Müzik konusunda oldukça git-gelleri olan biriyimdir. Klasik müzikle geçen günlerimde hareketlerim yavaşlar, ağırbaşlı olurum, başında ve sonunda ana melodinin çalıp arada herkesin sırayla solo yaptığı bir müzik formu ne kadar ilginç olabilir ki gibi gelir. Bir arkadaşımdan duymuştum, ona da caz sevmeyen bir arkadaşı söylemiş: “Caz sevmiyorum, bana ringe çıkmak için sırasını bekleyen boksörler gibi geliyorlar”. İşte ben de aynen böyle hissederim o günlerde. Sonra bir yerde karşıma A Love Supreme, Wayne Shorter, Duke Ellington gibi bir şey çıkar, yüksek ihtimalle bir arkadaşım “bak ne buldum” diye yeni bir şeyle gelmiştir. Birden modum değişir – caz mode on – ne enerji, benim ise için kurumuş gibi gelir. Caz müzisyenlerini boksörlere benzetmek büyük haksızlık, onların da anlattığı acayip hikayeler var diye geçiririm içimden. İşte böyle bir döngü içinde geçer hayatım. Tamamen karaktersizlik.
Hatta bir sır vereyim, sırf bu psikolojik rahatsızlığım yüzünden mezzo tv ‘nin gösterdiği kliplerden hazzetmiyorum. Duke Ellington’dan bir parça, sonra Beethoven’dan bir sonat, sonra Pat Metheny’den bir parça… Çok beğendiğiniz bir konserin çıkışında bindiğiniz takside alakasız, berbat bir şarkının çalması gibi bir şey.
Beni ayrı köşelere savuran, tüm karakterimi değiştirecek güce sahip, bu zararsız değişken ruh halimin yegane sebebi sadece müziğin güzelliği olmuyor. Müziğe eklenen hikaye, aslında hepsinde bir şekilde bir hikaye var ama anlattığı şeyi sevmem gerekiyor. Belki de müzik çok güzel oluyor, hikayeyi kendi kendime ekliyorum ucuna. Emin değilim. Yeni caz albümlerinde çok sık hissettiğim, dönüp dönüp eski albümleri dinlememe sebep olan şey de bence bu hikaye anlatımı eksikliği. Belki de 70’lerden sonra, yani siyahi insanlar haklarına – en azından kanunen – kavuştuktan sonra işin hikayesi bitti, çok iyi çalan bir sürü adam var ama artık insanların anlatacak çok fazla hikayesi yok belki de. Hikaye derken açıkça yazılmış, kelimelere dökülmüş birazdan uzun uzun anlatacağım gibi somut bir şeyden bahsetmiyorum. Sonuçta A Love Supreme albümünde de “A Love Supreme” dışında bir söz yok ama orada engin denizler kadar büyük bir hikaye var.
Bu aralar bir arkadaşımın verdiği Martha Argerich cdsi sayesinde klasik müzik modundayım. Dikkat! Müziğin ve kadının güzelliği dışında ucuna benim eklediğim bir de hikayesi var. Yıllarca Glenn Gould’dan dinleyip de daha iyisinin olamayacağını düşündüğüm Bach’ın müziğini nasıl da daha duygulu, inişli çıkışlı çalınabileceğini gördüm. Glenn Gould artık gözüme hızla arkasına bakmadan at koşturan bir kovboy gibi gözüküyor. Çünkü değişken ruh hali bozukluğu bunu gerektirir.
Tam da bugünlerimde karşıma çıkan, hikayesine, müziğine, ayrı hayran kaldığım Symphonie fantastique’i, bestecisini, iç içe geçmiş bir hikayeyi anlatacağım.
Bu gerçek hikayenin kahramanı Fransız besteci Hector Berlioz Paris Tiyatrosu’nda seyrettiği Hamlet temsilinde oynayan Harriet Smithson’a ilk görüşte aşık olmuş. Smithson oyunda Ophelia’yı canlandırıyormuş. Hamlet’e aşık olma şanssızlığında bulunan, başında aşık olan sonrasında Hamlet tarafından reddedilen, en sonunda nilüferlerin arasından kendini göle bırakarak intihar eden güzeller güzeli Ophelia’dan bahsediyorum.
Berlioz uzun süre sapık gibi Smithson’ın peşinde koşmuş, mektuplar yazmış, oynadığı tüm oyunlara gitmiş. Bir defasında Juliet rolünde Romeo’nun kollarında görünce dayanamayıp tiyatro salonunu yüksek sesle ağlayarak terketmiş. Bu bir gecede aşık olan bu adamın Hamlet vari gelgitli ruh hali güzeller güzeli Smithson’ı korkutmuş ve hep kendisinden kaçmış. Sevdiğine kavuşamayan Berlioz’un aşk acısı giderek artıyormuş, o kadar acı çekiyormuş ki afyon kullanmaya başlamış.
