İstanbul Caz Festivali bu yıl 25. yılını kutlayacak. Bu kapsamda Türkiye’de jazz müziğinin tanınması, sevilmesi ve benimsenmesi için katkı sağlayan isimlere Yaşam Boyu Başarı Ödülü verilmesi ilk kez IKSV’nin himayesinde 2002 yılında dünya müzik endüstrisinin devlerinden Atlantic Records’un kurucusu ve başkanı Ahmet Ertegün ile başladı. Ödül, bu tarihten itibaren bugüne kadar Arif Mardin, Süheyl Denizci, Muvaffak Falay, Cüneyt Sermet, Selçuk Sun, Ayten Alpman, Tuna Ötenel, İlhan Mimaroğlu ile Hülya Tunçağ, Okay Temiz, Neşet Ruacan, Hasan Kocamaz, Durul Gence, Emin Fındıkoğlu, Özdemir Erdoğan, Ergüven Başaran, Fatih Erkoç ve Kamil Özler’e takdim edildi. Liste yıllara göre şöyle;
2002 – Ahmet Ertegün
2003 – Arif Mardin
2004 – Süheyl Denizci
2005 – Muvaffak Falay
2006 – Cüneyt Sermet
2006 – Selçuk Sun
2007 – Ayten Alpman
2008 – Tuna Ötenel
2009 – İlhan Mimaroğlu
2010 – Hülya Tunçağ
2011 – Okay Temiz
2012 – Neşet Ruacan
2013 – Hasan Kocamaz
2013 – Durul Gence
2014 – (ödül verilmemiştir)
2015 – Emin Fındıkoğlu
2016 – Özdemir Erdoğan
2016 – Ergüven Başaran
2017 – Fatih Erkoç
2017 – Kamil Özler
2006 yılında bu ödülü alan Cüneyt Sermet’in (1924 – 5.3.2018) yaşam öyküsünü kaybının ardından Emin Fındıkoğlu’nun kaleminden okuyacaksınız.
Türk Jazz’ı Babasını Kaybetti
1940’lardan başlayarak uzun yıllar boyunca yetişen Türk jazz’cılarını etkileyen Cüneyt Sermet’i 1991’den bu yana oturduğu Didim’deki evinde kaybettik. Cumhuriyet devri mimarlarından Tahsin Sermet’in oğlu, Fransa’da yaşayan ünlü piyanistimiz Hüseyin Sermet’in babası olan 1924 İzmir doğumlu olan Cüneyt Sermet geçtiğimiz Aralık ayında 93ncü yaşını tamamlamıştı. Çok genç yaşlarda müzikle ilgilenmeye başlayan Sermet’in 78 devirli plaklarda jazz’ı keşfetmesi fazla bir süre almadı. Jazz’ın tam içinde olmak için kontrbas çalmayı öğrenen Sermet’in taş plaklardaki bas tınılarını beyninde duyabilmek için gramofonun tahta aksamını ısırarak dinlediği anlatılır. 1940’larda oluşturduğu topluluklarla Türk jazz’ının temellerini atan Sermet İstanbul’daki yabancı müzisyenlerden İtalyan piyanist Enrico Simonetti ile plak da kaydetti. 1950’lerin başlarında Arto Haçaturyan (trombon) ve Arif Mardin (piyano) ile birlikte ilk Türk big band’ini kurarak İnci Sineması ve Ermeni Derneği’nde konserler verdi. 1954’de evlendikten sonra kontrbası bir kenara koyarak müzik yazarlığına başladı ve eleştirileri Milliyet gazetesinde yayınlandı. Erol Pekcan (davul), Selçuk Sun (kontrbas), Melih Gürel (korno) ve yabancı bir piyanistten oluşan Ankara çıkışlı topluluğu yazılarıyla tanıttı. Kontrbas çalmış olduğu için bu enstrümanı çalanları özellikle çok sıkı eleştirdi. Ülkemizde beğendiği kontrbascı Günnur Perin idi. 1950’leri sonları ve 1960’ların başlarında “Plaklarla Caz Tarihi” adlı seri konferanslarıyla genç jazz müzisyenleri ve dinleyicilerini eğitti. Daha sonraları Ankara Radyosu Batı Müziği bölümünde jazz programları yapmak için başkente taşındı. 1968 yılında harika çocuk kontenjanıyla Paris’e gönderilen oğlunun eğitimiyle ilgilenmek için bu şehre yerleşti ve klasik müziğe de derinlemesine daldı. Fransa’da yaşamayı sürdürürken Ankara Radyosu’na da programlar hazırlamaktaydı. Avrupa Jazz Federasyonunun organı olan Jazz Forum dergisinin 1974 yılındaki 17nci sayısındaki prestijli abonelerimiz sayfasında kendisine ayrılan bölümde yetişmelerine katkıda bulunduğu jazz müzisyenlerimiz olarak Arif Mardin’in ve Emin Fındıkoğlu’nun adlarını verir. 2016’da bir konser için İstanbul’a gelen Fransa’nın en ünlü jazz’cılarından akordeonist Richard Galliano: “Mösyö Sermé hayatta mı, Paris’de evine giderdim ve müzik dinler, müzik konuşurduk, ne kadar çok bilirdi” demişti. Birikimlerini sayfalara döktüğü, 1991 yılında yayınlanan “Cazın İçinden” adlı kitap bu konuda referansdır. Kitabin ikinci baskısının kapağına en sevdiği iki büyük müzisyenin, Duke Ellington ve Dizzy Gillespie’nin resimlerini koydurtmuştu. Müzik dışındaki uğraşları makine mühendisi olarak mezun olduğu Robert Kolej’deki öğrencilik yıllarındaki futbol, atletizm ve bisiklet idi. Başka bir oyuncunun kimliğiyle yer aldığı GS-FB maçında Galatasaray kalesinde bir de golü olduğu anlatılır. Jazz’ın en iyi örneklerinin unutulmaması için boş zamanlarında eski plaklardaki icraları kasetlere çekip dağıtmak gibi bir alışkanlık edinmişti. Bunlardan birinin, Count Basie Orkestrası’nın 1930’lu yıllara ait Brunswick kayıtlarının üzerine Himalayalar yazmıştı. Aslında Himalayalar kendisiydi. Müziği böylesine derinlemesine bilmek ve tepelerden bakmak herhalde böyle bir şey olmalıydı. Bunu kendisiyle paylaşanlarsa kedileriydi.
Aşağıda ise 2013 yılında Batu Akyol’un yaptığı “Türkiye’de Caz” adlı belgeselindeki röportajı okuyabilirsiniz.

