İstanbul Caz Festivali bu yıl 25. yılını kutlayacak. Bu kapsamda Türkiye’de jazz müziğinin tanınması, sevilmesi ve benimsenmesi için katkı sağlayan isimlere Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilmesi ilk kez IKSV’nin himayesinde 2002 yılında dünya müzik endüstrisinin devlerinden Atlantic Records’un kurucusu ve başkanı Ahmet Ertegün ile başladı. Ödül, bu tarihten itibaren bugüne kadar Arif Mardin, Süheyl Denizci, Muvaffak Falay, Cüneyt Sermet, Selçuk Sun, Ayten Alpman, Tuna Ötenel, İlhan Mimaroğlu ile Hülya Tunçağ, Okay Temiz, Neşet Ruacan, Hasan Kocamaz, Durul Gence, Emin Fındıkoğlu, Özdemir Erdoğan, Ergüven Başaran, Fatih Erkoç ve Kamil Özler’e takdim edildi. Liste yıllara göre şöyle;
2002 – Ahmet Ertegün
2003 – Arif Mardin
2004 – Süheyl Denizci
2005 – Muvaffak Falay
2006 – Cüneyt Sermet
2006 – Selçuk Sun
2007 – Ayten Alpman
2008 – Tuna Ötenel
2009 – İlhan Mimaroğlu
2010 – Hülya Tunçağ
2011 – Okay Temiz
2012 – Neşet Ruacan
2013 – Hasan Kocamaz
2013 – Durul Gence
2014 – (ödül verilmemiştir)
2015 – Emin Fındıkoğlu
2016 – Özdemir Erdoğan
2016 – Ergüven Başaran
2017 – Fatih Erkoç
2017 – Kamil Özler
Jazzdergisi.com olarak bir dizi olarak bu ödüllü sanatçılarımıza daha detaylı yer vermek istiyoruz.
AHMET ERTEGÜN – 2002 (31 Temmuz 1923 – 14 Aralık 2006)
Dünya çapında birçok müzik prodüksiyonuna imza atan Ahmet Ertegün’ün New York’ta kurduğu Atlantic Records’un ilk albümü 1948’de piyasaya çıktı. Rock’n Roll’un müzik piyasasında yerini almasında önemli rol oynayan Atlantic Records 1959‘da ilk Grammy ödülünü aldı. Ahmet Ertegün Led Zeplin, Bee Gees, Yes gibi önemli rock gruplarının prodüktörlüğünü yaptı, 14 yıl boyunca The Rolling Stones ile beraber çalıştı. İlerleyen yıllarda başka tarzda müzik yapan gruplarının da prodüktörlüğünü üstlenen Ahmet Ertegün; Roberta Flack, ABBA, AC/DC, Genesis, Steve Nicks, The Manhattan Transfer, The Blues Brothers, INXS, Tori Amos ve Phil Collins gibi kendi tarzlarında öncüsü olan isimleri Atlantic Records’a dahil etti. Yalnız müzik dünyası ile kalmayıp sanatın pekçok dalında ünvan ve ödül sahibi olan Ahmet Ertegün Berklee College of Music’ten doktora aldı.
Aşağıda okuyacağınız yazı Jazz Dergisi’nin 2007 yılında yayınlanan 45. sayısında Ahmet Ertegün’ün ölümü üzerine Sevin Okyay tarafından kaleme alınmıştır.
“Ertegün Kardeşler” artık yok!
Ertegün Kardeşler’in küçüğü Ahmet Ertegün dünyaya veda etti. Ağabeyi Nasuhi Ertegün 1989’da ölmüştü. Amerika’nın müziğini yönlendiren iki Türk, geriye büyük bir miras ve varlığını onlara borçlu olan sanatçılar bıraktı. Seksen üç yaşındaki Ahmet Ertegün, Rolling Stones’un, sabık ABD Başkanı Bill Clinton’ın 60’ncı doğumgünü şerefine verdiği konserde sahne arkasında kayıp başını vurduktan sonra önce komaya, sonra bitkisel hayata girmişti. Belki de, hayata bir müzik etkinliği sırasında kendini kaybederek veda etmeyi tercih ederdi.