“Sürekli kendimi gözlemleme takıntımdan kurtulmak beni yansıttı ve yansıtma iki katına çıktı – kendimi aynada gördüm. Genellikle hiçbir şeyin fikir veremeyeceği olağanüstü izlenimlerim var.” diye yazmış bir mektubunda, yani bildiğiniz kafası güzelmiş, halisulasyonlar görüyormuş.
Büyük aşkı Smithson’ın dikkatini çekmek için ona adanmış bir senfoni yazmaya karar vermiş. Hikayeye burada ara verip, afyon etkisi altında yazdığı, Leonard Bernstein’ın “psychedelic” diye tanımladığı 5 bölümlük muhteşem otobiyografik senfoninin hikayesini anlatayım.
1) Reveries, Passions (Rüyalar, Tutkular)
Senfoninin hikayesinin kahramanı olan genç sanatçı güzel bir kadına ilk görüşte deliler gibi aşık olur. Başında çalan romantik melodi – ki Berlioz ona idee fixe der – aşık olduğu güzel kadını anlatır. Senfoni boyunca obsesifçe çalan bu güzel melodinin duyulduğu anlar hikayenin içinde genç sanatçının aşık olduğu kadını, aşkını hatırladığı anlardır. Ara ara genç sanatçının içini umutsuzluk kaplar, sevdiği kadın ulaşılmazdır çünkü. Bölümün içindeki inişler, çıkışlar, kahramanımızın ulaşılmazlığını farkedip duyduğu umutsuzluğu, tutkuyu, kıskançlığı, melankoliyi, öfkeyi, tüm kötü duyguları hissettiği anlardır. Aralardaki idee fixe ler ile aşkını sevgiyle tekrar hatırladığı anlar betimlenir. Yani kahramanımız bestecisi gibi oldukça dengesiz bir kişilik. Sevdiği kadının ondan korkması bence gayet normal.
2) A Ball (Balo)
Bu bölümde genç sanatçı kimseyi tanımadığı şık, gösterişli bir baloya davetlidir. Baloda çalan waltz ile mutludur. Sonra bir köşede sevdiği kadını yalnız başına görür ve keyfi kaçar.
3) Scene in the Fields (Kırda bir Sahne)
Bir yaz akşamı kırlara uzanır, huzurludur. İki çobanın birbirleriyle düet şeklinde söylediği ezgiler kulağına çalınır. Doğanın seslerini dinler, ağaçların hafif bir meltem ile çıkardıkları seslere kulak verir. Kadının imgesi belirir. İçi yeniden umutla dolmuştur, artık güzel kadın o kadar da ulaşılmaz gelmiyordur gözüne. Kadının imgesi tam karşısındadır. Sonra kadının imgesi yavaş yavaş kaybolmaya başlar. Hava aniden kararır, şimşekler çakar. Çobanlardan biri ezgisini söylemeye devam eder ama ona cevap veren diğer çoban, ezgi artık yoktur. Sessizlik ve yalnızlık.
4) March to the Scaffold (Darağacına Doğru Marş)
Reddedildiğini anlayan genç sanatçı, yüksek dozda afyon alarak ölmeyi planlar. Planladığı gibi gitmez ve kafası güzel bir şekilde uykuya dalar. Rüyasında sevdiği kadını öldürdüğünü ve idamla cezalandırılacağını görür. Askerlerin çaldıkları korkutucu marşlar eşliğinde dar ağacına doğru yürür kahramanımız. Son anda idee fixe çalar. En sonda ölüm korkusu kendini kısa bir süreliğine sevgilisine duyduğu aşka bırakır.
5) Dream of the Night of the Sabbath (Bir Şabat Gecesi Rüyası)
Afyonun etkisi sürüyor. Genç sanatçı idam edilmiştir. Rüya devam eder. Bu sefer idam sonrası kendi cenazesini görür. Büyücüler, cadılar vardır. Korkunç sesler, inlemeler, sinir bozucu kahkahalar. İdee fixe yeniden çalar, sevgilisinin imgesi tekrar ortaya çıkar ama eskisi kadar güzel değildir, melodi de asillikten uzak kaba bir dans melodisine dönüşür. Çanlar çalar, şeytan da bu korkutucu şölene katılır. Kan gövdeyi götürür. Mahşer gününü anlatan Dies İrae çalmaya başlar. Cadılar müzikle dans ederler.
Gerçek hayata dönelim. 26 yaşında yazdığı bu müzikle Berlioz çok büyük bir başarı sağlamış ve büyük aşkı Smithson’ın dikkatini çekmeyi başarmış, biraz gecikmeli sadece, 3 sene sonra. Evliliğe ikna etmek için aynı senfonideki gibi bir sahne kurgulamış ve cebindeki yüksek dozdaki afyonu Smithson’ın önünde içmiş. Ölmemiş ama 3 gün sürünmüş, kim bilir ne rüyalar görmüş. Sonunda Smithson evlenmeye razı olmuş.