Cüneyt Sermet & Pelin Opcin (Photo: unknown)
Cüneyt Sermet
Caz eleştirmeni, kontrbas icracısı 05.08.2011
Cüneyt Sermet’in Evi // Didim-Aydın

Cuneyt Sermet & Batu Akyol
Müzik ile alakanız nasıl başladı?
Babam müthiş medeni bir insandı. Para kazandıktan sonra ilk iş Almanya’dan piyano, İngiltere’den de korkunç bir salon gramofonu getirmişti. Benim müziğe başlangıcım o gramofondur. Anne tarafım ise baştan aşağı müzisyendi. Annem udi, teyzem kanun virtüözüydü. Dayım Rafet Ayaz, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı Enver Paşa ve Atatürk’le beraber çarpışmış, orada hayatını kaybetmiş meşhur bir doktordu. Biz Ayazpaşa’dan geliyoruz, soyadı Ayaz. Büyük babam Ömer Naim Bey de müzisyenmiş. Meşhur bir alaturka tambur üstadı var, şimdi ismini hatırlamıyorum. Babası Kemal Bey, anneme gelir, annemin ailesi sarayda ders aldıkları için ellerindeki notalardan istifade ederdi. Tabii anne tarafım çalıyor, benim hiç alakam yok, nefret ediyorum. Babam ise o gramofonla beraber Avrupa’dan korkunç güzel opera, operet ve caz plakları getirmişti. Tıraş olurken opera söylerdi. Benim başlangıcım odur.
Hangi caz plakları vardı?
Başlarda Parlophone üzerinden İngilizlerin plakları geliyordu, Harry Roy’lar mesela. Sonra Glenn Miller’lar, Tommy Dorsey’ler falan geldi. En son da elime Duke Ellington geçince zaten beynimden vurulmuşa döndüm.
Peki müzik yapmaya karar vermeniz ve kontrbasa yönelmeniz nasıl oldu?
Bende vaktiyle herhalde absolut kulak varmış. Bugün oğlumda (Hüseyin Sermet) olan. Sonra benim meşhur kulak rahatsızlıklarından falan, havagazı olmuş. Geride ne kaldıysa onunla devam etmişim. Şimdi o devirde dinliyoruz falan, aklımdan çalayım diye bir şey geçmiyor. İki ablam vardı, babam onlar için piyano almıştı. 1940’lar, kızlar güzel sanatlarla uğraşsın, erkek kısmı mızıkayla uğraşmaz. Dolayısıyla piyano bana kilitliydi, ki babamın tabiriyle “zımbırtı” ile uğraşmayayım. Sonradan gizli gizli konservatuara gitmem, plak toplayıp onlardan ne öğrendimse adam olmaya çalışmam tek başımadır. Tüm bunları da piyanosuz yapıyorum. O “zımbırtı” kapalı. Çok sonra açtırdım o zımbırtıyı.
Babanız mı açtı peki?
Ben açtırdım. Artık bir yaşa geldikten sonra açıldı. İş işten geçtikten sonra, kırkından sonra saz çalmak oldu o. Kontrbası da babam almıştır, zafiyet geçirince hayır diyemedi, “hemen evladım,” dedi.
Beyoğlu’nun arkalarında kontrbas araştırıyorum. Çalıyorum, sesine bakıyorum, bir Ermeni’den eski bir kontrbas buldum. Bir yerinde hafif bir çatlağı olan eski bir Çek kontrbası. Dünyanın en iyi kontrbaslarını Çekler yapar. Onun sesini duyunca delirdim ama görüşünü eski. Babam da Yüksek Kaldırım’a gitmiş bakmış pırıl pırıl Amerikan kontrbaslar duruyor. Bakmaya kıyamaz, insan altı tekerlekli falan. “Oğlum,” dedi, “müthiş; öyle tekerlekli, otomobil gibi kontrbaslar dururken bu eski püskü tahtayı ne yapacaksın?” Ben onu alacağım. “Vah vah,” demişti. Ondan sonra kontrbas Türkiye’de meşhur oldu, çünkü sesi anormaldi. Tabii benim çalışımın da çok büyük tesiri var. Ondan sonra da kimse o sesi alamadı o kontrbastan. Bana ait o. Benden sonra Selçuk Sun çaldı, Günnur Perin çaldı ama aynı havayı alamadılar. Alamadılar çünkü ben köprünün altını yükseltmiştim o telleri kimse çalamıyordu.
Biraz kontrbas tıngırdatmaya başladıktan sonra işte Avrupa’dan birtakım insanlar geliyordu. Onlarla konuşuyorduk, hatta çalıyorduk. Diğer taraftan benden daha genç ya da benim yaştakilere bildiklerimi öğretmeye başladım. Bir şeye merak sardığım zaman dibine kadar gitmek mecburiyetindeyim. Bu yalnız caz değil. Klasik ve caz bende paralel yürümüştür. “Cazcı Cüneyt” aynı zamanda klasikçidir.
Bir dönem eviniz caz laboratuvarı olarak da biliniyormuş.
Ayaspaşa’da bir zamanlar sonradan Adnan Menderes’in de gittiği meşhur Park Otel vardı. Oraya bir İtalyan grup gelmişti, Enrico Simonetti Sextet. Onları dinlemeye gittim, çok iyi çalıyorlardı. Çok iyi dost olduk, her gün bizim oraya taşınır oldular. O devirde moda içki likördü. Hepsi elinde birer likör şişesiyle öğleden sonraları bize gelirdi, konuşur, çalışırdık. Tabii o zaman piyano açılmıştı. Ben de kontrbası elde etmiştim. İyi kayıtlar doldurduk.
Nerelerde çaldınız?
O zamanlar Sarıyer’de yalımız vardı. Sarıyer iskelesinin yanında da “Canlı Balık” diye bir lokanta vardı. İlham Gencer’le ahbaptık ve o amatör olarak orada çalıyordu. Başladık beraber bir şeyler yapmaya. Aramıza Turhan Taner diye bir gitarcı geldi. Bugün Amerika’da fizik profesörüdür. King Cole’vari bir trio kurduk. Güzel Sanatlar Akademisi balosunda verdiğimiz konser korkunç sükse olmuştu. Baloda çalan meşhur piyanist bizi kıskanıp sahneden indirmeye kalkınca talebelerden dayak yemişti.
Perez mi?
Perez’i bilir misin? Bir zamanların en meşhur adamıydı. Sonra grubu büyütelim dedik, nefesli saz yok. Nereden bulacağız? Askeri bandodan. İsmet Sıral’ı oradan bulduk. Alto çalıyordu o zamanlar, tenora çevirdik. Müfit Kiper bahriyede trompetçi. Hasan Kocamaz da ağız mızıkası çalıyordu. “Yahu bu senin alet bizim gruba uymaz,” diye ona da trompet aldırdık. Böyle çalıyorduk.
