“Müzik veya herhangi bir sanat dalı bir sürü parametrenin bir araya gelmesiyle doğuyor. Kendi adıma konuşacak olursam, bir enstrümanı iyi çalmak, iyi jazz ya da klasik müzik yapıyor olduğunuz anlamına gelmiyor.”
Türkiye’nin önde gelen kontrbas sanatçılarından Volkan Hürsever, çocukluğunda hep şarkı söylerdi, arkadaşları da sesini çok beğenirdi. Üç yaşında piyano dersi aldı. Babası müzisyen olmasına rağmen, Volkan Hürsever bu konuyla pek ilgili değildi. Konservatuvarda da çok çalışkan biri olmadığını ama bir şekilde çaldığını söylüyor. “Herkesin üç ayda hallettiği bir şeyi ben bir ayda halledip çalabiliyordum” diyor ve ekliyor, “Ama iyi bir müzisyen olmak için geri kalan o iki ayda da çalışanlar çok iyi oluyorlardı”. Ne kadar kısa sürede yaparsam o kadar boş zaman kalır mantığıyla yaşıyordu. Jazz’la tanışana kadar…
Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul Devlet Konservatuarı Kontrabas Bölümü’nde lisans, Haliç Üniversitesi Türk Müziği Konservatuvarı ‘Tambur Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan Hürsever, “İncesaz” grubuna katıldı. Sayısız jazz, Türk müziği ve etnik müzik albümlerinde çalan Hürsever, “Hediye” isimli ilk albüm çıkardı.
Volkan Hürsever’in müzik yolculuğunu geçmeden önce, sizin için seçtiğimiz parçalardan birini açın derim. Keyifli olacaktır.
Korno, Trombon, Kontrbas… Ne ki Bunlar?
Müziğe 15 yaşında başladım. Normalde çok erken başlanılan bir süreç bu ama ben bazı sebeplerden dolayı daha geç başladım. Normalde ilkokulu bitirdikten sonra başlanırdı konservatuvara. Babam müzisyen olmasına rağmen es geçmişiz. Ortaokuldayken müzik kolunda bile değildim. Gezi ve gözlem kolundaydım, gezmeyi seviyormuşum demek ki. Babamın beni konservatuara götürmesi tamamen tesadüf oldu ve bir şekilde sınavları kazandım. 3 seçenek vardı, ya korno ya trombon ya da kontrbas… Tabii bırakın ne olduklarını, isimlerini bile bilmiyorum ben bunların. Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda tamamen klasik müzik eğitimi veriliyordu. Başka müzik çalmanızı bırakın hani bir ilgi bile olamazdı, yasaktı. Dolayısıyla okulun içerisinde de jazz ile alakalı herhangi bir şey yoktu.1984’te girdim okula, 7 – 8 sene hiçbir şey yapmadım. Hiç bir şeyin farkında değildim. Sonrasında jazz müziği sağ olsun. İlk teori derslerimi Neşet Ruacan’dan aldım. Sonra çalmaya başladım ve bu günlere kadar geldim.
Kızıyorum! Ya Tanışmasaydım Jazz’la!
