Oslo Jazzfestival bu yıl 11-17 Ağustos tarihleri arasında gerçekleştirildi. İkinci kez takip etme fırsatı bulduğum festivalden yine olumlu izlenimlerle ayrıldım. Güzel hava da cabası oldu. Açık gökyüzünün ferahlığı ruhumuza sinerken, Oslolular, yağış görmeyen birkaç gün boyunca sokaklara ve deniz kıyısındaki mekânlara dökülerek şehri geçen yıla kıyasla bir hayli hareketlendirdi.
Festivalde izlediğim ilk ekip Count Basie Orchestra idi. Bizde festivallerde dahi yabancı büyük orkestra izlemek artık pek mümkün olmadığı için, listeye ilk yazdıklarımdandı. Hem seksen yıllık bir efsaneden bahsediyoruz! DownBeat benzeri köklü dergilerin okuyucu anketlerinde jazz orkestraları arasında halen birinci seçilebilecek kadar ilgi gören bir ikon konumunda CBO. Tabii tahmin ettiğim üzere, Oslo Konserthus’daki konsere çoğunlukla orta yaş ve üzeri jazz severler rağbet etmişti. Bu hususta ne düşünmek gerekiyor, tam bilemiyorum. Geleneksel tarzda repertuvara sahip orkestranın gençler arasında yeterince ilgi görmemesi bir yönden anlaşılabilir… Ancak, her yaştan jazz severin her yıl en az bir kere böyle bir “ayin”e katılması gerektiğini düşündüm diğer yandan. Lester Young, Billie Holiday, Thad Jones, Joe Williams, kimler gelip geçmemiş ki! Seslendirilen parçalar arasından not aldıklarım, Only the Young, Quincy Jones’un Lionel Hampton için yazmış olduğu Hamp, Chico Farrell düzenlemesi There’ll Never Be Another You ve orkestranın son kaydı All About That Basie’den Thad Jones bestesi From One To Another oldu. Konuk sanatçı Ingar Kristiansen’in katılımıyla da iki Frank Sinatra parçası seslendirildi ama bu bölüm bana çok elzemmiş gibi gelmedi.
Konser biter bitmez, Taksim Trio’yu izlemek üzere Nasjonal Jazzscene Victoria’ya yürüdüm. Count Basie Orchestra’ya göre hayli farklı kulvarda bir konser olacağını bildiğimden, kafa ayarlarımı sıfırlamaya çalıştım. Geçen yıldan da aşina olduğum kulüpte yine sıcak bir ortam vardı ve dinleyicilerin üçlüyü heyecanla beklediği açıkça hissediliyordu. Konserin tamamı yüksek bir ilgiyle izlenirken, İsmail Tunçbilek’in kıvrak cümleleri ile Hüsnü Şenlendirici’nin glissando çıkışları ortamı iyice ısındırdı. “Flamenturco” diyebileceğim tarzdaki parçaların seslendirildiği bölümler ise seyirciyi tastamam coşturdu. Kendi açımdan bakınca, ekibin teknik yetkinliklerine ve enerjisine hayran kaldım ancak müziğin tamamından zevk aldığımı söyleyemem. Proje bıçak sırtında adeta; kendine hapsolma eğilimi taşıdığı gibi, istenirse daha da ilginç yerlere ilerleyebilecek durumda. Ancak şu kesin, bu türden konserler her zaman merak uyandırıyor. Neticede, burada da dinleyiciler tutkulu alkışlarla uğurladı üçlüyü.

Taksim Trio (Photo: Matija Puzar)
Ertesi gün de üst üste iki konser takip ettim. Zincirin ilk halkasında Kenny Werner Dörtlüsü yer alıyordu. Werner, piyanistlerin yakından bildiği, doğaçlama üzerine yazdığı kitabıyla da nam salmış bir müzisyen. Kırk yılı aşkın süredir kendi gruplarıyla albümler yapmış olan Werner’ın eşlikçi olarak bulunduğu kayıtlar yanında, BBC Orchestra, The Metropole Orchestra, UMO Jazz Orchestra ve Danish Radio Orchestra gibi birçok orkestraya teslim ettiği eserler de mevcut. Dörtlü, Werner’ın son albümü Church On Mars etrafında şekillendirilmiş bir set çaldı. Victoria’daki bu buluşmada jazz’ın “bilirkişi”leri saksofoncu Dave Liebman ve davulcu Peter Erskine yanında basta Johannes Weidenmüller yer alıyordu. Çalınanlar arasında, Feel Good, Liebman bestesi Tender Mercies, Superfluous, sonlarda ise yine Liebman’dan Is Seeing Believing? ve albümdeki iki standarttan biri olan Monk’ın Think of One hemen sayabileceklerim. Dikkatimi çeken bir husus ise, Werner’ın basçısını dinleyiciye özel bir mesaj vermek istermişçesine, büyük sözlerle birkaç kere övmesiydi.

