-mail ile yollamanız, onun cevapları geri yollaması ve sizin yazıyı, artık çoğu online olan dergiye editöre yollamanız 1 tam gün içinde gerçekleşebiliyor. Eskiden neredeyse bir aya yayılan süreç bugün 1 tam gün. Bunun en güzel tarafı, kişinin kalan hayatına daha fazla zaman ayırabiliyor olması. Belki buradan kazanılan zamanla bir konsere gidilebilir, canlı müzik dinlenebilir, yemek yapılabilir, yürüyüş yapılabilir, çocuk emzirebilir, market alışverişi yapılabilir. Buradan kazanılan zamanla enstrüman ve müzik pratiği yapılabilir. Yine de dinlemek emek ve süreç isteyen bir eylem ve yeni müzik dinleme olanaklarının çıkıyor olması, asla aktif müzik dinleme zamanından çalmamalıdır. Fikrimce, hayatta her şeyde olduğu gibi, müziği dinlemede de “emek, zaman, sabır” üçlemesi her zaman kazanacaktır.
Sonuç olarak, yeni müzik medyalarının yarar ve zararları aslında kişiden kişiye değişken. Spotify’ın nasıl ve ne şekilde kullanıldığı herkese göre değişir. İnanılmaz derecede faydalı şekilde kullanan biriyle, her şarkının ilk 20 saniyesini dinleyip kapatan aynı masada yan yana oturuyor olabilir. Tek gerçek, teknoloji kaçınılmaz. Ben, bundan sonra A ve B yüzünü kaydetmek için çok emek ve zaman harcadığımız kaset günlerine geri döneceğimizi düşünmüyorum hiçbir zaman, Spotify’da playlist yapmak çok daha kolay ve hızlı hem yapan hem dinleyen açısından. Dolayısıyla, elimizdeki bu hız ve tüketim kültürünü ne kadar farkında şekilde kullanabilirsek o kadar rüzgarı arkamıza almış oluruz. Bundan kaçamayız ama farkında olarak bir şeyleri değiştirebiliriz. Her zaman!
Not: Bu yazıyı yazmamda ve son 2 senede hayatıma yeni müzikler katmamda etkili olan Şevket Akıncı’ya buradan teşekkür ediyorum.