Arif Mardin’le nasıl kesişti yollarınız?
Arif’in ablası Betûl kolejden çocukluk arkadaşım. Bir gün geldi, “Bak Cüneyt, kardeşim kötü arkadaşlar edinmesin, al şunu adam et,” dedi. Ben de Arif’i aldım, “şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın, şunu dinleyeceksin, bunu yapacaksın,” derken müziğe kabiliyeti olduğunu gördüm. “Babana söyle sana piyano alsın,” dedim. Piyano alındı. Sonra da ona çok sevdiğim hem piyanist hem orkestra şefi olan bir arkadaşı hoca tuttuk. Neydi ismi…
Demirhan Altuğ mu?
Hay yaşa! Demirhan Altuğ’la çalıştı, ilerledi, bu sefer beraber çalmaya başladık. Sonra bir ara dedik ki “Yahu büyük orkestra kuralım!” Büyük orkestra kurmak için deneyimimiz yok. Aklıma Arto geldi. Tünel’de bir Yahudi kulübünde çalan amatör bir orkestradan hatırlamıştım ismini, temasa geçtik, o da memnun oldu. Aradık taradık, şu olur mu, bu olur mu falan diye; işte o büyük orkestrayı kurduk. Arto trombon, kardeşi Dikran trompet, yine Ermeni Gurdikyan vardı, o trombon, Faruk Akel alto saksofon, İsmet Sıral tenor saksofon, Rene diye Yahudi bir çocuk vardı o da davul çalıyordu. Arif Mardin piyano, ben kontrbas çalıyorduk. Tabii orkestrada her şeye olduğu karışıyorum, hayır dediğim şey olmuyor. Ben beş saksofon, dört trompet, üç trombon, en aşağı üç ritim diyordum. Gitarı affettik. Bugünkü gitarları duyduktan sonra zaten gitardan nefret ediyorum, o zamandan iyi etmişim. Hepsini bulduk. Bariton saksofoncu nefis bir baritoncuydu. Samatya’da ayakkabıcılık yapan bir Ermeni’ydi. Zevk için bariton çalıyor, düşünebiliyor musun? Bomba gibi çalıyor, ama konser vereceğiz herif yok. Utanırmış konsere çıkmaya. Provalara geliyor, bomba gibi çalıyoruz, konser diyoruz, herif yok. Konserlerde güdük dört saksofonla çaldık.
Arif Mardin’in Amerika’ya gidişi nasıl oldu?
Aşağı yukarı hepsini ben ayarladım. 1956 yılında Dizzy Gillespie Orkestrası Ankara’ya geldi. Ben de devamlı Arif’le çalışıyorum “şunu şöyle yapacaksın, bunu böyle yapacaksın, şunu okuyacaksın.” Bir de devamlı okutturuyorum. “Cahil müzisyen olmaz, okuyacaksın,” diyorum. Piyano çalmıyorum, Arif piyano çalıyor ben “şurası şöyle olacak, burası böyle olacak, şöyle yap, böyle yap,” diyorum. Bir iki düzenleme yaptı bu şekilde. Dizzy Gillespie geldiğinde, ben de Ankara’dayım, evlenmişim. Orkestra akşam çalıyor, öğleden sonra bizimle birlikteler. Quincy Jones’la çok ahbap olduk. O zaman o yirmi üç yaşında ben otuz yaşındayım. Dizzy Gillespie’yle de satranç oynuyoruz, devamlı yeniliyor “yarın seni yenmeye geleceğiz,” diyor. Yeniden yenilip gidiyor. Orkestranın başkanı profesör Marshall Stearns, o da devamlı geliyor. Bir ara onunla konuşurken, hatta yanımda karım da vardı, viski koyuyoruz, dedi ki “Cüneyt, benim konuşmam senin bilgine yetmiyor,” dedi. “Senin acele İngilizce bir kitap yazıp getirmeni istiyorum ki Amerika’da bastıralım,” dedi. Ben de o sırada “acele elindeki aranjmanlardan kap gel,” diye Arif’i çağırmıştım. Quincy’ye dedim ki, “bak bunlara, bunlar iyi.” Quincy de beğendi. “Amerika’da birinci sınıf müzisyenlere çaldır bunları,” dedim. “Yaparım valla,” dedi. O derece ahbaptık Quincy’yle. Hakikaten gitti, orada korkunç müzisyenlerle doldurdu, var bende burada kayıtlar. Akabinde Berklee’den kabul geldi. Ben de o zaman Toprak Mahsulleri Ofisi’nde çalışıyorum. İki senede oturdum kitabı yazdım, Amerika’ya gittim. Amerika’da üç sene kalırım demişim, üç ay kaldım. Kitabı sattım, bir alay plak aldım döndüm. Kitabı da bir caz mecmuası aldı. “Kitap olarak basmayız,” dediler, Fasikül olarak her sayıda bir kısmını satarız,” dediler. Pekâlâ, dedim, her sayıda 2500 dolar aldım. Sonradan o mecmua batmış diye duydum.
İsmet Sıral için neler anlatabilirsiniz?
İsmet Sıral ile daima iyi arkadaş kaldık. Orkestralarda, şurada burada çaldık fakat ben evlendikten sonra kontrbası satıp o devam edince aramız uzadı. Daha az görmeye başladım. O zaman ben Ankara’daydım, o İstanbul’daydı. Sonra oğlum için Paris’e gidince izini kaybettik. O Avrupa’nın kuzey taraflarında dolaşmış.
Türkiye’de yaşayan, caz müziğiyle alakalı performansları başlatan ilk kişiler kimdir sizce?
Ben on yaşlarındayken Sarıyer’de acayip bir Ermeni grubu gelirdi, Gregor Kelekyan. Türkiye’de cazın başlangıcı sayılamaz, aklına ne gelirse onu çalıyor. Dans müziği, caz, polka, samba… Bir de Gido diye bir motosikletli çocuk gelirdi, Romen denirdi. Yanında bir iki kişiyle birlikte kornet çalardı. Yani cazın başlangıcı değil bunlar. Aslında batı müziğinin başlangıcı belki kör Necip Celal’dir. Ayrılık, Mazi tangoları. Caz olarak gene herhalde biziz. Bizden evvel işte Arto’ların grubu vardı kısa bir müddet, bir de Yahudi Viktor Kohenka vardı, davulcu. İlk onlardır nispeten caz dediğimiz şey. Fakat çok kısa sürdü ve Tünel’deki bir Yahudi kulübünde kendi aralarında bir iki şey çaldılar. Hatta onların arasında Sarıyer’den ve kolejden arkadaşım Halis Akıncı vardı tenor. Fakat başlamasıyla yok oldu yani geriye bir şey kalmadı oradan. Doğrudan doğruya caz olarak bir de Moda’da Erdem Buri vardı, İlhan Mimaroğlu’yla beraber ama onlara bir şey denmez. Çünkü hakiki Balkan Harbi mızıkasını çalıyor, çalmaya çalışıyorlardı. Bir Moda grubu, bir Sarıyer grubu. Sarıyer grubu benim grubum.
