Marcus Miller’ı uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım. Benim kuşaktan cazseverler, müzisyeni Miles Davis ve David Sanborn projelerinde besteci-icracı-yapımcı olarak üstlendiği rollerde tanımış ve beğenmiştir. Davis’in kısır bir dönemindeki boşluktan çıkarak yeniden dinleyicilerle buluşmasına vesile olan iksir büyük oranda Miller tarafından karıştırılmıştır.
Basçının jazz dünyasındaki ünü o yıllardan bugüne hiç azalmadı. İstanbul’un da gözdelerinden olan Miller, altı yıllık bir aradan sonra, 31 Ekim Salı akşamı dinleyicilerle buluştu. Ekipte, trompette Russell Gunn, davulda David Chiverton, saksofonda Donald Hayes ve klavyelerde Julian Pollack yer alıyordu. Neredeyse tamamı dolu mekânda, yaklaşık olarak 2,500 kişilik bir topluluğa çaldılar. Konser girişinde sıra beklerken heyecan dolu bir hava yayılıyordu etrafa; müzisyenin sıkı hayranlarının da dahil olduğu bir ortamda bulunduğumuzu hissettim.

Marcus Miller (Photo: Sedal Antay)
Yazarlarımızdan Beran Paçacı’nın arşivine baktığımızda, Volkswagen Arena’daki konserin müzisyenin geçtiğimiz otuz yıl içinde İstanbul’da gerçekleştirdiği on birinci performans olduğunu görüyoruz. Bunlar arasından en az dördünü izlediğimi hatırlıyorum. İlk Açıkhava buluşması, The Istanbul Project ve Afrodeezia albümü ertesinde çalınan konser hemen aklıma gelenler. The Istanbul Project iddiasını kalıcı bir mecraya taşıyamamış ve bu bakımdan bir parça hayal kırıklığı yaratmıştı. Ancak, beklentiler her ne olursa olsun, bu konserlerin her birinde keyifli veya anlamlı diyebileceğimiz unsurlar bulunuyordu.
İzlediğimiz bu son konser Marcus Miller’ın uzun yıllardır neredeyse bir rock grubu gibi konumlanan, büyük yeniliklere gitmeden sürdürdüğü performanslarından biriydi. Bu çerçeveye uygun olarak, etkileşimi tetikleyecek bir çalma listesi belirlenmişti. Panther, Untamed, February, Detroit, Mr. Pastorius, Run For Cover, Gorée, Tutu, bunların bazıları benim de sevdiklerimden ve tahminimce Miller dinleyicilerinin hemen tamamının en çok dinledikleri arasında. Bu anlamda, özellikle basçıyı ilk kez canlı izleyenler için doyurucu bir konser olmuştur diye tahmin ediyorum.
Ancak, Miller’ı sıklıkla takip etmiş olanların bir tür déjà vu duygusuna kapılmış olabileceğini söylemeden de geçmeyelim. Miller’ın besteciliği dinleyiciyi hemen yakalayan bir melodi ya da olduğu yerde hareketlendiren bir kıvraklık kadar, özellikle canlı bir performansta ilginç açılımlara yol verebilecek katmanlar da içeriyor. Bu son konserde bu anlamda bir güncelleme ya da sürpriz çıkmadı. Bir sonraki tercihimi 2011’in Tribute To Miles ayarındaki bir projeye saklıyorum.