Atlantic Records’un kurucu ve yöneticilerinden Ahmet Ertegün, birkaç döneme damgasını basmıştı. Aslında meslek hayatı, özellikle ABD’ye yerleşmiş bir Türk için inanılmaz bir eğri çiziyor. Bir Amerikan rüyası hikâyesi, masallara layık bir başarı hikâyesi bu. Bir yabancının, Afrika-Amerika müziğini çok sevdiği için popüler müzik tarihinin (ona bakarsanız, jazz tarihinin de) önde gelen isimlerinden biri olmayı başarmış bir Türk’ün hikâyesi. 1947’de ortağı Herb Abramson’la birlikte, aile dostu bir diş hekiminden aldığı on bin dolarla Atlantic Records’ı kurdu. 1956’da ağabeyi Nasuhi Ertegün de şirkete katıldı. Bağımsız Atlantic, keşfedip geliştirdiği yeteneklerle devrin büyük plak şirketlerinin karşısına bir tehlike olarak çıktı. Çok geçmeden de ülkenin önde gelen R&B şirketi oldu. 1950’li yıllarda sanatçıları arasında Ruth Brown, Big Joe Turner, Ray Charles, LaVern Baker, Drifters, Coasters ve Clovers gibi şarkıcılarla gruplar yer alıyordu. Ahmet Ertegün, Atlantic’in plaklarının çoğunun yapımcısıydı, bazılarına da adının tersten okunuşu olan “Nugetre” imzasıyla müzik yapardı. 1960 ve 70’lerde, Atlantic soul ve rock mevzilerini de fethetmişti. Aretha Franklin’den Led Zeppelin’e, Otis Redding ve Wilson Pickett’ın Güneyli “soul”larından Rolling Stones’a uzanan bir yelpazesi vardı.
İstanbul’da doğmuştu, ama büyükelçi babasının görevi nedeniyle o ve Nasuhi, Bern, Paris ve Londra gibi şehirlerde büyüdüler, okudular. 1930’ların büyük jazz orkestralarına gönül verdikleri şehir Londra’ydı. Ahmet Ertegün, dokuz yaşında Cab Calloway Orkestrası’nı dinlediğini ve “Beyaz, pırıl pırıl giysileri içindeki bu karaderili centilmenlerin göz kamaştırıcı varlığının” tadını çıkardığını anlatıyor. “Müziklerinin ritmi ile heyecanının” da. Geleneksel bir eğitim gördü, bu eğitimi, karaderili gösteri dünyasının merkezi olan Howard Theatre’ın ona verdiği sıradışı eğitimle tamamladı. “Hemen hemen her hafta giderdim oraya, çünkü her hafta bir başka büyük orkestra vardı, hiçbirini kaçırmak istemezdim. Ben müzik eğitimimi Howard’da yaptım.”

Atlantic Records (Photo: internet/unknown)
Ertegün kardeşler, ırk ayrımı olan bir şehirde yerel jazz ve blues kulüplerinden eksik olmazlardı. Ahmet, Atlantic’in ilk hit’lerini sağlayan Ruth Brown’ı 1947’de Crystal Caverns’da keşfetti. Bu yüzden kimileri Atlantic’e “Ruth’un inşa ettiği ev” derdi. Jazz ve blues 78’likleri de toplarlardı. “Irk” plaklarına bayıldıkları için karaderili mahallerinde ev ev dolaşırlardı, çünkü bu plakları ancak oralarda bulabilirdin. Pazar günleri Türkiye Büyükelçiliğini konuk müzisyenler için herkese açık bir brunch mekânına çevirirlerdi. Burada gerçekleştirilen ve iki ırktan müzisyenlerin de katıldığı jam session’larda pek çok kalıcı dostluk doğmuştur. Şehrin, beyaz ve kara derili müzisyenlerin birlikte çaldığı ilk konserini de, neredeyse yeniyetme çağındayken, onlar düzenlemiştir. Yahudi Cemaati Merkezi’nde, çünkü başka hiçbir yer iki ırktan müzisyenlerle dinleyicileri kabul etmiyordu. 1944’te babaları vefat edince, Ahmet ve Nasuhi, ABD’de kalmayı tercih ettiler. Ahmet Ertegün, başka teklifleri geri çevirerek müzik işine girmeye karar verdi.
