Geçtiğimiz yazın sonlarında, bir haftalık gezi için Norveç’teydim. Başkentte kaldığım üç günlük süreyi şehrin jazz festivalinden birkaç konser izlemek için de değerlendirdim.
Otuz yılı aşkın geçmişe sahip olan Oslo Jazzfestival, Avrupa’nın en popüler festivalleri kadar tanınmasa da, çok önemli ve büyük bir liman. Diğer birçok festivalde olduğu gibi, ücretsiz konserler, şehrin farklı bölgelerindeki sahneler, kulüp performansları ve jazz tiyatrosu türünde yan etkinliklerin harmanlanmasından oluşan yaygın format takip ediliyor. Bu yılki programda, günümüzün değerli ve tanınan Amerikalı jazz’cılarından, Fred Hersch ve Kenny Barron gibi isimler de yer alıyordu ancak yerli ve komşu ülkelerden müzisyen ve grupların payı yüksekti. Norveç’in, çoğu halen hayattaki meşhur jazz kuşağının önemli simgelerinden Arild Andersen ve Jon Christensen ise en başta göze çarpıyordu. Christensen, Oslo jazz’ına katkı yapan bir kişiye ya da uluslararası şöhrete ulaşan bir Norveçli müzisyene verilen Ella ödülünün bu yılki sahibi oldu ayrıca.
Festivalin yönetimi ve gönüllüleriyle karargâhı, Sentralen olarak adlandırılan yapı. 1901’den başlayarak hizmet veren bir tasarruf bankasının iki binası, birkaç yıllık çalışmadan sonra birleştirilerek, 2016’da kültür merkezi olarak kullanıma açılmış. Kasa dairesi, yöneticilerin toplantı odaları ve diğer tüm bölümler, dans gösterileri, provalar, konserler, hatta konferanslar için kiralanabiliyor. Bunlara ek olarak zemin katına küçük bir platform yerleştirilmişti ve festivalin genç gruplara ayrılan vitrini olarak kullanılıyordu. Küçük alandaki çok az sayıda sandalye içinde boş olanını bulmak hemen hemen imkânsız; geç kalan seyirciler konserleri merdivenlerden ya da üst katlardan izliyordu. Adından da belli olduğu üzere, bir buluşma ve etkileşim merkezi Sentralen. Ara sıra yandaki kafeden çıkarak bir, iki parça dinleyip dönenler de oluyordu. Sentralen’de, iki genç grup yanı sıra halk müziğinden beslenen projeleriyle yer alan Erlend Apneseth Üçlüsü’nü, binanın üst katlarındaki bir salonda kısaca dinleme fırsatı buldum.

Victoria Nasjonal Jazzscene (Photo: Serdar Karabatı)
Eksiksiz izlediğim ilk performans Danimarkalı Sinne Eeg’in Victoria Jazzscene’deki konseriydi. Jazzscene, eski bir sinemadan jazz kulübüne dönüştürülmüş, dekoru ve genel havasıyla sıcak bir mekân. Sahneyi, en öndeki masalar yanı sıra locayı andıran arka bölümlerden veya her iki yandaki küçük balkonlardan takip etmek mümkün. Eeg, ödüllü bir şarkıcı; gerçekleştirdiği kayıtlar birkaç kez ülkesinde yılın albümü ödülüne layık görülmüş. Kendisine eşlik eden üçlünün açtığı konsere havalı bir geç giriş yaptı ve gayet hoş bir My Favorite Things yorumuyla başladı. Konserin ağırlığı ise aralarında kendi bestelerinin de bulunduğu aşk şarkılarındaydı. Şarkıların temalarındaki benzerlikler nedeniyle dinleyici tarafında enerji ara ara düşer gibi oldu ancak Eeg, “Yine bir aşk şarkısı geliyor!” benzeri, espriyle karışık açıklamalarıyla nabzı iyi tuttu. Şarkıcı, aşk şarkılarından birini, eski ilişkileriyle ilgili şikâyetlerini dinlemekten bıkmış olan şimdiki eşine yazmış. Adını da, hiçbir şüpheye yer bırakmamak için sanırım, Love Song koymuş! Eeg, yalnızca bir noktada rotayı hızlıca başka yöne çevirdi ve Suriye’de savaş kurbanı ve mağduru olan çocuklar için yazdığı Aleppo’yu seslendirdi. Parçayı, “Bu kez, maalesef, sevgi veya aşktan değil, sevginin yokluğundan bahsedeceğim” sözleriyle tanıtışı iç burkucuydu.
Sinne Eeg’in seslendirdiği diğer parçalar arasından, sözleri Søren Sko tarafından yazılmış olan So Now You Know, Amerikan şarkı kataloğundan Comes Love, yanı sıra The Windmills of Your Mind ve It May as Well be Spring aklımda kalanlar oldu. Eeg’in beraber kayıtlar da yaptığı piyanist Jacob Christoffersen ile müzikal bağının ekibin temeli olduğu net olarak belirdi konserde. Birlikte yaptıkları ‘çok gizli’ (bir başka espri bu da) duo projeden Happy Talk isimli bir parçayı da ayrıca seslendirdiler. Geneline baktığımda, hayli derli toplu, temiz bir performanstı. Şarkıcıyı tanımak isteyenler, son albümü Dreams’e kulak verebilir. Piyanist Christoffersen yanı sıra, gitarda Larry Koonse, basta Scott Colley ve davulda Joey Baron yer almakta.
İkinci akşamımda, hiç dinlememiş olduğum bir başka ekibi keşfetmek üzere yeniden kulüpteydim. Trondheim Jazz Orchestra’nın gecesi. Orkestra, Norveç Sanat Konseyi ve Trondheim şehir yönetimi tarafından destekleniyor; farklı müzisyenlerin katılımıyla şekillenen, uzun soluklu bir proje. Açık bir platform olarak ele alındığı için, her türde projeyi üstlenebilecek bir orkestra olarak lanse ediliyor. Konuk sanatçı olarak davet edilmiş olan Joshua Redman, Pat Metheny ve Chick Corea ile birlikte kotardıkları ortak projelerle de tanınıyorlar. Corea ile 2000 yılında Molde’de başlayan müzikal birliktelikleri farklı dönemlerde festival performanslarına da evrilmiş.
Orkestranın sanat direktörlüğünü halen basçı Ole Morten Vågan yürütmekte. Vågan, orkestranın kurgusunu belli bir sınıfa sokmayı reddediyor ve “bir bütün olarak çalan on üç müzisyen” olarak tarif ediyor. Bestelerini, birbirleriyle daha önce hiç çalmamış olan müzisyenlerin kendine özgü yanlarını gözeterek yazdığını da belirtmiş bir söyleşide. Doğaçlamaya bırakılan alanlar ile (zaman zaman conduction benzeri) hayli dinamik bir müzisyen projesiydi, diyebilirim. Klasik jazz nefeslileri yanında çello, keman, klarnetler, ses ve iki davul kurgusunda, tınısı da alıştıklarımızdan farklıydı. Jazz, rock, çağdaş müzik üçgenindeki her türlü olasılığa açık bir hissiyat veren bestelerin, uzun soluklu, bazen manik, çözülmeyen bölümleri ve iniş çıkışlı topografyasıyla girift bir sinematik müziğe yaklaştığı söylenebilir. Arada bazı Kuzeyli motifler de bulunuyordu. Disco Dreams adlı parçaları ise tam bir hit gibiydi (kendi kategorisinde elbette) ve herkesi coşturdu. Orkestranın bu parçanın da yer aldığı son albümleri Happy Endlings’den parçalar seslendirdiği performansını çoğu yönüyle beğendim ve zihin açıcı buldum.

