‘Jazz festivalinde, sadece jazz çalınmalıdır’cılardan değilim. Jazz dışı popüler isimlerin konserleri ile ünlü konuklu projelerin (tabii projeye ismi dışında katacak bir şeyi olduğu sürece) hem festivalin tamamına dikkat çekmek hem de, belki daha da önemlisi, yüksek bilet geliriyle organizasyonun geri kalanının finansmanına katkıda bulunmak gibi faydaları göz ardı edilemez, tabii programlama anlayışındaki denge ve seçilen pazarlama yöntemleri de önemli.
Bu sene ilk kez deneyimleyeceğim Gece Gezmesi’nin programını incelerken kendimi bunları düşünürken buluyorum.
İstanbul Jazz Festivali programlama anlayışında tutucu bir festival değil, tam tersine dünyadaki trend’leri yakından takip eden, jazz’a komşu müziklere de jazz kadar programında yer veren bir festival. Zaten bu jazz’ın doğasında var; jazz’a komşu olmak etnikten elektroniğe, blues’dan soul’a, klasikten funk’a, neredeyse her müzik türünde mümkün. Koskocaman bir özgürlük alanından söz ediyoruz, geniş bir çatı. Tabii lojistik sebeplerle, festivalin programı büyük ölçüde o tarihlerde Avrupa’da gerçekleşen turneler doğrultusunda oluşuyor.
Sonra geçen seneki tartışmalar geliyor aklıma. Festivalin 25. yılı için yapılan basın toplantısında, Nick Cave’in festivalin yıldızı olarak lanse edilmesi jazz camiasından tepki görmüştü. Nick Cave’in programda yer almasına kimsenin itirazı yoktu ama 2001 yılında, yine jazz festivali kapsamında konser verdiğinde, Roll Dergisi’nde yayınlanan Q dergisi okur sorularından “En az sevdiğiniz müzik türü nedir?”e “Miles Davis’i bir tarafa bırakırsak, trompeti ve o dumanlı jazz sound’unu sevmiyorum. Dizime lastik çekiçle vurulmuş gibi tepki gösteriyorum” diyen Nick Cave’in, jazz’ın 25. yılında ön plana çıkartılmasıydı itiraz konusu olan.
İKSV’nin genel müdürü olmadan önce, 1994 yılındaki ilk senesinden itibaren 8 yıl boyunca İstanbul Jazz Festivali’nin direktörlüğünü yapan Görgün Taner’in 25. yıl için yazmış olduğu bir yazıdan, festivalin programlama anlayışına dair bir alıntı yapmak istiyorum. 1995 yılında New York’ta yapılan bir Avrupa Jazz Festivalleri toplantısından bahsediyor.
“Biraz sonra jazz festivallerinin içinde rock grubu yer alır mı tartışması başlıyor. Dünyadaki bütün önemli sanatçılara bir telefon uzaklıkta olan Claude Nobs (Montreux Jazz Festivali kurucusu ve uzun yıllar direktörü), “Ben” diyor, “bu seneki posteri David Bowie’ye yaptıracağım. Festivaller bir şemsiyedir. Gelecekte hangi müziğin hangi türe girdiğini, neyin jazz olup neyin olmadığını tartışmayacağız. Değişik kültürlerin müzikleri ve insanları yan yana duracaklar ve birbirlerinden etkilenecekler. Hem kuliste hem sahnede birbirlerinden öğrenecekler. Değişik sanatçıların yer aldığı güzel projelere kapı açıyorum ben. Bugün David Bowie, yarın Jamiroquai”. Tartışma alevleniyor. Önce içimden, sonra dışımdan Claude Nobs’a hak verdiğimi söylüyorum. Konuşmalar uzuyor gidiyor”.