İş sadece sahneye çıkıp enstrümanı çalmaktan ibaret değil. Bunun mutfak kısmı çok ağırdır. Sadece mutfak da değil… Hani yemek yaparken de sadece malzemesini hazırlamak değil bir de o malzemeden anlamak, onun nereden alınacağını bilmek gerekiyor; iyi yemek pişirmek çok uzun bir süreç aslında. Tecrübesine bakarsanız da yıllar demek bu. Müzik de öyle. Bir sürü şeyin bir araya gelmesi gereken ve uzun zaman geçmesi gereken bir şey. Mimar Sinan Üniversitesi isminden de belli Devlet Konservatuarı, klasik müzik eğitimi veriyor. Ben buradan 1995 yılında mezun oldum. Bu kadar senede nelerin değiştiğini bilmiyorum okulda ama benim gittiğim dönemde sadece klasik müzik eğitimi veriliyordu. Bunun dışında hiçbir müzik tanıtılmıyordu. Master yaparken bununla ilgili bir tez yazmak istedim. 10 yıllık eğitim veren konservatuvarlarda branşlaşma üzerine bir tez yazacaktım, izin vermediler. Çünkü, ben 10 yıl eğitim aldım. Benimle birlikte başlayan kontrbasçı arkadaşlarım var. Bir tanesi İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda çalıyor, bir tanesi Eskişehir’de hoca, bir diğeri operada çalıyor, ben de jazz çalıyorum. Ama hepimiz biz 10 yıl aynı eğitimi aldık. Bölüm açılmasın tamam ama en azından, “şu çocuk jazz çalar, öteki öğretmen olur, şu operaya gider” şeklinde yönlendirilebilirdik. Böyle bir sistem yapılabilirdi. En azından bir seçmeli ders konurdu. Çünkü jazz’la tanışmayabilirdim. Tamamen tesadüfi bir şekilde ve o kadar geç tanıştım ki ben jazz’la… Okulda Kent Mete vardı, çok önemli bir müzisyendir. Onun da babası jazz müzisyeniydi. Neşet ağabeyin yardımlarıyla ve Kent sayesinde oldu her şey. Biz iki sene Kent’le bir otelin lobisinde her gece çaldık. Benim için o muazzam bir okuldu. Onların sayesinde bir sürü şey oldu, hepsine çok teşekkürler, Kent’e de Neşet Hoca’ya da…
Türk Müziği Sevilmez mi?
İnsan değiştikçe merakları da değişiyor. Benim başımdan bir olay geçti. Önemli bir yabancı jazz grubuyla İstanbul’da çaldıktan sonra, kontrbasçıları buraya geldi. Turneye gittik, orada konuşurken, “Hadi bize Türk müziğiyle ilgili bir şeyler çalsana” dediler. Ben “bilmiyorum Türk müziği” dedim. Bir Türk olarak Türk müziğini bilmiyorum cevabını algılayamadılar. Öyle bir şey yok çünkü. Çalmak istemediğimi düşündüler. Döndükten sonra dedim ki, neden bunu bilmiyorum. O sıralarda da çok sevdiğim ve çok önemli bir müzisyen arkadaşım Güç Başar Gülle ile bu durumu konuşurken, Türk müziğini öğrenmek istiyorum ne yapmalıyım dedim. Mutlu Torun’a gideceksin dedi. “Gitmişken belki bir master da yaparsın, git okula” dedi. Gittim, Mutlu hocayla tanıştık, çok sevdik birbirimizi. Haliç Üniversitesi’nde özel bir durum çıktı, uzun bir hazırlık okumam gerekiyordu. Çünkü alanımın tamamen dışındaydım. Klasik müzik eğitimi ve sonra Türk müziği… Tambura bu süreçte başladım. Tamburu da benim o özel sürecin içine kattılar, öyle başladı. İyi ki de başlamış. Çok acayip bir şey Türk müziği. Derinliğinin ne kadar büyük olduğunu anladım. Sonuçta bizim topraklarımızda doğmuş bir müzik, sevilmez mi? Böyle şeylerin iyisi kötüsü sorulmaz. Bu bizim tarihimizdir, kültürümüzdür. Bunu sadece anlamaya çalışmamız gerekir. Niyetim, duygusal bir yaklaşımla bunu yermek ya da göklere çıkartmak değil. Gerçekten ne olduğunu söylemek! Bu topraklarda bizim bir müziğimiz var, saray müziği var, halkın çaldığı bir müzik var… Yok sayamayız.

Volkan Hürsever (b), Ediz Hafızoğlu (d) (Photo: Teoman Cimit)
Ben Besteciysem Mozart, Beethoven Neydi?!
Jazz müziği öyle bir şey ki, beste kısmı çok kısa oluyor. Ortalama 5 dakikalık bir parçada o, 1 dakika. Geri kalan her şey müzisyenlerin kendi yorumuna, kendi ruh durumuna kalıyor. Ben besteci değilim. Bir kere onu ayırmak lazım. Ben küçük şarkılar yazabilen bir insanım. O albümde 3 tane bestem var diye ben kendime besteci diyemem. Bu bence Türkçe’ye yanlış çevrilmiş bir kavram. Yani ben kompozitörsem Mozart’la Beethoven neydi? Onlara bakmak lazım. Ben küçük parçalar yazabiliyorum. Dolayısıyla çok büyük ilhamlara ihtiyacım olmuyor. Aklıma bir şey geldiğinde onu mutlaka bir şekilde bir yere kaydetmem gerekiyor ki sonra geliştirebilmek için. Çünkü yaratıcılığın en büyük kısmı, geliştirme kısmı. Sonuçta Mozart dediğiniz adam 40. Senfoniyi yazmış bir adam. Küçük bir ilhamın üzerine muazzam bir senfoni yaratmak bilginin dehasıdır. Yani Mozart müzik adamıydı, besteciydi.