Hangi senelerde bu bahsettiğiniz?
1940’ların başları. Biz modern çalıyoruz, onlar 1920’lerin cazını çalmaya çabalıyorlar. Biz diyoruz ki, “bu çoktan demode olmuş, siz daha alfabesindesiniz, gelin şu zamana ilerleyin.” Birbirimize giriyoruz, hikâye bu. Erdem’le İlhan (Mimaroğlu) o grup. Tahir Sur benim grubumdaydı, sonradan Amerika’ya gitti, “Voice of America” da Türkiye hakkında programlar yaptı. Davulcu Şadan kabiliyetli bir çocuktu. Bir gün bizim Şişli’deki evde otururken çat kapı geldi. “Hayrola,” dedim? “Ben,” dedi, “bu bizim eskiler alayı hırdavatlarıyla çalmak istemiyorum. Bir şey çalmıyorlar. Senin gruba gelmek istiyorum.” E gel bakalım, dedim. Sonra Şadan’la ilk Bop sextetini kurduk. Şadan, İlham Gencer, Faruk, İsmet Sıral…
Zekai Apaydın ile beraber çalmaya ne zaman başladınız?
Zekai Apaydın daha sonra. İlk grup kurduğumuzda tromboncu aradık, askeriyeden bir tromboncu bulduk. Onun ismini maalesef hatırlamıyorum. İlk Bop sexteti öyleydi. İkinci kurduğumuz grupta Şadan Çaylıgil davulda, İsmet Sıral saksofonda, İlham Gencer piyanoda, bir ara Müfit Kiper ve bir parçada da ismini hatırlamadığım asker tromboncu. Sonraki grupta Yalçın Oral davul, ben tabii kontrbas, Nejat Cendeli piyano. O klasikten devşirmedir. İsmet Sıral tenor, Zekai Apaydın trompet. Faruk Akel, bir de alto çalan Celal Bozsoy.
Bu grupla nerede çaldınız?
Şan Sineması, Pangaltı Ermeni Lisesi, İnci Sineması… 1951 gibi Şan Sineması’ndaki konserde Demirhan Altuğ radyo için kayıt yapmıştı. Bulunsa deliririm.
Plak merakınızdan bahseder misiniz?
Bizim aile zengindi ama babam vermezdi. Yatılı koleje gidiyordum. Hep zengin aile çocukları vardı. O zamanki parayla hepsi haftalık 20 lira alırdı, ben 1 lira alıyordum. Üstelik de plak topluyorum. Ermenilere sonsuz bir hürmetim ve aşkım vardır. Beyoğlu’nda “Sahibinin Sesi” firması var, Vahram Gesaryan en müthiş klasik ve caz plaklarını getiriyor. Beni de tanıyor, biliyor müzik hastası olduğumu. Haber veriyorlar, “Cüneyt koş, plaklar geldi!” Gidiyorum, o zaman dinleme odaları vardı. Odaya giriyorum, dinliyorum. Diyelim yirmi plak gelmiş, ben sekiz tanesini beğendim; “Tamam onları sana ayırıyoruz, satmıyoruz,” derlerdi. Çünkü plağın tanesi 110 kuruş, benim haftalığım 1 lira. Ben annemden, teyzemden 10 kuruş, 20 kuruş tırtıklaya tırtıklaya korkunç bir 78’lik koleksiyonu yaptım. Paris’e gittiğimde o koleksiyonu görenlerin dudağı çatladı, anormal bir koleksiyondu.
Tünel’de bir Yahudi dükkânı vardı. Baba kız çalışıyorlar, Brunswick plakları getiriyorlardı. Count Basie Orkestrası da o sırada Brunswick firmasındaydı. Haber yolluyorlardı gene, 1 liralık adam olarak gidiyordum. Hem dinleyip hem konuşurduk, “Lester Young mı daha iyi, yok şu mu daha iyi çalıyor?” Hiç unutmuyorum, bir keresinde bir hacı ağa girdi dükkâna. Biz de adam, kızı, ben üçümüz birden Count Basie dinliyoruz. Soruyorlar “Burada daha mı iyi çalıyor? Orada daha mı iyi çalıyor?” Adam “Şuradan bana,” dedi, “tumturaklı 100 tane plak verin.” Ben orada dinliyorum, beğenirsem ya bir tane alabileceğim yahut ayırtacağım. Yahudi adam dedi ki, “görmüyor musunuz? Burada müzik dinliyoruz, mühim bir şey yapıyoruz, bekleyin.” Yüz tane plak alacak adama böyle dedi.
Bir de Tünel’de nota satan bir Arnavut vardı. Korkunç notalar, ne isterseniz var. Garip bir dükkânda otururdu. Gözlüklü, hokka burunlu, aksi ters bir herif. Bir gün ona gittim, “Alban Berg’in keman konçertosunun notasını istiyorum,” dedim. Baktı, “sen müzisyen misin?” dedi. “E biraz merakım var” dedim. “Olmaz öyle,” dedi. “Ne yapmış, ne yazmış, hangi stilde yazmış, nerede yazmış, ne zaman yazmış?” diye iyice imtihan ettikten sonra memnun kaldı. Böyle adamlar vardı İstanbul’da.
Macar Willie’yi tanıyor musunuz?
1930’larda Sarıyer İskelesi’nin yanında meşhur “Canlı Balık” lokantası vardı. Türkiye’nin en mutena, en mükemmel yeriydi. Atatürk de arada derede küçük bir yatla gelirdi -“Sakarya” mıydı acaba yatın adı. Bilhassa Orta Avrupa’dan bir alay müzisyen gelir çalardı. Macaristan’dan gelen grupların içinde çok kadın bulunurdu. Hele bir keresinde silme kadın grubu gelmişti. Çigan müziği ve Brahms’ın bazı parçalarını çalıyorlardı. Hepsi maşallah birbirinden güzel. Onlardan biri sonradan Nilüfer olarak Adnan Saygun’un karısı oldu. O grupların içinde burada Veli denen, aslı Willie tabii, hem keman hem de trompet çalan biri vardı. Son derece matraktı. Taksim Belediye Gazinosu’nun değişmez elemanıydı. Canlı Balık’ta da o vardı. Al takke ver külah, onunla beraberdik. Sonra bir de Maruşka geldi gene Macar. Şimdi düşünüyorum, o zaman düşünmemiştim, Willie herhalde Macar Yahudi’siydi. 1950’lere doğru Willie, Maruşka filan, ben de kontrbasımı alırdım, Macar havaları çalardık.
