Kimi şarkıcı vardır, tek bir şarkısıyla kalbinizi çalar. Ama kimi şarkıcı vardır, kalbinizi kendi elleriyle çalar ve ömrünüzün sonuna kadar size geri vermez. İşte Melody Gardot da benim için o ikinci üst mertebeden bir şarkıcı. Tabii ben onu ne kadar seviyorsam, bir o kadar sevmeyenleri de vardır diye tahmin ediyorum. Çok basit, çok mainstream ya da titrek sesli diye eleştirildiğini duyduğum oluyor. Elbette zevkler ve renkler tartışılmaz ama kendi adıma bu eleştirilere tek cevabım şudur: Basit ama kalpten gelen her şey güzeldir ve kendi içinde en gelişmiş zihnin bile taşıyamayacağı bir derinliği barındırır. Her neyse muhaliflere gözdağı vermeyi kesip Melody ile nasıl tanıştım önce onu açıklayayım.
Efendim bundan yaklaşık 7-8 yıl önceydi. Bir akrabamın arkadaşı olan genç bir kız benden vokal dersi almak istediğini söyledi. Ben de “Ne haddime, bu işi uzmanları yapsın” deyip, kızı tanıdığım diğer eğitmenlere yönlendirmek istedim. Ama yok! Kız inat etti bir kere. İlla ki benden ders alacakmış. Belki de akrabam ikna etmiş onu, kim bilir. İşte o “yok ders verirsin”, “yok ders vermem” itiş kakışı arasında bana söylemeyi çok istediği birkaç şarkının linklerini yolladı. O zamanlar niyetim yoktu vokal dersi vermeye, ama yeni şarkı keşfetmeye de bayıldığımdan hemen açıp hepsini tek tek dinledim. İçlerinden bir tanesi öyle basit ama öyle güzel groove ediyordu ki, “Helal olsun bu kadına” dediğimi dün gibi hatırlıyorum. Derinlerde su gibi dalgalanan esnek, parlak ama puslu bir sesti bu. Kesinlikle karakteristikti. Parçanın adı “Who Will Comfort Me” idi. Baktım söyleyen Melody Gardot diye bir kadın.
Hemen videolarını fotoğraflarını taramaya başladım. Sesinin yanı sıra ikinci dikkatimi çeken gözlerinden hiç çıkarmadığı güneş gözlükleri oldu. Ömrümü dört-göz geçirmiş biri olarak sebebini merak ettim. Yani sırf imaj olsun diye mi takıyordu bu gözlükleri yoksa başka bir nedeni mi vardı? Sonra hayat hikâyesini açıp okudum. Okumaz olaydım. Her ne kadar görsel imajına dişi bir Ray Charles havası katıyor olsa da, o gözlüklerin varoluş sebebi çok ama çok farklıymış.

Melody Gardot (Photo: Sedal Antay)
Hemen hemen yaşıtım olan Melody Gardot, New Jersey’de Polonya kökenli, fotoğraf sanatçısı gezgin bir annenin kızı olarak dünyaya gelmiş. 16 yaşındayken barlarda piyano çalıp, The Mamas & the Papas, Duke Ellington ve Radiohead cover’lar seslendiriyormuş. Ama 18 yaşına bastığında büyük bir talihsizlik yaşamış. Bir gün yolda bisikletiyle giderken kırmızı ışıkta fırlayan bir arabanın gazabına uğramış. Sonra olup bitenler tam bir kâbus manzarası. Frida Kahlo’nunkinden bin beter bir manzara… Öte yandan, bugünkü haline kavuşma süreci tam bir örnek hikâye.
Düşünün ki size bir araba çarpmış ve leğen kemiğiniz ikiye ayrılmış, bir de iki beyin korteksiniz arasındaki nöronlar zarar görmüş. Ayağa kalkıp yürümek şöyle dursun, elinizle çatal bile tutamıyorsunuz. Dünyanız ekseninden fırlamış gitmiş. Ne dünü, ne bir dakika öncesini hatırlayabiliyorsunuz. Gözünüz ışığa, kulaklarınız ise ses aşırı duyarlı hale gelmiş (ve o gözlükler de tam bu noktada devreye girmiş).
