Görüşme Tarihi: 28 Temmuz 2017
Mehmet Ali Sanlıkol ile geçtiğimiz Aralık ayında internet üzerinden video konferans yöntemiyle yüzyüze konuşmuş ve bu görüşmeye dair notlarımı Jazz Dergisinde yayımlamıştım. Yıllardır ABD’de yaşayan bu başarılı müzisyeni (aynı zamanda, bir akademisyen, bir etnomüzikolog) tanımanın yanısıra, kendi akademik ilgi ve meselelerime dönme imkânı sağlayan ilginç bir görüşme olmuştu. Öncelikle, yıllardır kafamı kurcalayan ve esasında jazz’a dair akademik ilgimin temelini oluşturan, (erken) Cumhuriyet modernleşmesinin müzik bahsindeki biricik projesi olan “doğu-batı sentezi” fikrinin klasik batı müziği bestecilerimizi heyecanlandırırken, jazz’cılarımıza neden teğet geçtiği meselesini bana tekrar hatırlatmıştı. Sahiden, sosyolojik profilleri (Batıcı, Kemalist, iyi eğitimli, şehirli, çoğunluğu orta sınıfa mensup ailelere mensup) birbirlerine bu kadar benzeyen bu iki müzisyen grubundan biri cumhuriyetin “musıki inkılâbının” peşine düşmüş, o minvalde besteler yapmaya çabalarken; bir diğeri, neredeyse her daim “anaakım” (ABD-çıkışlı, “mainstream”) bir jazz’ı kutsayabilir, o jazz’a benzer icra ve besteler yapmaya çabalar ve aklına bir kez bile bir “sentez müzik” (“Türk Jazz’ı” diyelim) yapmak gelmez? Tabii ki istisnalar var, özellikle son yıllarda bu yönde bir iki çaba var ama, sanırım Türkiye’deki jazz’ı takip edenlerin kolayca reddedemeyeceği bir olgu altını çizdiğim. Sanlıkol, çok genç yaşta gittiği ABD’de, Jazz Dergisinde yayımlanan yazıda anlattığım için tekrarlamıyorum, tuhaf bir “tesadüf” ile mehteran müziği ile karşılaştıktan sonra, o sırada henüz başladığı müzikoloji doktorasının yönünü etnomüzikolojiye (Osmanlı müzik kültürüne odaklanan) doğru çevirmeye karar verir. Böylece, bir piyanist ve besteci olarak sürdürmekte olduğu jazz hayatına bir onyıl kadar ara verecek, bu esnada hem tezini yazacak hem de Osmanlı ve komşu kültürlerin (Bizans, Fars gibi) müziklerini inceleyecektir. İlaveten, bu müziğin çalgı ve ses icrasını ve daha da önemlisi, arkaplanındaki kültürel sistematiği (tasavvuf, divan edebiyatı, dergâh, tekke geleneği gibi) öğrenmeye, anlamaya çalışacaktır.
Yine de, içindeki jazz hissiyatı asla ölmeyecek, onu sonunda kendine “çağıracak” ve sonunda yepyeni bir “sound” olarak ortaya çıkacaktır. Kendi hayatına sorduğu soruya veremediği cevabı olan “Bundan sonra?” (What’s next?) projesinin geçen yıl ortaya koyduğu Resolution isimli CD’nin başta Downbeat olmak üzere birçok ciddî yayın ve eleştirmenin ilgisini çekmesi, biz Türkiye’deki dinleyiciler için bir başka fırsata imkân verdi. Sanlıkol, İstanbul Jazz Festivaline davet edildi ve bence, festivaldeki en ilginç konserlerden birini bize tecrübe ettirdi. Evet, özellikle “tecrübe” diyorum. Yukarda sözünü ettiğim, erken cumhuriyetin tam da istediği yönde değil belki ama, bir tür “sentez” olduğu aşikâr bir müzik salondaki dinleyiciyle karşı karşıya geldi. Daha çok jazz’ı seven, bilen, jazz mekânlarının müdavimi olan dinleyicilerin yanısıra birçok kalburüstü jazz müzisyeni de salondaydı. Ve konser başladı. Bazıları hararetle alkışlarken, bazılarının suratı asılıyor, hatta birkaçı salondan erkenden ayrılmayı yeğliyordu. Hele bir de son parça olarak Erkin Koray’ın Estarabim’i çalınınca salonda hafif bir dalgalanma (olumlu ya da olumsuz) olduğunu fark etmemek elde değildi. Bir konser sonrası anketi uygulamadım ama, o gece salonda olanların tecrübe ettiklerinin hiç de sıradan olmadığını söylemek pek de yanlış olmaz. Salondakilere soramadığım tüm soruları bu işin müellifine, Mehmet Ali Sanlıkol’a sorabildim. Zorlu’daki konserden sonra devam edeceği turnesinin (aynı grup ve repertuvarla Bursa ve Kıbrıs’ta da çaldılar) ardından İstanbul’da buluşmayı teklif ettim, sağolsun kabul etti, görüştük.