Willie Taksim Belediye Gazinosu’nun pavyonunda çalardı, ahbap olduğumuz için ikramda bulunurlardı, para mara da vermez, müzisyenlerle gırgır yapardım. Arada bir nispeten caz çalıyorum diyen adamlar da gelirdi.
Willie Atatürk’e çalmış diye bir hikâye vardır, doğru mu o hikâye?
Çalmıştır. Atatürk “Bir parça çal,” demiş, onlar da tam bilmiyorlarmış benzetmişler. Atatürk de “Yutmadım ulan Veli,” demiş.
Atatürk caz dinler miydi, öyle bir malumatınız oldu mu?
Bilmiyorum, yalnız Atatürk’ün A’dan Z’ye söylediği en güzel şey alaturkayı menetmesidir. Alaturka, Türk halkının ırzına geçiyor tam tabiriyle ve “Türk halkının alaturkayla ilerlemesine imkan yoktur, menediyorum,” demiştir. Atatürk’ün benim için hayatta söylediği en büyük laf odur. Sonradan tabii iş dejenere olmuş, gene alaturka konmuş. Ben radyodayken alaturka en az seviye inmiştir, varla yok arası.
Anne tarafınız alaturka müzikle ilgilenmiyor muydu?
Anne tarafı çalıyor, ben nefret ediyorum. Annem de, teyzem de biliyorlar, herkes biliyor benim nefret ettiğimi… Üstelik onlar bana alaturkayı sevdiremedikleri gibi, ben onlara King Cole sevdirdim.
Ankara maceranız nasıl başladı?
1954’te taşındım. Sandu mandu o zaman Ankara’daydı. Erol Pekcan, Muvaffak Falay, Melih Gürel ve kardeşi Metin Gürel Ankara’daki talebelerimden. Melih’i Erol vasıtasıyla tanımıştım, Bahçelievler’de tam karşımızda otururlardı. Mükemmel bir insandı, çok dost olmuştuk ve şaheser de bir müzisyen olduğunu gördüğüm için müthiş seviyordum. Bir plak, bir bant doldurmuşlardı benim bulunduğum bir seansta. Daha doğrusu bana yapmışlardı onu. Erol Pekcan, Melih, mükemmel piyanist Atilla Borsay, gene Macar basçı Tommy Harley…
Hâlâ duruyor mu kaydı?
Şimdi bende! Bana gelen bantlar bende kalır. Beğendiğimi alırım, vermem geriye. Benden bir şey alamazlar ben vermedikçe. Ne yazık ki Erol bir aralık “Abi, benden o kadar çok şey aldın, bir kere ver şunu bir dinleyeyim,” dedi ondan sonra kayboldu. Nasıl ahmaklık edip de ona verdim onu diye…
Kopyası da yok?
Kopyası da yok, tek kopya. Hâlâ yanarım. Bende olan bir şey kaybolmaz. Verdiklerim havagazıdır, yok olur. Zaten hırdavatları veririm, iyileri vermem.
Peki Erol Pekcan’la ilgili neler anlatabilirsiniz?
Hayatımda duyduğum en müthiş, efendi, dört dörtlük insan. Hâlâ yanarım, en iyi en eski dostlarımdan biriydi. Bulunmaz bir insandı. O da tapardı bana. Ona davulu nasıl çalacağını da aşağı yukarı ben öğrettim çünkü, o sopalarla paldır küldür dörtlere vururdu. Sopaları alıp fırça vermiş, “süpür şuraları,” demiştim. Türkiye’nin en iyi süpürge kullanan davulcusu oldu. Bir de Şerif Yüzbaşıoğlu var. Gene rastladığım en müthiş insanlardan biridir. Dört başı mamur müzisyen, dört başı mamur bir insan. Allah nur içinde yatsın, başka bir şey demem. Bana Ravel’i sevdiren adamdır, onun da hakkı var o işte.
Tuna Ötenel var tabii bir de…
Tuna Ötenel’i daha sonra tanıdım. Çok kabiliyetli, fevkalade kabiliyetli bir çocuk. Alto çalıyor, tenor çalıyor, piyano çalıyor.
Sizin aklınızda 1940’lardan, 1950’lerden kritiğini yaptığınız, dünya standartlarında olduğunu düşündüğünüz Türkiye’den caz müziği yapan kimler var?
Arif’in Amerika’ya yaptıkları, ama Arif besteci, aranjördür, çalanlar Amerikalı. Emin’in (Fındıkoğlu) yaptıkları var gene Berklee’de. Gene çalanlar gavur.
Muvaffak Falay?
Muvaffak Falay, Türk çalgıcı olarak muvaffaktır ismi gibi. Yani Türkiye’nin Clifford Brown’ı. Dizzy Gillespie Orkestrası geldiği zaman onu ben lanse etmiştim. Dizzy Gillespie’yi karşılarken “Good Bait” çaldırmıştım. Seneler sonra da fena azarladım. “Kaç kere çaldın sen bu Good Bait’i?” diye sordum. “Abi, belki bin kere çaldım,” dedi. “Peki parçanın esası ne?” dedim. Haberi yok. Evet, fakat iyi, muvaffak olmuş, iyi çalmıştır. İsveç’te filan… Bayağı plağı da var bende. Bayağı iyi trompetçidir, büyük orkestralarla da çalmıştır. Türkiye’nin çalgıcı olarak başarılı örneği odur. Çaldığının ne olduğunu bilmiyor ama iyi çalıyor.
Eleştirileriniz çoğu insan tarafından saygıyla karşılanıyor, aksi davrandığınızı söyleyen de oluyor mu?
Valla müzik bilenler kritiklerimi daima efendice karşılamışlardır. Müzik bilmeyenlerin ne söylediğiyse beni hiç alakadar etmiyor. Çok da bir şey söylemeye cesaret edememişlerdir, çünkü bir gün karşıma çıkma ihtimalleri var. Yalnız bir kusurum vardır, kritiklerim nalına mıhına dediğim şekilde serttir. Hürriyet’te söyleşi yapmıştı çocuğun biri, “sıfırcı hoca” diye ad takmıştı. Hiçbir zaman sıfırcı değilim, muhakkak iyi bir tarafını bulmaya çalışırım. Birini kötüleyip de kendime apolet takmaya meraklı değilim. Bir şey bulursam sonuna kadar itelerim onu. “Bak, şunu şöyle yap. Ha gayret,” falan. Fakat hayatta en iyi yetiştirdiğim şey oğlumdur.