Eski türden, alaylı bir müzik patronuydu, şirketini, her türlü riski göze alarak ve müziğe duyduğu sevgi nedeniyle kurmuştu. Sadece popüler müzikle ilgilenmedi, Atlantic Records’a John Coltrane, Charles Mingus, Modern Jazz Quartet ve Ornette Coleman gibi sanatçıları da bağladı. Hem de 1950’li yıllarda ki, cesaret işidir. İkna kabiliyeti olan, zarif bir adamdı. Paranın yanısıra seçkin bir zevke de sahipti. Anlatacak hikâyeleri vardı, sohbeti tatlıydı. Aynı zamanda iyi bir müzik kulağı olan, bir “hit”i duydu mu tanıyan, yolu üzerinde pek çok dehaya rastlamış kurnaz bir işadamıydı.
Ama, Taylor Hackford’un “Ray” filmindeki karaktere o kadar da benzemiyordu. Ertegün bir söyleşide iki filmde (“Ray” ile “Beyond the Sea”) onu oynayan iki karakterden de söz etmişti. Taylor Hackford’un çok iyi bir film yaptığını, Ray Charles ile kendisi arasındaki duyguları da gerçeğe uygun bir şekilde yakaladığını düşünüyordu. Kendisini oynayan Curtis Armstrong’un da iyi bir aktör olduğu görüşündeydi. “Ancak,” diyordu, “”ben filmde portresi çizilen utangaç küçük adam değilim.” Onu oynayan adamın neye benzediği falan umurunda değildi, ama şöyle biraz daha havalı olmasını istiyordu anlaşılan. Bobby Darin’in hayatı üzerine kurulu “Beyond the Sea”yi ise beğenmemişti. “Kevin Spacey çok iyi oynuyor, ne yazık ki şarkıları da söylemek istemiş. Bir şarkıcı üzerine kurulu biyografik filmde, müzikleri gibi kendi seslerinin de olması gerekir.”
Bir şey daha vardı: Bobby Darin’i Ahmet Ertegün keşfetmişti. Atlantic’in bekleme odasında oturuyormuş. Odada bir de piyano varmış. Darin, dinlesinler diye birtakım kayıtlar getirmiş. Kayıtlar berbatmış ama Ahmet Ertegün onun beklerken piyanoda çaldıklarını duymuş ve kayıtlardakinden çok farklı bir şarkıcı olduğunu anlamış. Hemen imzayı basmış. Ray Charles’la da böyle bir hikâyesi var. Dedik ya, hep anlatacak hikâyesi olan bir adam. Ray Charles’ı talep ettiğinde kimse şarkıcının peşinden koşmuyormuş. Charles plak yapıyormuş gerçi ama, plaklar satmıyormuş. “1949’da ya da 1950’de “Baby, Let me Hold Your Hand”i dinledim ve yaşayan en büyük şarkıcı olduğunu anladım. Kimse ondan hit plak çıkacağını düşünmüyordu, bense emindim.”
Nereden nereye? Atlantic’in gündüzleri büro, geceleri kayıt stüdyosu olan Manhattan’daki mekânında, düşük bütçeli kayıtlarda kontrol odasında çalışmaktan mesleğinin zirvesine çıktıysa eğer, müzik aşkı, yanılmaz kulağı ve işbilirliği sayesindedir. Ahmet Ertegün Müslüman’dı, Yahudi yapımcılarla (özellikle, Jerry Wexler’le) ve kökleri kilisede olan Afrikalı-Amerikalı müzisyenlerle çalıştı. Zaten gene bir söyleşisinde, “Afrika-Amerika müziğinin vakarını arttırmak için, ne kadar büyük olduğunun anlaşılması için biraz bir şeyler yapan bir adam” olarak hatırlanmak istediğini söylemişti. Rock and Roll Hall of Fame’e ve Rock and Roll Müzesi’ne de öncülük etmişti. Sonuna kadar da sevdiği yerlere gitmeyi sürdürdü. Şık kılığıyla, pahalı ayakkabılarıyla R&B mekânları, dumanlı barlar ve punk kulüplerinde ne kadar rahatsa, Madison Square Garden’ın sahne arkasında, sosyetenin göbeğinde de aynı derecede rahattı. Ahmet Ertegün, sınırları aşmaktan hiç çekinmezdi. Bunun için ne kadar şükretsek yeridir…
Hülya Tunçağ röportajı Jazz Dergisi’nin 2000 yılındaki 17. sayısında yer alan röportajıdır.