Çok alçakgönüllü, eskilerin deyimiyle, “çelebi” birisi Mehmet Ali Sanlıkol. Kibar bir üslûpla ama lâfını da esirgemeden o geceyi ve sonrasında yaşadıklarını anlattı. İlk olarak, Zorlu’daki konserin sonrasından başlayalım. Çünkü, gerek Bursa, gerekse Kıbrıs konserlerindeki dinleyici ile Zorlu’dakinin bir alâkası yok. Jazz’dan belki daha bîhaber, daha “yerli”, daha “sıradan” bir dinleyici Bursa ve Kıbrıs’takiler. Onlar nasıl buldu diye sorduğumda, hiçbir sorun yaşanmadığını, hem müzisyenlerin hem de dinleyicilerin keyif aldığı konserler olduğunu düşündüğünü söyledi. Zorlu nasıldı diye sorduğumda ise, sahnedeki müzisyenler cenahında bir sorun olmadığını, salon tarafından ise pek emin olamadığını, mutlaka sevenler olduğu gibi, icra edilen müziğe daha mesafeli olabilecek olanlar vardı sanırım dedi. Kullandığı nazik ve temkinli dil, aslında salondan sahneye taşınan enerjinin rengini az çok belli ediyordu. Konuyu biraz daha netleştirmek için, örneğin Mevlevî müziğinden etkilenildiği aşikâr Devr-i Revan gibi eserler sizce nasıl karşılanmış olabilir diye sorduğumda, biraz kafaların karışabileceğini, Yeni-Osmanlıcı bir müzisyen gibi algılanabileceğini, hâlbuki yaptıklarının bununla hiçbir alâkası olmadığını özellikle belirtme ihtiyacı hissetti. Derdinin müzikler arasında yapısal bir birliktelik sağlamaktan öte olmadığını, tabii ki bu tınıları sevdiğini, saygı duyduğunu da sözlerine ekledi.