Oğlunuzun klasik müzik merakı kendinden mi geldi yoksa siz yönlendirmenizle mi?
Evvela cazla başladı. Evde sabahtan akşama kadar caz ve 20. yüzyıl klasik müziği dinleniyordu. O şekilde kulakları doldu, aileden müzisyenlik varmış, o keşfedilince yürüdü.
Klasik müzik eğitimini kendisi mi istedi? Yoksa siz bir yönlendirme yaptınız mı?
Biz istedik.
Caz?
Nein!
Niye?
Cazcıların çaldıkları yerleri hiçbir vakit tasvip etmedim. Caz çalarken on para almadığım gibi, daima konser salonlarında bilmem nerede, içki içilen sarhoş meyhanelerinde caz çalınmasını kabul etmedim hiçbir vakit. Çünkü bir yerde Duke Ellington çalıyor öbür yerde “hellaaaa” diye bir adam, ben onu kabul edemem. Konser platformunda kalmasını istemişimdir daima. Dinlenecek müziktir caz. Yoksa bilmem ne yapılacak müzik değil, iyi caz çok derin müziktir.
Yeni kayıtlar geldiğinde bütün detayları alabilmek için farklı dinleme şekilleriniz olduğu söylenir, nasıl farklı şekiller?
Babam İngiltere’den kurmalı gramofonu getirdiği zaman 78’lik plak çalıyoruz. Bilhassa Duke Ellington’lara geldiği zaman benim bas seslere olan merakım daha o zamandan, iyi duyabilmek için gramofonu dişlerdim. O şekilde rezonans, bas rezonansı içime işlesin diye. Efsanevi Jimmy Brandt’in çaltığı en ince teferruatı almak için. Gramofon ablamın oğlu Ömer’de, konuşsam da tekrar buraya getirtsem.
Siz mesela birinde potansiyel gördüğünüzde, bu sizde nasıl bir his uyandırıyor? Gençler nasıl, son dönemlerde gözünüze çarpan yetenekler var mı?
Kimseyi bilmiyorum artık. Paris’e gittiğimden itibaren artık tamamen klasik müziğe döndüm. 1968’in sonu. O bakımdan ne Amerika’daki ne Türkiye’deki yeteneklerin pek farkında değilim.
Aslında benim karakterim herhalde hocalık. Bildiğim öğrendiğim şeyi o da bilsin, o da öğrensin. Hele bir de kabiliyet bulursam, “Çabuk o kabiliyeti geliştir! Daha iyi ol!” Bizim eve “caz laboratuvarı” diye isim takılmıştı. Emin de (Fındıkoğlu) gelirmiş Topağacı’ndaki yeşil apartmana. Ben Emin’i hatırlamıyorum, herhalde çok gençti farkında değildim. Bir alay kartaloz müzisyenle uğraşıyordum. Bir taraftan caz, bir taraftan da klasik dinletiyordum. Çünkü caz klasiğin yavrusudur benim için.
Gregor Kelekyan’ı bilir miydiniz?
Gregor’u bilirim. Sarıyer Büyükdere arası bir zamanlar Türkiye’nin Riviera’sıydı, Fransa’nın güney sahili. Çok eski Ermeni aileleri, Türk aileleri, mollalar, biz falan çok kıymetli aileler vardı. Sonradan Vehbi Koç’lar geldi. Yusuf Ziya’lar geldi. Latife, Arif’in şeysi falan filan… Orada Sarıyer ile Büyükdere arasında Beyaz Park vardı. Sahibi de Rasim Bey’di hâlâ hatırlarım, alay ederdik. “Dükkânımıza hoş geldiniz,” derdi, “şu dükkânı bırak,” derdik. “Bakkal dükkânı mı burası?” Aynı zamanda da kenarı lido gibiydi deniz. Türkiye’nin yüzme müsabakaları orada olur, her hafta cumartesi günü ya alaturkacı Münir Nurettin yahut Gregor Kelekyan gelirdi. Gregor yahut Gido yahut da Ferdi Tayfur. Ferdi Tayfur, eski Laurel Hardy filmlerinin seslendirmelerini yapardı. Çok güzel yapan birisi. Bilmiyor musun asıl Ferdi Tayfur kimdir? Yani o sonradan çıkan Ferdi Tayfur değil. Ferdi Tayfur, meşhur Laurel Hardy filmleri vardı, onların Türkçesini yapardı ki İngilizce sesinden daha iyiydi. Çünkü o Ferdi Tayfur, Marx Brothers’da üç adamdan bir tanesini külhanbeyi olarak tercüme ederdi, bir tanesini de Ermeni olarak. Laurel Hardy’deki aksanlı konuşan “hanananan” o Ferdi Tayfur. Müthiş bir insandı, yani onu tanıdım ben. Ha şimdi oraya Gregor gelirdi. Gregor’u ben çok iyi dinledim. Fakat cazla alakası yok. Her türlü müzik çalıyor. İçinde saksofon var, trompet var, keman var.
Mandolin var, yok bilmem ne var. Bir laduludu laduludu arada bir belki Dixie’lere benzer bir hava çıkar gibi oluyor veya olmuyor. Zaten korkunç bir adam. Alacakaranlıkta bir görseniz yüreğinize inerdi. Korkunç bir adamdı. Saçı başı öyle böyle bir adam. Korkunç bir karga burun. Öyle bir adamdı, ödümüz kopardı ondan.

Cüneyt Sermet (Photo: unknown)
Sizin gençliğinize mi denk geliyor onun müzik yaptığı dönemler?
Herhalde 10 12 yaşım falan oluyor.
O zaman onu es geçecek olursak Türkiye’deki cazın başladığı nokta Arto Haçaturyan diyebilir miyiz?