Evlendikleri ilk günden itibaren hep mutsuz olmuşlar. Genç Berlioz onun için yazdığı bu senfoni ile meşhur olmuş ama Smithson müziğin ikisinin arasına girdiğini düşünüp aşırı kıskanç bir kadın haline gelmiş. Berlioz’un kafasındaki Ophelia nilüferlerin arasında gölün suyunda kaybolmuş, yerine Harriet gelmiş ve Berlioz bu yeni kadını, Harriet’ı hiç sevmemiş. Yakın arkadaşı Liszt kendisine “Sana ilham verdi, onu sevdin, onun için aşk şarkıları söyledin sonra görevini tamamladı” demiş hatta. Bir çocukları olmuş. Harriet kötü bir şekilde hastalanmış, yürüyemez ve konuşamaz hale gelmiş, Berlioz’un da bir sevgilisi olmuş bu sırada. Boşanmışlar, 7 ay sonra Berlioz sevgilisi ile evlenmiş ama ölene kadar Smithson’ın bakımını üstlenmiş. Sonrasında beraber aynı mezarlığa gömülmüşler.
And the rest is silence…
Genç Yazarın Notları:
Hikayeyi bölmemek adına notlarımı en sonda yazmaya karar verdim.
- Hamlet demişken, Duke Ellington’ın Hamlet’in gitgide delirmesini anlattığı müziğini de burada anmak gerek. Cazda hikaye anlatımı adına benim için en güzel örneklerinden biridir: Madness in Great Ones
- Senfoninin balo sahnesi bana şiddetli bir şekilde The Shining filmindeki Balo sahnesini hatırlattı. Klasik müzik aşığı olan ve kitabını çektiği filmlere kitapta olmayan sahneler koyan Stanley Kubrick’in de Symphonie Fantastique’ten etkilenmiş olması muhtemel. Jack Nicholson’un kimseyi tanımadığı bir baloya gidişi, bunun aslında bir halüsinasyon olması, film boyunca gitgelli ruh hali, sapık gülüşleri sanki senfoninin bir sahnesinden fırlama gibi.
- İçiçe geçmiş bu 3 hikayenin (Hamlet, Berlioz’un hayatı, senfoninin hikayesi) içine kendim de girmek – 4. olma arzusuyla – Berlioz’un yaptığı gibi gayet özel kendi gitgellerimle başladım yazıya. Bitirmeye yakın 3 duble votkayı devirmiştim.
- Bu yazıdan bir film çıkar mı?
Filmde, başroldeki genç yönetmen Berlioz ile ilgili bir film çekmeye soyunur (Film genç bir yönetmenin Berlioz hakkında film çekme süreci ile ilgili). Hamlet ile Berlioz’u aynı aktorün, Smithson ile Ophelia’yı da aynı aktristin oynamasına karar verir (hem bütçe az, hem de neden olmasın?). Çekimler sırasında genç yönetmen Smithson’ı oynayan kadın oyuncuya aşık olmaya başlar (müzik: idee fixe). Fakat bu umutsuz bir aşktır çünkü kadın oyuncu Hamlet’i oynayan yakışıklı erkek oyuncuya aşık olmuştur. Bir yandan Berlioz’un senfonisini yazarken tribal hallerini seyrederken, bir yandan gittiği temsilde Hamlet’in delirme sahnelerini seyrederiz. Fakat genç yönetmenimizin Ophelia rolündeki kadına olan aşkı da umutsuz bir hal almıştır ve geceleri afyon kullanmaya başlar yani filmimizin asıl konusu olan genç yönetmen de giderek kafayı yemeye başlamıştır. Afyon içtiği gecelerden birinde sahnenin ortasında kurulu küvette Ophelia’nın nefes alacağı düzeneği bozar. Sabah hatırlamıyordur. Ophelia’nın intihar sahnesi çekilirken Ophelia sahnede küvetin içinde sessizce boğulur. Sevilen kadın oyuncunun ölümü herkesi yasa boğar. Genç yönetmen yakalanır, hapse atılır. Son sahne: Hücresinin kapısı genç yönetmenin üzerine kapanır, gardiyanlar gider, ışıklar söner. Bir grup sanat aşığı mahkum, genç yönetmenin hücresine doğru dehşet dolu gözlerle yürümeye başlar. CUT (müzik: bir şabat gecesi rüyası)
THE END - Jazz dergisine klasik müzik ile ilgili yazmak istediğimi söylediğimde, daha okumadan kabul eden Zuhal Focan’a ayrıca teşekkür ederim. Bunu alışkanlık haline getirmeyeceğim 🙂