Nobs’un hedeflediği her şeyi anlıyor ve katılıyorum, sadece o zaman gerçekten de bir jazz etiketine ihtiyaç var mı? Bana sorarsanız müzik dinleyene bir şekilde değiyorsa, etiket önemini kaybediyor (çünkü ne de olsa etiket bir pazarlama aracıdır) ama katılacağınız organizasyon kendisine bir etiket seçtiyse, ister istemez ağırlıklı olarak o etiketin vadettiği müziklerden örnekler duymayı bekliyorsunuz. İstanbul Jazz Festivali 25. yılı itibariyle #jazzvedahası sloganıyla buna çözüm bulmuş görünüyor ama bana göre de, illa denge. Neden Montreux Jazz Festivali’nin posterinde David Bowie kullanılır ya da İstanbul Jazz Festivali programının en vurgulanan ismi Nick Cave’dir?
Bir yandan ‘Gece Gezmesi’nin programına bakıyor, bir yandan da bunları düşünüyorum. ‘Festival içinde festival’ sloganıyla sunulan organizasyonun posterinde en tepede iki jazz dışı isim; Gaye Su Akyol ve Liraz var, diğer tüm isimler daha küçük puntolarla ve alfabetik sırayla yazılmış. Programdaki birkaç jazz konserini cımbızla seçip programıma ekliyorum ama sanıyorum etkinlikteki jazz dozunun biraz daha fazla olmasını bekliyordum. Ben 21 etkinlik içinden 3 tane jazz sayabiliyorum. Müziğini bildiğim bazı jazz dışı isimlerle, bilmediklerimin bulabildiğim video’larından görebildiğim kadarıyla Gece Gezmesi’nin programındaki isimlerin çoğu jazz’a komşu bile değil.
Müzik sektörünün daha alternatif tarafında faal olan ve zaman zaman görüşlerinden çok faydalandığım kuzenim, ‘Denibanka’ya fikrini soruyorum.
“Bunu jazz olarak düşünme” diyor bana, “bu kendi başına bir organizasyon”.
“E, peki ama neden jazz festivali kapsamında?”
Bana sorarsanız harika bir organizasyon fikri. İstanbul’un en genç, aktif ve sanata duyarlı semtinde, bir festival alanındaymışçasına, insanların bazen tek bir konser bile izleyemeyecekleri bir fiyata, konserlerde kalma süresine bağlı olarak, yürüme mesafesinde 5 ila 10 konser deneyimleyebilecekleri bir etkinlik. Jazz var, elektronik var, etnik var, pop var, rock var, folk var, seç beğen al, zevkine göre. Daha da güzeli, ilgi çekici popüler isimlerin yanı sıra, ağırlıklı olarak kendi alanının yeni isimlerini kalabalıklarla buluşturuyor olması. Ana akım müzik yapmayan ama çoğu dünya standartlarında işler yapan ya da yapabilecek olan genç isimler için harika bir vitrin. Harika bir İKSV projesi. Ama acaba bu proje bağımsız olarak düşünülebilir mi? 2016 yılında bir kere festival dışı zamanda yapılmıştı ama ben jazz festivalinden bağımsızlaştırılmasından bahsediyorum. Yılda birkaç kere bile yapılabilir. Ulaştığı kalabalıklar düşünülürse, kendi sponsorunu bulabilecek potansiyele de sahip bir proje. Seyirci için eğlenceli, bol seçenekli ve ucuz bir etkinlik, müzisyen için kolay ulaşmayacağı kalabalıklar, İKSV açısından da yeni müziğe müthiş bir destek. Bence müzik endüstrisinin böyle bir harekete çok ihtiyacı var.
Bu etkinliğin jazz festivali kapsamında gerçekleşiyor oluşunun, katılan genç müzisyenleri festivalin davetlisi olan yabancı basın ve festival mensuplarına tanıtma fırsatından yararlanmak olabileceğini de düşünüyorum. Bu da o müzisyenler için kolay yakalanmayacak bir fırsat ve zaman içinde bu buluşmaların olumlu sonuçları da olduğunu sanıyorum ama yine de bir jazz festivalinin vitrininde, uluslararası profesyonellere sunacak daha fazla jazz olmalıydı diye düşünüyorum. Neticede Türkiye, uzun yıllar Batı’nın jazz’ ını batı kadar iyi çalmanın peşinde koştuktan sonra, artık kendi özgün işlerini de çıkaran ama henüz bireysel çabalar dışında, müzisyenleriyle Avrupa turne rutuna dahil olamamış bir ülke. Sektörel desteklere çok çok çok ihtiyaç var.