Tabii ki, sadece söylediklerinden “derdinin” ne olduğunu anlayamayız Sanlıkol’un. Bu nedenle, örneğin Mevlevî müziğinden ne kadar yararlandığının, nerede, nasıl farklılaştığını anlamak önemli olabilir. Sanlıkol’un müziğini bilenlerinin haberdar olduğu üzere, kendisi aynı zamanda bir “gazelhan” (bu konuya yazının sonunda tekrar döneceğim) ya da en azından birçok enstrümanın yanısıra, vokalist olarak de kendi müziğini icra eden biri. Söylediği metinlerin dilini anlamak için hem Osmanlıcaya, hem de Mevlevi/Nefes geleneğine vâkıf olmak lazım. Acaba doğrudan Mesnevi’den mi geliyor söylenen sözler? Hiç de öyle bir durum yok. Örneğin, oldukça tartışmalı bir şair olan Neyzen Tevfik’i özellikle müziğine katıyor. Tevfik’ten bir metnin (“Aksedince gönlüme Şems-i hakikat pertevi / Meyde Bektaşî göründüm neyde oldu Mevlevî”) söylenmesi bile Sanlıkol’un derdinin ne olduğu konusunda bize ipucu sağlıyor. Doğru, Neyzen Tevfik de gelenekten gelen biri ama geleneği tam anlamıyla asla temsil etmiyor, belki de yaşadığı hayat ile geleneğe karşı durduğu bile söylenebilir. O bir rint! Rindin sözlüklerdeki ilk anlamı “gönül eri”, ikincisi ise, berduş, serseri. Siz hangisini Neyzen’e yakıştırırsınız bilemem ama, sizi Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin Ölümü şiirini hatırlamaya davet edebilirim: “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter”. Türkiye’deki jazz’ın tam da ortasında bulunduğu meselenin (bence bir bunalım aslında) bir tür tarifi gibi Neyzen Tevfik’in ne olduğunu anlarken yaşadığımız kafa karışıklığı. Çünkü, hem modern bir dünyada yaşamaya mecbur ve bu nedenle eza çeken bir ölümlü, hem de geleneğe vâkıf bir fakir, bir derviş. Hayatı, şiiri, inanışı, neyi, neyi üflemesi bir “füzyon” olmasın sakın? Bir de böyle düşünün.
Konsere dönelim. Sanlıkol, yaptığı müziğin, müziğe olan yaklaşımının, jazz’ın şu anda dünyadaki durumunun çok iyi farkında ve bu nedenle, müziğinin birilerinin “sinir uçlarına” dokunabileceğini biliyor. Bu nedenle mi özellikle Estarabim’i çaldığını sorduğumda Sanlıkol’un ABD’deki hayatına bakmak zorunda kalıyoruz. Kendisine bir tür misyon tarif ettiğini anlıyoruz. Türk müziğinin farklı türlerini tanıtmak için konserler düzenliyormuş yıllardır Boston’da. “Anadolu-Rock” ya da “Arabesk” gecesi gibi, önemli olan iyi müzisyenlerle bu müziklerden örnekleri doğru dürüst çalmak diyor. Estarabim de oradaki repertuvardan alınan ve bu konser için yeniden düzenlenen bir parça. İstanbul müzik kültürünü örneklediği A Story of the City: Constantinople, İstanbul albümündeki Orhan Gencebay bestesini (Felekten Beter Vurdu) de hatırlatıyor bu minvalde. Bu arada, odaklandığı müzik pratiğini tanıma anlamında önemli olduğunu düşündüğüm, Boston’daki hayatına dair bir başka tuhaf detayı da öğreniyorum.

Mehmet Ali Sanlıkol (Photo: Engin Tufan Sevimli)
Konserde vokal icrasını hatırlatarak, siz kendinizi nasıl görüyorsunuz, bir “gazelhan” mı, yoksa “muganni” mi diye tuzaklı bir soru soruyorum. Gazelhan için basitçe “gazel okuyan” denebilirse de, daha çok eğitimsiz ama iyi bir kulağa sahip vokal icrası yapanlar için kullanılır geleneksel müziğimizde. Muganni, “şarkı söyleyen”, şarkıcı anlamına gelse de, geleneği hocalarından öğrenen, eğitimli bir icracıya işaret eder. Örneğin Münir Nurettin, kendisini her zaman bir muganni olarak görmüştür, çok iyi gazel icra edebiliyor da olsa. Sanlıkol, tuzağa düşmediği gibi, aslında her ikisi ya da daha da fazlası olduğunu anlatan bir cevapla beni şaşırttı. Kendisinin daha çok bir “mevlithan” olarak nitelendirilebileceğini söyledi! Mevlithan? Geleneksel müziğimizin bu topraklardaki en özgün dinî ritüellerinden biri de, birisinin kaybı ya da anısı için mevlit okutmaktır. İlginç bir şekilde, Türkçe icra edilen Mevlit geleneğinin son yıllarda azalarak, Arapça icra edilen Yasin okutma ile yer değiştirmeye başlamıştır. Konumuz olmadığı için burada siyasal-kültürel bir analiz yapmayacağım ama, bu dönüşümün araştırılmaya muhtaç olduğu söylemem gerekiyor.