Yalnız şunu söyleyebilirim, onu iddia edemem çünkü Haçaturyan ile beraber her yerde olduğu gibi Yahudiler vardı. Viktor Kohenka vardı, Haris Akıncı vardı. Süheyl… Ondan sonra ve bunlar Yahudi kulübünde çalıyordu Tünel’de. 1930’ların sonu falan. Şimdi tabii şunu söyleyebiliriz, Türkiye’deki birçok sanat hareketlerinde öncü Ermeni’ler olmuştur. Tiyatroda olduğu gibi, müzikte de bunların payı var muhakkak ki. Ama birinci derecede diyebilir miyiz? Bilemiyorum. Yahudileri de koymak lazım oraya. Bir de şu var, şimdi zenciler New Orleans’ta tarlada çalışmışlar “hohaahoheeeaa” demişler, ellerine geçen aletler beyaz. Onlar olmasaydı zenciler ne olacaktı? Yine tarlada banjoyla bağıracaklardı. Zenciler en büyük eserlerini ne zaman vermişlerdir? Malzeme olarak Yahudilerin eserlerini baz olarak kullanarak vermişlerdir. Eğer o eserler olmasaydı zenciler ne çalacaktı? Bugün masterpiece dediğimiz, mesela Coleman Hawkins “Body and Soul” çalıyor. E “Body and Soul” zenci mi? Dixieland tarafında da çaldığı şeylerin hepsi gene beyazlarda. Dolayısıyla müşterektir bu. Zenciler yapmış beyazlar bakmış boş laf. Çünkü her şeyden evvel bir kültür giriyor. Kültür olmayınca gerisi hava gazı.
Türkiye tarafına baktığımız zaman, Türklerin caza bir etkisi olmuş mudur?
Bakın Türkiye’den az çok müzisyen yetişmiştir. Mesela trompette Muvaffak, kendi çapında gene İsmet Sıral, besteci olarak müthiş Arif Mardin, Emin Fındıkoğlu falan. Türkiye’den davulcu yetişmemiştir. Türkiye’de davulcu yok.
Erol Pekcan?
O da benim gayretimle, tamamen benle aynı kafayla olduğu için. Nedendir? Türk müziği. Aslında çok affedersin Türk müziği diye bir şey yok. Türk müziği dediğimiz şey Acem müziğiyle, Arap müziğiyle, Bizans müziğinin karışımı, biraz Anadolu’nun da abuk sabuk söylenmesidir. Türklerde müzik yoktur. Çok affedersiniz belki kızacaksınız buna, yok. Türklerin bir katkısı yoktur. Türk müziği diye bir şey yok.
Dede Efendi’ler ya da Nurettin Selçuk’lar var.
Şimdi bütün bunları ben müzik diye kabul etmiyorum. Çok affedersiniz. Çünkü dinlediğim zaman tüylerim diken diken oluyor. Teknik anlamda, dinlemekten. Korkunç Türk şairleri vardır. Türk şiirleri dünyanın en iyileri arasındadır. Şairleri. Ama romancı yoktur. Türk müziği yoktur. Türk müziğinin olmadığını Atatürk de keşfettiği için, İnönü de keşfettiği için birtakım şeylerle bir baz kurmaya çalışmışlardır. Yani “Çeşme başında yandım allah,” bu müzik değil. Bunu müzik kabul edersen o zaman dünyanın her şeyi müzik. O zaman Ornette Coleman da dünyanın en iyi müziğini yapıyor demektir.
Bu bağlamda blues hakkında ne düşünüyorsunuz?
Blues, sille tokat kiliselere sevk edilen zencilerin, kilise ilahilerinde buldukları üç akorla kendilerine mahsus yaptıkları bir müziktir. Zaman ilerledikçe bayağı iyi şeyler de çıkarmışlardır fakat üç akordur. Bir şeylerin yakarışı. İkisi de olmasa o cazın standartları belki ortaya çıkmayacak nota veya enstrüman anlamında. Yalnız şu var, caz sadece blues değil, bir de şarkı kalıbı var. Şimdi cazcılar, bilhassa zenciler, evirip çevirip blues çalmışlardır. Bunların bir kısmı iyi olmuştur bir kısmı öyle olmuştur, ama şarkı kalıbı beyazlara mahsus.
O şarkı kalıbının özü ne peki?
Şarkı kalıbı AABA formunda otuz iki mezur. Öteki on iki mezur. İkinci üç akora dayanıyor, ötekinde bir alay akor. Dolayısıyla o blues çalan zenciler şarkı kalıbını öğrenince ufukları genişlemiştir. Kombinasyon artıyor, armoni artıyor, ufuk artıyor. “Buradan nereye gidebilirim?” hikâyesi başlıyor.
Peki Türkiye’de caz müziğinde efsaneleşecek yeni bir yorum katabilen kimse oldu mu?
Tek Arif Mardin. Neden, onu da söyleyeyim çok enteresandır… Klasik müzik hakkında Adolfo Salazar’ın yazdığı bir kitap var, Music In Our Time. O devirde ikimizin de parası az olduğu için ortak alıyoruz, ben bunu Arif’e metazori okutturuyorum. Şimdi Arif’e aldırttığım kitaplardan bir tanesi bu. Neden Arif olmuştur? Çünkü Arif’le ben çalışırken bir de arada Lennie Tristano vardır. Meşhur kör İtalyan avant-garde piyanist. Arif’e şunu söylemişimdir: “Caz muayyen bir beyin kitlesine hitap eder. Bunu yukarıya çekmek, aşmak. Bu nasıl olur? Korkunç kültürle olur. Nasıl kültür olur? Edebiyat, resim, felsefe, Avrupa müziği ve tradisyon. Dolayısıyla sen bu yazdıklarımda caz müziğine birtakım bu katkıları koyacaksın.” Arif’in bazı yazdıklarında bu katkılar vardır. Arif’ten bir kayıt çalayım size.
Başka bir yer bulabilir miyiz sizdeki bu kayıtları?
Dünyada kimsede yoktur! Neden, onu da kısaca söyleyeyim çalmadan evvel. Paris yirmi bölge, ben gittiğimde 18’dey, yani kuzey kısmındaydık. Ben okumaya korkunç meraklıyımdır. Tarih kısmım da çok kuvvetlidir. Mühendislik kısmım da… İlk gittiğimiz zaman kitap meraklısı olduğum için 18. bölgenin kütüphanesine gittim. Ahbap olduk müdürüyle. “Yahu, burada kitap falan filan var, güzel. Sade kitap bakımından eğitiyorsunuz. Plak da getirseniz de müzik bakımından eğitseniz nasıl olur?” dedim. “Nasıl şey o?” dedi. “Gel bana,” dedim. Eve davet ettim, plakları gösterdim, müzik dinlettim: “Bunları öğrenseler fena mı olur?” Mest oldu adam, “çok güzel,” dedi. “Hemen yapalım, liste ver bana,” dedi. Adama liste verdim, sonra bir alay plak getirdiler ve orada plak reyonu açıldı. Bunu görür görmez diğer bölgelerdeki kütüphaneler de istedi, ben de plak kütüphaneleri kurdum. Şu an hâlâ devam ediyor. Bir şart koymuştum, listeleri vereceğim bütün bu plakları getireceksiniz, yalnız ilk gelen plakları ben dinlerim, demiştim. Dolayısıyla hemen fevkalade tape recorder aldım. Diyelim Brahms’ın bilmem bir LP’si. İçinde üç tane hırdavat, bir tane iyi parça var… O iyi parçayı kaydediyordum. Dolayısıyla bende hırdavat tek parça yoktur. Kızım da mesela müziğe meraklıdır, şimdi Paris’te avukat, müziği benim teypten dinlerdi. LP de istese “yok hırdavat istemem orada iyi parçalar dinleyeceğim,” derdi.