Şallıel Bros (Photo: Emre Durmuş)
Gelelim gezme tozma işlerine. Açılışı; severek takip ettiğim, neredeyse ‘çocukluklarını bilirim’ diyebileceğim Şallıel Biraderler’le yapıyorum. Tenorda Anıl ve altoda Batu Şallıel; tuşlu çalgılarda Tolga Erzurumlu, bas gitarda Caner Üstündağ ve davulda Ekin Cengizkan eşliğinde sahnede. Açılışı yaptıkları ve kendi adlarını taşıyan ilk albümlerinde yer alan By Bro ile Moda Sahnesi’ni dolduran kalabalığı coşturdukça coşturuyorlar, herkes ayakta, herkes salınıyor, çığlıklar… Ardından gelen Dafi’yle tempoyu sert bir şekilde düşürüyorlar. Her ne kadar piyanist Tolga Erzurumlu’nun nefis bir solosunu barındırıyor olsa da, bana sorarsanız böyle ayakta konserler için uzak durulması gereken keskinlikte bir geçiş ve uzun bir intro. Müzikle o kadar yükselmişken birden düşmek ayaktaki seyirciyi zorluyor. Müzik Erzurumlu’nun solosunun sonlarına doğru tırmanıyor ve ancak o zaman nabızlar yerine oturuyor. Ardından çok Anıl’vari, oyuncaklı bir parça geliyor, Türk Jazz Musikisi. Anıl sever alaturkaya şöyle bir dokunmayı. Şimdi sordum, evet, Anıl’ın bestesiymiş, seneye çıkacak yeni albümde yer alacakmış. Bir sonraki parça, Horace Siver’in The Cape Verdean Blues’u ile latine kayıyor ve kapanışı bir başka biraderlerden Song For Barry ile yaparak, Michael Brecker’ı anmayı da ihmal etmiyorlar.
Kardeşler her zamanki gibi etkileyici. Sözü bir biri alıyor, bir diğeri. Farklı üslupları var ama ikisi de pek hoşsohbet, zevkle dinliyorsunuz. Konserden sonra Anıl’a, Batu’yla aralarındaki tarz farkını soruyorum, ortak bir müzik zevkleri olduğu belli ama etkilendikleri farklı isimler de olmalı. İsimleri sayıyor sayıyor ama Anıl’a göre aralarındaki esas tarz farkı, karakter farklılığından kaynaklı. Aslında müzikal etkilenme kısmını bir kenara bırakırsanız gerçekten de karakter farklılığı sahnedeki duruşlarından, çalışlarına kadar kendini gösteriyor. Anıl’ın biraz daha dışa dönük bir çalışı varken, Batu daha fazla kendisine çalıyor. Caner Üstündağ ve Ekin Cengizkan solo enstrümanları sapasağlam bir altyapı ile taşıyor. Tolga Erzurumlu’yu ilk kez canlı dinliyorum, çalışı pek lezzetli. Sonrasında biraz yaptığı işlere bakıyorum, kendisini kaçırmakla ayıp etmişim doğrusu.
Bünyemize gece sporuna yetecek kadar enerjiyle, bolca groove almış ve tazelenmiş olarak salondan ayrılıyoruz. Bir sonraki hedefimiz Kadıköy Sineması’ndaki Eda And ‘Augmented Life’ konseri ama arada zaman var. Birkaç kısa jazz dışı deneme yapıyoruz, merdivenleri üçer beşer çıkarak -tabii daha gecenin başındayız, bunun böyle devam edemeyeceğini ilerleyen saatlerde anlayacağız-.