Verilen Bu Hayat “Hediye”
Ortaokuldayken müzik kolunda bile değildim, merakım yoktu. Gezi ve gözlem kolundaydım. Bir zamanlar çok aktif şekilde dağlara tırmanırdım, gezerdim. Sonra dalmaya merak saldım. Orada edindiğim çevreden sonra Ankara’da ‘Su Altı Araştırmaları Derneği’ kuruldu. Ben oraya üye oldum, çok aktiftim. Sonra benim de kurucu üyesi olduğum ‘Akdeniz Koruma Derneği’ kuruldu. Hayatımın çok önemli bir kısmını bu dernekle geçiriyordum. Ne kadar zor olduğunu biliyorum bu işin. Arkanızda böyle çok büyük bir kurum veya bir sponsorunuz yoksa çok zor oluyor bu işler. Ben de ucundan bir şekilde tutayım şu işin dedim. ‘Hediye’ albümüm 2009 yılında yayınlandı. Onun içinde Burçin Büke’nin de bestesi var, Volkan Öktem’in de… Beraber çaldık. O zaman oraya bu albümü bağışladım. Tabi onlara ne kadar para gidiyor, bu CD ne kadar satılıyor bilmiyorum ama maddi anlamda yardımcı olmaya çalıştım. Mutlu olmakla yaptığın işi sevmek, seni bu işin mutlu etmesi, bunlar bence ayrı şeyler. Çünkü her zaman bizi mutlu eden bir şeyi sevmeyebiliyoruz. Ya da sevdiğimiz bir şey bizi mutsuz edebiliyor. Ve dedim ki “Ne kadar güzel bir hediye bana verilen bu hayat!” Hediye aslında öyle bir şey. Bize verilen her şey, iyisiyle de kötüsüyle de bir hediye. Bizim hakkımız değil bu yaşam. Ne yaptık da bu kısa veya uzun süreyi hak ettik. Yaşam, verilirken geri alınacağını bile bile yaptığımız bir anlaşma. Ama süresinin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla her şeyin tadını çıkaralım diye, verilen her şeyin bir hediye olduğunu düşünüp Hediye koydum albümün ismini.
Herkes Jazz’la Uğraşsaydı, Bu Kadar Değerli Olur muydu?
Bir sürü jazz müzisyeni olsaydı da herkes jazz ile uğraşsaydı, jazz müziği bu kadar kıymetli olur muydu? Toplum olarak jazz müziğiyle iyi bir ilişkimiz yok. Çünkü bir şekilde jazz dinlemenin zor olduğunu ve onu bilmeleri gerektiğini düşünen bir toplum var. Çok duyuyorum, “Ben jazz dinlemiyorum çünkü anlamıyorum” diyorlar. Ama anlamak için istemek lâzım. Ama mesela şunu da söyleyeyim, bugün dünyanın herhangi bir yerinde bir jazz kulübüne gittiğinizde ki çoğu Amerika’dadır, New York’tadır. Jazz kulübünden bahsediyorum, yalnızca jazz çalınan gerçek jazz kulüplerinden, 30 tane var yok. New York’ta Blue Note’a gitseniz, akşam içeri girdiğinizde çalan kim olursa olsun, Amerikalı dinleyici oranı, o kulübün yüzde 10’u falandır. Ve ben çok iyimser bir rakam söylüyorum. Yüzde 70’i Japon, Çinli turisttir bunların. Çok önemli bir proje yoksa Amerikalı da göremezsiniz orada. Onların da çok ilgili olduklarını sanmıyorum. Ama onların kültüründe var bu. Bizim kültürümüzde yok.

Volkan Hürsever (Photo: Teoman Cimit)
Sen, Kendi Müziğini Ne Kadar Sahipleniyorsun!