Trondheim Jazz Orchestra (Photo: Serdar Karabatı)
Kısa programıma sıkıştırdığım son konser ‘ustalara selam’ niteliğindeydi. Klubben’de, Terje Rypdal Conspiracy’yi Danimarkalı flugelhorncu Palle Mikkelborg eşliğinde dinledik. Oslo Senfoni Orkestrası’nın binasının hemen altındaki Klubben, penceresi olmayan, alçak tavanlı bir ‘kutu’. Yetmişlerden başlayarak yirmi yıl kadar Club 7 ve Sardines olarak faaliyette kalan mekân, zamanında Miles Davis, Chet Baker, Dizzy Gillespie’yi, yanı sıra, meşhur bazı rock ve funk gruplarını ağırlamış. Klubben olarak açılışı bu yıl, Røverstaden olarak adlandırılan ve çok amaçlı kullanım için yapılan değişikliklerin bir parçası olarak gerçekleşmiş.
Rypdal’in müziğinin sıkı takipçisi ya da hayranı olmadım bugüne kadar ama Mikkelborg’nin eşliğinde neler çıkabileceğini hayli merak eder ruh halinde gittim konsere. Üstelik Mikkelborg’nin bazı çalışmalarını, Miles Davis için yazdığı Aura’dan beri biliyordum ancak daha önce canlı dinlememiştim. Her ikisi de artık yetmişlerinde birer delikanlı; Rypdal otururken, Mikkelborg üzerindeki kısa beyaz ceketiyle, ağır ağır da olsa her yerini adımladı sahnenin. Gitaristin hayli aşinası olduğumuz çizgisinde ilerleyen konserde ‘matador’ Mikkelborg’nin jazz dokunuşlarının esas farkı yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Müzikten de önce, bir dönem kendilerinden hayli bahsettirmiş bu iki müzisyeni sahnede bir arada, yakından izlemek çok ama çok keyifliydi. Seyircinin Rypdal’in müziğini seven, bilinçli bir kitle olduğunu hissettiğimi de belirtmem gerek. Müziğin mekâna sığmadığını söylemek en azından bu manada mümkün. Kulübün üzerine denk gelen geniş alanda yer alan Jordmusik heykeli, adeta dışarı sıçrayan elektriği temsil eder haldeydi çıkışta gözümde.

Terje Rypdal & Palle Mikkelborg (Photo: Serdar Karabatı)
Kuzey, getirdiği yeni soluklar ile çok önemli bir jazz yönü malumunuz. Bölgenin önemli şehirlerinden Oslo’nun festivalini kısaca da olsa takip edebilmiş olmaktan hayli memnun olarak, Norveç’teki gezimi birkaç gün daha sürdürdüm. Boş yollarda, fiyortlarda ve ıssız adalarda dolaşırken, yer yer Nordic Jazz olarak adlandırılan stilin nüvesindeki mistisizmin boşuna olmadığını yeniden fark ediyor insan. Yağmurun bir ‘Viking icadı’ olabileceğini düşündürecek sıklıkta yağması ise, sürekli hazırlıklı olmanızı gerektiriyor. Yürüyüşü kısa kesip sığınacak bir yer aramanız veya fotoğraf için düşündüğünüzden daha fazla beklemeniz gerekebilir. Kendinizle kalmaya ve doğaçlamaya açık olmalısınız. Puslu, farklı bir jazzland.