Kadıköy Sineması’na biraz gecikmeli olarak varıyoruz, kapıda müthiş bir kuyruk var. Parça aralarında çıkanların yerine, kuyruktan seyirci alıyorlar. Bir süre bekliyorum ama bana sıranın gelmesini beklersem konser bitmeden içeri girmemin imkanı yok. Gazeteci olduğumu ve konserden en azından birkaç parça izlemem gerektiğini, yazacağımı belirterek beni önden almalarını rica ediyorum. Görevliler ürkek bakışlarla beni içeri alıyorlar ama arkamdaki kuyrukta kıyamet kopuyor. Eskiden olduğu gibi medya mensuplarına basın kartı ya da farklı renkte bileklik verilmesi, bu ve bunun gibi durumlarda bize yardımcı olacaktır. Mesela bir fenomen olan Gaye Su Akyol’u hiç canlı izlememiştim ve Gece Gezmesi’ndeki konseri merakımı gidermek için iyi bir fırsattı ama o konserin kuyruğu Moda Sahnesi yokuşunun üstlerine kadar devam ediyordu, şansımı denemeye cesaret bile edemedim.
‘Augmented Life’ konserinin son birkaç parçasını izleyebiliyorum neyse ki. Sahnede harika müzisyenler. Saksofonlarda Yahya Dai ve Tamer Temel (Serdar Barçın da varmış ama ona yetişemedim), kontrbasta Volkan Hürsever, perküsyonda Emre Günay ve davulda Volkan Öktem. Projenin sahibi ise pırıltısı salona yayılan genç bir piyanist, Eda And. Onu ilk defa dinliyorum. 6 sene önce kaybettiğimiz İzmirli kontrbasçı Kürşat And’ın kızı. Babasıyla Tuna (Ötenel) Abi’nin ‘How Much Do You Love Me?’ albümünde çalışma fırsatım olmuştu. Yarısına yetiştiğim parça, geçen sene çıkan albümüyle aynı adı taşıyan ‘Augmented Life’. Ardından nefesliler sahneden ayrılıyor, Chopin’in Fantasie Impromptu (Op 66)’sunun lezzetli bir jazz yorumu olan Jazz Fantasie’yi çalıyorlar. Eda And’ın düzenlemesi, o da albümden.

Eda And ‘Augmented Life’ (Photo: Fatih Küçük)
Konserin büyük bir bölümünü kaçırıyorum ama neyse ki Sibel Köse’li Izmir Ballad’ı yakalıyorum. Eda And’ın kendi şehrine ithafen yazdığı parçayı, her zamanki meleksi söyleyişiyle seslendiriyor Sibel Köse. Bana göre şarkı söylerken aldığı keyfin yüzüne yansımasından, sesinin tınısına, söyleyişiyle yaydığı sarıp sarmalayan duyguya kadar ‘anlatılmaz yaşanır’ bir hali var bu güzel kadının her zaman sahnede. Pek ballad insanın sayılmam ama parça güzel, Sibel güzel, Yahya Dai’nin parçaya bir Stevie Wonder havası katan EWI dokunuşları güzel, e İzmir de güzel şimdi allah için.
Galiba güzel olmayan tek şey salonda sürekli bir hareketin olması. Parça sonlarında daha alkış başlamadan amfitiyatro şeklindeki salonun en önlerinden itibaren yukarı çıkan bir kalabalık, sonra içeri alınanların karanlıkta kendilerine yer bulmaya çalışması biraz dikkat dağıtıcı. Tek bilete birçok konser görme telaşı ve ‘istediğin kadar konserden çıkabilirsin, daha nasıl olsa çok var’ durumu sanıyorum. Bu durum, ayakta ya da yüksek tempolu konserlerde o kadar sorun değil ama oturmalı mekanlar bunu pek kaldırmıyor. Müzisyen için de harika olmasa gerek sürekli kalkan birilerinin olması ya da acaba ‘olsun daha çok kişiye ulaşıyoruz’ mu derler bilemedim. Yahya Dai’ye soruyorum bunu, onlara çok yansımadığını söylüyor. Buna seviniyorum doğrusu. Böyle bir kalabalık olmasına da, ama acaba konseri izlemeye mi gelmişlerdi yoksa maratonun uğranacak duraklarından biri miydi? Sonuçta biz de, bizi sarmayan birkaç konserden bir iki parça sonra çıktık ama salonda en önde oturuyor olsam kalkar mıydım ya da zaten kalıcı değilsem önlere oturur muydum? Belki de böyle konserler için programa kibar bir hatırlatma notu düşülebilir. Herkes her konserden çıkabilir tabii ama sadece uğramaya gelmiş olanlar, en önden kalkıp salon boyunca yürüyerek çıkmanın çok da harika bir şey olmadığının farkına varırlarsa, belki de arkada oturmayı seçebilirler. Falan filan işte, sesli düşünceler…
Son durak The Kites, sonrasında biraç kapı daha yapacağımızı sanıyoruz, hatta çıktığımızda Liraz’a gitme niyetindeyim. Müziği bana uzaktan oldukça etnik pop geldi ama belki de canlıları jazz’a kayıyordur, merak ediyorum. Fakat ne yazık ki çıktığımızda, Kargart’tan Moda Kayıkhane’ye gitme süremizi hesaplıyor ve yetişemeyeceğimizi anlıyoruz. E başka bir şeylere gidelim o zaman, o da nesi, pilimiz mi bitmiş ne? Kolay iş değilmiş konserler arası koşuşturmaca, yetişme çabasıyla 4-5 kat tırmanma, sıkı kondüsyon istiyormuş. Çok da iyi hissettirdiğini söyleyebilirim ama bir yere kadar, insan yaşının da farkıda olmalı, yoksa beden hatırlatıyor. Bundan sonrası ev gibi görünüyor.