İşte Melody böyle bir enkaz halinden müzik sayesinde kurtulmuş. Önceleri kulaklarını hırpalamayan bossa-nova parçaları dinlemiş bol bol. Sonra doktorunun tavsiyesi üzerine zihninde kendi minik şarkılarını yazıp, mırıldanmaya başlamış. Ve gel zaman git zaman, müzikal aktivitelerin sinir sistemini tetikleyici gücü sayesinde, beyninin ve vücudunun kopuk kablolarını onarmayı başarmış. Eski çalgısı piyanoya bir süre ellememiş, onun yerine gitar çalmayı öğrenip, yeni şarkılarını bu gitarla kaydetmiş ve internete koymuş. Her gün biraz daha dikkat çeker olmuş bu kayıtlar. Sonunda da Universal Music Group’un dikkatini çekip şöhret basamaklarını hızla tırmanıvermiş.
Bu süreçte vücudundaki inanılmaz ve kesintisiz acıları dindirebilmek için (Frida Kahlo’nun yaşam öyküsünü bilenler hangi tür bir acıdan bahsettiğimi anlayacaktır) hem özel bir sinir yatıştırıcı bel kuşağı kullanmış, hem de yine başka bir doktorunun tavsiyesi üzerine yemek pişirerek kendisine vücut terapisi uygulamış. Özetle ruhun gıdası müzik ve vücudun gıdası yemekle yeniden hayata dönmüş Melody.
Beyin kanaması geçirip bir daha ayağa kalkamayan ressam bir babanın kızı olarak, bu hikâyeyi ilk okuduğumda çok etkilendim. Sonra Melody’nin müziklerini daha da çok dinlemeye başladım. Çok geçmeden sesi ve müziği beni sonsuza dek ele geçirdi.
Dahası, o gün bugündür Melody sayesinde pek çok jazz şarkısına yeniden ısındım. Pas geçtiğim parçaları çalışmaya başladım. Çünkü Melody de –her ne kadar bir crooner olmasa da – tıpkı Frank Sinatra gibi, şarkıları dünyaya sevdirecek o tılsımlı güce sahip. Bu sadeliğin mucizesi. Tarif ettiğim mucizenin belki de en güzel örnekleri Melody’nin Bye Bye Blackbird adlı EP’sindedir. Ya da belki de Beatles’tan söylediği Because kaydında. Ya da 2009’da kaydettiği “My One and Only Thrill” adlı parçasında. Her kelimesinde thrill’i (yani titremeyi) içinizde hissedersiniz.
Melody Gardot İstanbul’a daha önce iki kere gelmişti. Birinci konser 2013’te Tarabya’daki Alman Sefareti’nde, ikincisi ise 2015’te Sepetçiler Kasrı’nda gerçekleşmişti. Şimdiyse İKSV Jazz Festivali’nin 25. yılı şerefine yine bizlerleydi. Önceki ikisini maalesef kaçırmıştım. Ama bu yıl muradıma ermeye kararlıydım. O yüzden 27 Haziran akşamı, meteorolojiden yapılan tüm yağmur, fırtına ve dolu uyarılarına rağmen Maslak’ın yolunu tuttum.
Aslında şans yüzüme biraz daha güldü. Konser öncesi Melody ile burun buruna geldim. Ne var ki, yüzünü örten geniş hasır şapkası yüzünden kim olduğunu o an idrak edemedim. Fark ettiğimde ise iş işten geçmiş benden uzaklaşmıştı. Elbette kural ihlali yapıp, “Dur! tanışmak istiyorum.” diye peşinden koşabilirdim. Ama uslu durdum, çünkü büyük bir konsere saatler kala hiçbir sanatçıya dokunmamak lazım. Sonucu en azından sizin adınıza hayırlı olmayabilir. Neyse kısmet değilmiş, bir dahaki sefere deyip yoluma devam ettim.
Etkinlik son anda Uniq Açık Hava sahnesinden Volkswagen Arena’ya alınmıştı. Hava muhalefeti meselesi bir yana, aslında güzel de bir karardı. Ancak, hem bilet ve davetiye hem de kapıdan giriş için ayrı kuyruklar oluşunca içeri giriş, gereğinden fazla zaman aldı. Haliyle konser de yarım saat kadar geç başladı. Bir de artık menajeri mi öyle istemişti bilmiyorum ama gazetecilerin profesyonel makineyle içeri girmesine izin verilmedi. Makinesini vermek istemeyenlerin ise pilleri alındı. Halbuki diğer herkes cep telefonuyla istediğini kayda alıyordu. Keşke bir orta yol bulunabilseydi.