Kenny Werner Quartet (Photo: Nuno Pissarra)
Bu performans biter bitmez, Torshov’daki Houston Person/ Jan Lundgren Dörtlüsü’ne yetişmek üzere tramvaya atladım.
Merkezin kuzeyindeki Torshov, kafeleri, tiyatroları ve bohem sayılabilecek kültürüyle Oslo’da kendine özgü addedilen bir bölge. Konser, burada yer alan Cosmopolite isimli konser salonundaydı. Esasen 1928’de sinema salonu olarak açılan mekân, şimdilerde bir tür etkinlik merkezi olarak kullanılıyor. Konseri seçmedeki ana sebeplerim biri, takipçisi sayılmasam da elli yıldan fazladır hard bop ve soul jazz diyebileceğimiz türlerde kayıtlar yapmış bir ismi canlı izleyebilmek idi. Swedish Standards albümünden bu yana aşina olduğum Jan Lundgren’in piyanoda olması da diğer önemli etkendi. “Arayıcı” olmaktan çok “taşıyıcı” özellikteki müzikten zevk aldım ancak kendi açımdan esas dikkate değer olan, Houston’ın seksen beş yıla dayanmış yaşından çok daha genç olan sahne duruşu ve iştahı idi. Yeni bir hayat dersi almış olarak çıktım konserden.
Son gün, Marilyn Mazur’s Shamania’yı izlemek üzere yeniden Nasjonal Jazzscene Victoria’daydık. Kadın müzisyenlerden oluşan Shamania aslında müzisyenin seksenli yıllardaki benzer bir projesinin yeniden canlandırılmasına dayanıyor. Fikir Kopenhag’daki festivalin yönetiminden çıkmış ve aldığı bu öneri üzerine Mazur yeni bir ekip oluşturarak festivallerde boy göstermeye başlamış. Tam da canlı olarak dinlenmesi gereken türden bir müzik bu. Mazur’un “iyi enerji ve hareket” olarak tarif ettiği proje bu mertebeye kolaylıkla ulaşıyor çünkü sahnede ekibin gerçekten farklı bir büyüsü var. Barın arkasındaki kapıdan çıkıp, seyircilerin yanından bando edasında geçerek çıkmalarından itibaren duyguyu oluşturup seyirciyi yakaladılar. Grubun bir yerlerde konserine denk gelirseniz izlemenizi tavsiye ederim. Bu imkânı bulamayacak olanlar 2019 çıkışlı albüme kulak verebilir; her ne kadar albüm izlediğim konsere göre daha durağan bir his uyandırıyor da olsa, Shamania’nın yaydığı dalgayı duyumsayabilmek mümkün oluyor kayıtta.

Marilyn Mazur’s Shamania (Photo: Toril Bakke)
Bu konserler dışında şöyle bir göz attığım başka etkinlikler de oldu. Eivind Aarset’in Sentralen’in kasa dairesindeki elektronik projesini ve Nils Landgren Funk Unit’in Røverstaden’daki tatlı funk esintili gecesini sayabilirim. Daha çok dikkatimi çeken ise, vitrindeki Olimpias Orkan ve Allianss gibi genç ekiplerin yetkinlikleri ve pırıl pırıl tınlayan çalışları oldu. Ve neticede, Oslo’nun festivalinin, halen en bilinenler arasında görülmese de dikkatle takip edilmesi gerekenlerden olduğuna yeniden kanaat getirdim. Festival hayli önemseniyor; ayrıca, şehrin giderek kozmopolitleştiğini hissediyorum. Belki biraz iddialı bir görüş gibi duracak ama Oslo’nun kültürel anlamda ilginç bir kesişme ve buluşma noktası olarak daha da sivrilebileceğini düşünmeye başladım.

Olimpias Orkan (Photo: Peter Terning)