Ama tabii önce The Kites. Uçurtmalar uçuyor ve uçurtuyor. Aslında onları geçen sene Parklarda Jazz kapsamında, Kalamış Parkı’nda dinlemiştim ama sahneye uzaktım, farkedememişim, bayağı da benlik bir müzik yapıyorlar üstelik. Tabii doğaçlamaya daha yakın duran müzikleri küçük bir kulüp ortamında etkisini daha çok gösteriyor, uzun sololar, kaptırıp gitmeler, takılmacalar… Müziğin bende bulduğu karşılık, ‘psychedelic funk jazz fusion’. Bolca 70’ler ve hammond sound’u, güzel bir groove.
The Kites, 2017 yılında davulcu Tan Deliorman ve gitarist Ozan Erverdi tarafından kurulmuş. Ozan bir röportajda “Dinlemekten zevk aldığımız müziği etrafımızda yapan kalmadı maalesef. Biz de çareyi kendimiz yapmakta bulduk bir bakıma” demiş. Güzel hareket, ben kendim yapamıyorum ama gönlüme göre müziği dinleyebileceğim bir grup varmış meğerse.
O yüzden onları Kargart’da dinlemek süper oldu, gözümün önünde, groove’u ciğerimde. Tuşlu çalgılarda Yağmur Kerestecioğlu, basta Baran Ökmen, vurmalılarda Yağız Nevzat İpek ve tabii Ozan Erverdi ile Tan Deliorman. Hepsi zımba gibi, hepsinin müziğe katacak bir rengi var. Sololar daha çok gitar ve tuşlu çalgılarda ama uzun sololar arka arkaya geldiğinde bazen o diğer renkleri de daha önde duymak müziğe nefes aldırıyor. John Scofield ve Medeski, Martin & Wood parçası Little Walter Rides Again’in sonlarına doğru yer alan pasaj, bas gitar ve ardından gelen vurmalı solosu gibi. Sanıyorum müzikleri doğaçlamadan biraz daha yazılı çizili hale geldiğinde çok daha ilgi çekici olacak.
Bu genç beyleri tanıdığım için memnunum, konserden gayet keyifli çıkıyorum ama adrenalin seviyesi normale dönüp de gerçeklerle karşılaşmam çok uzun sürmüyor. Dedim ya, zor işmiş. Seneye daha iyi hazırlanacağım, The Kites gibi keşfedilecek daha ne gruplar vardır kim bilir? Belki programdaki jazz dozu da azıcık artar, onu da kim bilir?
Özetle güzel bir geceydi, umarım bu organizasyon önümüzdeki yıllarda jazz adına biraz daha fonksiyonel hale gelir. Seyirci bütün bunlara ne der acaba? İçinde izlemeye değer bir şeyler bulduğu sürece seyircinin içeriği pek de umursayacağını sanmıyorum. Ne de olsa jazz bahane, gece gezmesi şahane!