Tekrar konumuza, Mehmet Ali Sanlıkol’un, kendi deyişiyle, Boston’un belki de “yegâne” mevlithanı olmasına, neden böyle bir işle iştigal ettiği meselesine dönelim. Çok uzun bir eser olduğu için aslında Mevlit genellikle birden çok solistle icra edilir. Türkiye’deki kayıtlara da bakarsanız, her zaman birden fazla icracının yer aldığını görürsünüz. Zaten Sanlıkol da, mevlit okurken çok zorlandığını, sesini özellikle ilk bölümlerde yormamaya gayret ettiğini, son bölümler için de sakladığını anlattı. Peki, tüm bu zorluklara rağmen neden mevlit okuyor, böyle bir işe kalkışıyor? Çünkü, ancak icra ile mevlit gibi bir eserin öğrenilebileceğine, icra edenler ve dinleyenlerin hangi safhalardan geçtiğinin çözümlenebileceğine, bir esere ancak böyle vâkıf olunabileceğini inanıyor. Ney de üflese, gazel de söylese bu insanın asıl derdi, odaklandığı müziği tecrübe etmek, içinde olmak, onunla devam edebilmek. İcraya dair herhangi bir iddiası yok. Yine de icra edilmeden anlaşılamayacağını söylüyor.
Şu anda masasında neler olduğunu, nelerle uğraştığını sorduğumda, ilginçtir, yine müzik hayatının son onyılına işaret ederek cevabını verebildi. Bir kopuştan sonra, bir gelenekle tanışılan ve böylece şekillenen bir yolda yürüdüğünden dem vurarak tezgahındakileri anlatmaya başladı. Eklenerek, koparak, birleşerek, sapa patikalardan geçerek birbirine bağlanan sarp, zorlu bir yol. Mehteran (Osmanlı müziğinde “kaba saz” denilen) ile başlayan ve “ince saz”a (Saray, Tekke, “oda” müzikleri) doğru evrilen bu serüvenin birbirini besleyen iki istikameti olduğunu anlıyorum anlattıklarından. İlk olarak, Osmanlı müziğinin en temel kaynaklarından olan Bizans müziğine (kendine özgü bir notasyon olan, “Greek-Orthodox Church Notation” diye bilinen) odaklanan bir akademik çalışmadan bahsediyor. Elinde, 1850’de İstanbul’da basılmış Bizans müziğine dair kapsamlı bir kitap var. Kilisede icra edilen müziklerinin yanısıra din-dışı müziklerin notaları da kapsayan bu eseri tasnif etmek, varolan kataloglarla karşılaştırmakla meşgul. İkinci istikamet ise daha aklî, daha tasavvuf odaklı; özellikle nefesler, tekke/dergâh müzikleri, oradaki anlam örüntüleri, müzikal/makamsal yapılara yönelik. Sanlıkol’un bestelerinin arkaplanında önemli bir rol oynuyor sanırım buradaki bilgi öbekleri, birikimler. Kendini aradığı, bulduğu, belki de tekrar yitirdiği zemin buralarda şekilleniyor.