Bu şimdi dinleyeceğimiz nedir? (Cüneyt Sermet, Arif Mardin’in bir düzenlemesini çalıyor, http://turkiyedecaz.com adresinde izleyebilirsiniz.)
Blues. Buradaki profesörlerin dudağı çatlar bu sesleri duyunca. Şimdi bu, Arif’le beraber Quincy Jones’a ilk gösterip çaldırdığımız blues. İçindeki soloların hepsi de birbirinden şaheserdir. Süper referans sololardır. Aranjman, beste Arif’in. Bunu oradaki büyük hoparlörden dinlemek lazım. Buraya, bu küçük zurnaya sığmıyor. Tenor saksofonda Jerome Richardson. O da Müslüman zenci, Amerikalı. Sadece klasik müzik severim, caz severim diye bir vaziyet yok. Şahane çalınmış bir tango ağlatır beni, fevkalade çalınmış bir rumbaya bayılırım. İyi müzik vardır, kötü müzik vardır, o kadar. Caz 1980’de öldü diyorum ben. Klasik müzik de benim için Bartok’un ölümüyle 1950’de bitti.
İstanbul’u özlüyor musunuz?
Valla bugün artık hiçbir yeri özlemiyorum. Çünkü İstanbul benim tanıdığım İstanbul değil. Ne Nişantaşı’nı tanıyorum, ne Sarıyer’i ne de Tarabya’yı tanıyorum. Hiçbir yerini tanımıyorum. Bir de şu var evladım, bir yaşa geldikten sonra bütün sevdiklerim tanıdıklarım ölmüş. Karşımda tamamen yabancılar. Kime ne söyleyeyim? Türkiye’de yapılan caz denemelerinde mesela Türk müziğini cazın içine katıyorlar, etnik caz yapıyorlar…
N’olur bahsetmeyin onlardan. Caz beynelmileldir. Etnik bir şey yoktur. Caz müziği birtakım hislere dayandığına göre aşk, his, açlık, sevgi duygusu… Bu Habeşistan’da ayrı, Fransa’da ayrı değil. Ne bileyim, bir Fransız da hislenebilir, Türk de hislenebilir, her şey olabilir.
Peki cazın milliyeti yok diyoruz ya niye caz böyle Amerikan cazı diyoruz o zaman? Orada doğduğu için mi?
E tabii… Hem doğumdan hem de en büyük müzisyenler oradan çıktığına göre Amerikan cazı denir. Fakat artık İngiltere’de de İskandinav memleketlerinde de iyi caz çıktı. Fransa’dan da çıktı, çıkıyor. Tabii ki esas orası, kalabalık olan orası, başlangıç olan orası, ama maalesef orada bitti. Orada bittiğine göre onun devamı Amerika’dan geleceğini zannetmiyorum. Avrupa’dan gelmesi yahut da bitmesi lazım.
Potansiyel gördüğünüz bir ülke var mı bu konuda?
Kâhinlik olur o. Çünkü aynı klasik müzikte olduğu gibi bitti. Burada devamlı hep klasik dinliyoruz caz pek dinlemiyoruz, maalesef şimdilik bir duraklama devri. Kolaylık ve boş kafalılık devri. Tepinme. Bu devirler hep harplerden evvel olur. Büyük buluşlar da harplerden sonra olur. Acaba diyorum büyük bir harbe doğru mu gidiyoruz? Böyle bir şey olursa lafın gelişi, Allah korusun, 40
50 milyon kişi ölürse sonra tekrar bir korkunç bir reform olabilir. Çünkü gelişmeler hep bu gibi şeylerden sonra olmuştur. Çünkü bir yerde insanlar refah arttıkça dejenere oluyorlar. Her şey bitiyor sonu hiçliğe gidiyor. Hiçlik bitince sonunda yeni baştan başlıyor.
Nitekim caz Birinci Dünya Harbi’nden sonra başlamıştır. Nasıl ki klasik müzikte elimizde Beethoven’ler Brahms’lar Schubert’ler var, Stravinsky’ler, Ravel’ler Debussy’ler var. Cazda da Woody Herman’lar Duke Ellington’lar, Count Basie’ler, şunlar bunlar var. Onları dinleyip avunmak lazım.
Caz kulüpleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Amerika’ya gittiğimde caz hastasıydım, koşarak Birdland’e gittim. Hem de kimle beraber gittik? Leonard Feather’le. Gelmiş geçmiş en büyük kritiklerden biri. Caz ansiklopedileri falan var. Count Basie çalıyor, “harala gürele” arkada. “Bir viski daha ya,” falan derken Miles Davis çalıyor, “haha haa yuhahaa,” falan filan. Gece kulübü benim için bu değil. Bu meşhur Birdland. Benim için gece kulübü cazın kilisesidir, Dolayısıyla Ahmet çıkar, çalar huşu içinde dinlersin. Beğenirsin, beğenmezsen çıkarsın. Nasıl klasik müzik dinliyoruz? Klasik müzik çalarken adam “Ohaa yuhaa” var mı? Benim için de caz müzik budur. Nefret ettim ve iki üç gün sonra iki sokak ötede Lennie Tristano çalıyordu gitmedim. Lennie Tristano’ya gitmedim. Lennie Tristano ne demek anla. Gitmedim. Televizyon seyrettim. Neden? Cazdan büsbütün nefret etmemek için. Bir de şu var, cazı en az anlayan Amerikalılardır. Bu dediğim espri değil. Caz çalındığı zaman Fransa’da başka bir yerde dinlediğimde huşu içinde dinliyorlar ve isim isim biliyorlar. Mesela Meridien Otel’de Lionel Hampton’ı dinlemeye gittim, yanımda klasik müziğin baş trompet virtüözü Fransız Maurice Andre oturuyordu. Yaptığı yorum, “çıkan trompete bak. Bak şurada sol çaldı, vay anasını…” Amerika’ya git “Muhaha muhaha, bir viski daha alalım, muhaha!” Bu ne ya? Onun için gece kulübü dediğin zaman, benim gece kulübü anlayışım kültür.