Neyse dırdırlanmayı kısa kesip, konsere geçeyim. Efendim gece, Madeleine Peyroux ve Norah Jones ile de çalışmış, Grammy ödüllü şarkı yazarı Jesse Harris’in Melody ile birlikte yazdığı efsane parça “The Rain” ile açıldı. Akşamın hava duruma uygun bir seçimdi. Melody piyanodaydı. Üzerinde dümdüz, siyah bir işçi tulumu vardı. Sanki diyordu ki “boş verin ne giydiğimi, müziği dinleyin”. Ama –akşam birlikte konseri izlediğim bizim kızlar çetesi de şahittir – Melody o kaba elbisenin içinde bile adeta zarafetin kitabını yazdı. Ayrıca orkestraya bu kadar cool el işaretleriyle komut veren bir şarkıcı daha gördüğümü hatırlamıyorum.
Sahnedeki ekip Live in Europe albümündeki o efsane performansları aratmadılar. Live in Europe’u mutlaka dinleyin derim. Bu sene çıkan yepyeni bir canlı konser performansı derlemesi. 2 CD’den oluşuyor. 2012-2016 yılları arasında Londra’dan Lizbon’a pek çok konserin en harika anlarını sunuyor. Albümün küratörü ise bizzat Melody Gardot’nun kendisi. Hele ki “The Rain” ve “March for Mingus” adlı track’leri sakın atlamayın. Gece rüyanıza sızacak türden iki performans.
Albümler hakkında bir ara parantez açmışken şunları da eklemek isterim: My One and Only Thrill dışında, gidin 2015 tarihli Currency of Man adlı albümü parça parça hatmedin. Bir bakın bakalım neler denmiş, nasıl denmiş? Eğer Melody’nin sesindeki Latin aromasını tatmak isterseniz buyurun the Absence orada köşede bekliyor. Yok bu kadının Fransızcasını duymak istiyorum derseniz “Les Etoiles”e kulak verin. Elastik vokalizlerinin o dilin fonetiğine nasıl cuk oturduğunu duyup hayran kalın.
Konsere geri dönecek olursak, geceyi tek solukta içimize çektik. Öyle ki konser erken bitti sandım. Bazen bunu hisseder insan. Sahnedeki o kadar kesintisiz bir bağ kurar ki müziğiyle, çevrenizde oturan sosyal medya canavarlarının göz yakan ekranlarını bile görmez olur gözleriniz. Zaman mefhumunuz da şaşar gider. İşte müziğin geldiği mertebe buydu 27 Haziran gecesi.
Melody konser boyunca kâh piyano başındaydı, kâh gitar çaldı. Özellikle tango aranjmanlı parçalarında, piyanodaki kırık akorlarıyla tangoyu bir dans olmaktan çıkarıp, adeta bir hikâyeye dönüştürdü.
Parça aralarında, toplumsal dokundurmalar yapmadan da edemedi. Neler düşündüğünü merakla dinledik. Sonra da “Don’t tell the president” deyip hepimizi gülmekten kırdı geçirdi. Yorumları arasında şu çok hoşuma gitti: “Binalar dikmek için ağaçları kesiyorlar. Binaları para için dikiyorlar. Ama para ne? O da ağaçtan yapılıyor işte”. Güzel tespitti.
Melody Gardot gibi orkestrasını böylesine dinç tutan kadın şarkıcı az bulunur. “Uyum içinde olan” demiyorum, “dinç tutan” diyorum. Çünkü uyum bazen sıkıcı bir hal de alabiliyor. Dahası şu bir gerçek ki mainstream olanı yapan ile yeni bir mainstream yaratan arasında büyük bir fark var. Günün sonunda kendi adına konuşan müzik yaşıyor, diğerleri alkışlanıp unutuluyor. Melody’nin müziği hep yaşayacak olanlardan. İster kendi bestesi olsun, ister bir cover…
İşte tam da bu yüzden, konser sonrası kafamıza yağmur ve dolu yiyerek, binbir zorlukla eve dönmeye çalışırken hep şu telkin cümlesini tekrar ettim kendime: “Olsun Melody Gardot için değerdi!”.