Gelelim daha somut projelerine. “What’s Next” (Bundan sonrası?) diye isimlendirdiği grup-müziği formatının süreceğini düşünüyor. İçinde yer alan müzisyenlerin de benimsediği, zaman içinde olgunlaşmış, Sanlıkol ismi ile de bütünleşmiş bu “combo-band” müziğinin devam edecek olması iyi bir haber. Ama anladığım kadarıyla, içindeki “jazz”, içindeki “piyanist” de uyanmış Sanlıkol’un ve onu acilen, daha bildik jazz formatlarına, örneğin bir trio müziğine doğru yönlendiriyor. Trio meselesine bayağı kafa yormuş, heyecanla oluşturmak istediği trionun çalgı profilini anlatıyor. Elektronik bir iki aletle desteklenecek bir piyano, arşenin etkin olarak kullanılacağı bir kontrbas ve en önemlisi, yepyeni bir yapıya dönüşecek bir davul seti. Davul seti konusunu iyice açıyor. Kafasındaki müzik ve icranın yeni bir müzikal spektrumu olacak ve bu bağlamda vurmalılar çok önemli. Aklına, müziğini Gamelan gonglarıyla “boyama” fikri düşmüş. Gamelan müziğinde kullanılan gongların esas alındığı bir davul seti düşlüyor. Makamsal, mikrotonal ses atmosferinde “usûl”ün gongların eşliğinde yürüyeceği bir vurmalılar seti. İyice olgunlaşmış bu fikir anladığım kadarıyla ve bu yıl, 23 Kasım’da Paris’te vereceği konserde bu trio dinleyiciyle karşı karşıya gelecek. Ben de sonucu şimdiden merak ediyorum.
Trionun yapısını düşünüp, nedir bu, “doğu-doğu” ya da “doğu-uzak doğu” sentezi mi gibi manasız bir soruya yönelmenin hiç gereği yok. Yıllardır içinde çırpınıp durduğumuz “doğu-batı” sentezi meselesinden ne kadar uzaklaşırsak o denli özgürleşecektir müzik. Kimliksiz bir müzikten tabii ki söz etmiyorum. Ne yaparsak yapalım, kültürel kimliklerimiz bir yerlerden gelir sanatçıyı bulur, müzisyene dokunur. Önceden plan yapalım ama kimliği doğu-batı ekseninden çok, modern-geleneksel dinamiğinde arayalım, düşünelim. Ece Ayhan, şüphesiz haklıdır bu konuda: “Doğuya doğru fazla giden, coğrafya yüzünden, Batıya düşer. Tersi de geçerlidir bunun”. Ve unutmayalım, kadim kardeşidir şiir müziğin. Modern Türk şiirini anlamak için geleneksel şiirimize (saray ve halk, dergâh ve tekke, ama her durumda Osmanlı kültürüne) gitmek zorundasınız. Müzik bahsinde de şairlerden öğreneceğimiz çok şey var. Bu nedenle, ilk bakışta gelenek ile en uzak duruyor gibi olanından, Ece Ayhan’dan başlasanız bile varacağınız yer böyle, “karşılaşmalar” (geleneksel ile modernin, saray ile halk kültürünün, dergâh ile tekkenin, elit ile avamın vesaire) zeminidir. Sadece, “bakışsız” bir “kedi kara” diye yazan bir şair değildi Ayhan, aynı zamanda en fakirinden bir “derviş” idi ya da değildi. Hem oradaydı, hem de burada. Meraklısı, Zambaklı Padişah’a bakar, ne demek istediğimi anlar. “Ey ustalıkla taşeronluğu birbirine karıştıran ve / yaşayan okur! / Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş”. Ece Ayhan’ın Osmanlı şiirinden nasıl yararlandığı, Mehmet Ali Sanlıkol’un serüvenini anlamak için müzik bahsinde sıkı bir kılavuz olabilir.
Mehmet Ali Sanlıkol’a Türkiye turnesinde eşlik eden isimler:
-Mehmet Ali Sanlıkol, piyano, klavyeli çalgılar, vokal, continuum fingerboard, ney, zurna ve cümbüş -Tiger Okoshi, trompet -Sam Dechenne, trompet -Mark Zaleski, klarnet ve alto saksofon -Aaron Henry, soprano ve tenor saksofon -Bulut Gülen, trombon -Melanie Howell, bas klarnet ve bariton saksofon -Cenk Erdoğan, perdeli ve perdesiz gitar -Adem Gülşen, piyano ve klavyeli çalgılar -Alper Yılmaz, elektrik bas -Bertram Lehmann, bateri -George Lernis, kudüm, darbuka ve vurmalı çalgılar