Onların kendilerine ait olan işi yaptıklarını gördüm. Onların işi bu, adamlar jazz çalıyor. Bizimki de Türk müziği. Peki, bizde Türk müziği çalınan kaç tane mekan var? Bir de ona bakalım mı? Ne kadar çok konser salonu var? Ne kadar çok orkestra var? Bizde gerçekten jazz kulübü gibi Türk müziği çalan kaç tane mekan var? Hiç yok. Bence ilk önce bu soruyu soralım. Biz kendi müziğimize ne kadar ilgiliyiz, ne kadar kıymet veriyoruz ki dünyanın bir değer olarak ortaya çıkarttığı bir müziğe kıymet verelim. Bence sorun buradan başlıyor. Her işin de kendine ait bir yaşam tarzı var. Jazz’ın doğuşuna bakarsak, Amerika’da savaş sonrası muazzam bir ırk ayrımıyla, siyahî insanlar, maddi manevi çok bir şeye sarılmadan yaşamaya başlıyor. Çok zor bir hayat. Çoğunluk nefesli enstrüman çalıyor. Çünkü zaten savaştan sonra o bandolar lağvediliyor. O zaman trompet, saksofon falan yok o insanlarda. Bunları çalmaya başlıyorlar. Dolayısıyla da kendi mekanlarında çalıyorlar. Amerika’nın bu yıllarda klasik müzik anlayışı, konser salonları filan bunlar yok. Bu klasik müzik kültürü Avrupa’dan Amerika’ya taşınıyor ama Batı’ya da (onların doğusuna bizim Batı’mıza) yani Avrupa’ya da jazz kültürü taşınıyor. Ama nasıl taşınıyor, doğasından ayrılmış bir şekilde. Bunlar, bu siyahi müzisyenler bir yerlere kapanıyorlar, kendi aralarında eğleniyorlar, müzik üretiyorlar. Sonra bu gelişiyor gelişiyor ve bugün dinlediğimiz jazz müziği oluyor. Jazz müziği, konser salonlarında çok elit insanlara çalışarak doğmuş bir müzik değil yani. Şu an yapılan, özünün dışında. Ve bence bunun nedeni, Avrupa’ya girdikten sonra formal bir duruma dönmesi.
Kontrbası Taşımayı Sevmiyorum
Jazz, klasik müzik gibi dinlenilen bir müzik değildir. Ama siz bunu nasıl sunarsanız, insanların önüne nasıl koyarsanız, o şekilde bir jazz profili oluşuyor. Jazz müzisyenlerinin de, çalınan mekanların da, toplumun da çok kabahati var. Jazz’a merak o kadar son sırada ki. Akıllar o kadar çok karışık ki bütün dünyada, neyi merak edeceğimizi bile bilemiyoruz. Bu işe verilen emeğin ne kadar çok olduğunu bilseler, bir albümün, bir tarzın yaratılmasının ne kadar zor olduğunu bilseler çok başka bir kulakla dinlenilebilir jazz. Ve o zaman daha enteresan gelebilir. Bir sürü insan dağları sever. Böyle yemyeşil dağların olduğu bir resim herkesin çok hoşuna gider, “Ah keşke burada olsak” derler. Ancak bunu söyleyenler içinde çok az insan gerçekten o dağların olduğu yerlere seyahat eder. Sonra çok daha azı o dağın eteklerine kadar gider. Sonra çok çok azı da zirvesine tırmanmaya çalışır. Bir şeyin değeri ona verilen emekle orantılı. Yani siz ne kadar emek verirseniz jazz dinlemeye, o kadar da keyif alırsınız. Mesela ben enstrüman çalmayı, bununla uğraşmayı seviyorum. Ama sevmediğim şeyler de var bunların arasında. Mesela kontrbası taşımayı sevmiyorum. Annemi kaybedince şöyle bir şey başladı bende; hiçbir şeye tutkuyla bağlanmamak. Hiçbir işe, hiçbir insana, hiçbir inanca sırtını dayanmadan yaşama durumu. Çünkü o gittiğinde çok zorlanıyorsunuz. Dolayısıyla bana bugün gelseler ve artık jazz çalamayacaksınız deseler; ölmem ve mutsuz da olmam açıkçası. Kendimi mutlu edecek bir şeyler bulmaya çalışırım.