Asena Akan’la aslında ilkin sosyal medya sayesinde tanışmıştım. Herkesten değişik bir duruşu vardı ama bu duruş “diğerlerinden ayrışma” amaçlı değildi. Sözleri egodan ırak, pozitif ve birleştirici mesajlar içeriyordu. Hoşuma gitti. Haliyle önce insan olan Asena’yı, daha sonra da müzisyen Asena’yı tanıdım. Belki de en güzel yoldu bu bir şarkıcı meslektaşımı tanımanın…
Asena müzik yolculuğuna 5 yaşında İstanbul Belediye Konservatuarı’nda klasik keman eğitimi alarak başlamıştı. Aslında gönlündeki çalgı piyanoydu, ama malum o yaşta çocuklara pek sormazlar ne istediklerini okula alırken. Nasıl olsa herkes bir gün kendi özgün yolunu çizer bir şekil. Nitekim bugün bir jazz müzisyeni, bestecisi ve şarkıcısı olarak karşımıza çıkan Asena Akan da hayli engebeli yollardan geçerek kendi yolunu çizmeyi başaranlardan.
10 yaşında zoraki dostu keman ile vedalaşmışlar. Sonra İstanbul Üniversitesi’nde psikolojik danışmanlık üzerine lisans ve yüksek lisans eğitimi almış, İÜDK Opera Bölümü’ndeyse Fidan Kasımova’nın öğrencisi olmuş. Jazz’a olan tutkusu baskın gelince Randy Esen, Donovan Mixon ve Aydın Esen ile jazz vokal ve teori çalışmış, hattâ ilk konserini hocası Donovan Mixon ile vermiş. Bugüne dek jazz’ın dışında rock, soul, flamenko da söylemiş. Yani müziğin pek çok odasına girip çıkmış, pek çok insana, pek çok duyguya dokunmuş. Bunların yanı sıra psikolojik danışmanlık mesleğini de sürdürmüş ve –aklımızın alamayacağı kadar travmatik deneyimler yaşamış gençler dahil– başka pek çok insanın kalplerine de dokunmayı başarmış.
Asena benim kalbimeyse bossa nova sükunetindeki ilk albümü İstanbul’un İzleri’yle dokunmuştu. Şimdi ikinci albümü Golden Heart ile tekrar karşımıza çıkınca, bahanenin böyle güzeli kaçmaz deyip, Asena’yı yeniden jazzdergisi.com okurlarıyla bir araya getirmek istedim. İki dost Beşiktaş’ta şirin mi şirin bir kafede buluştuk ve aşağıdaki söyleşi ortaya çıktı.
Not: Söyleşiyi okurken kulaklarınız da altın kalbin ezgisiyle dolsun istiyorsanız:
Albümle ilgili belki de en çok sorulan soruyla başlayalım. Neden bu albümde sözler İngilizce?
Her albümün kendine has bir büyüme hikâyesi vardır. Bu ikinci albümün de büyüme şekli diğerinden farklı oldu. Aslında ilk yazdığım şarkı “Parçalar”dı (Şimdiki adıyla “Pieces”). Kafamdaki ilk fikir ise “hayatımda hissettiğim, topladığım parçaları” müziğin metaforik diliyle bir araya getirmekti. Çoğu zaman yaptığım gibi önce müzikleri ortaya çıkarmış, sonra da üzerlerine Türkçe söz yazmaya başlamıştım. Misal “Harmony”nin ilk adı aslında “Uyum” idi. Ancak yaşadığımız üzücü bir olay albümün gidişatını tamamen değiştirdi. Tabii dilini de…
Çok sevdiğim bir jazz gitaristi vardı. Adı René Macaroğlu idi. Kendisiyle Ali Fuat Yılmazoğlu ile Alcala adlı bir flamenko grubunda söylediğim dönemde tanışmıştık. Onun gelişiyle grubun flamenko sound’u bossa nova’ya dönüşmüş, ortaya daha eklektik bir müzik çıkmıştı. Yıllar içinde müzisyen bir arkadaşım olmanın ötesinde ondan müzik adına çok şey öğrenmiştim. Ne yazık ki 2013 yılında sevgili René aramızdan ayrıldı. Cenazesine gittim. Çıkışta insanlar René’nin ne kadar altın kalpli bir insan olduğundan bahsediyordu. Benim de o sıralar bu albüm için üzerinde çalıştığım bir beste vardı. İnsanların söylediklerini duyunca “Tamam,” dedim “bu parçanın adı ‘Altın Kalpli’ olsun”. Sonra gece rüyamda şarkının sözleri İngilizce dökülüverdi. Sabah uyandım, hiç düşünmeden elime kalemi aldım ve bu İngilizce sözleri yazdım. Yani albüm kendi dilini kendi seçti.
Peki diğer Türkçe şarkılar nasıl İngilizceye dönüştü?
Benim için bir albüm yapmak kitap yazmaya eşdeğer bir deneyim. Ancak dil birliği olursa içim rahat edecekti. O yüzden oturdum, diğer bestelediğim Türkçe şarkılara da İngilizce söz yazmaya başladım. Ayrıca, bu şekilde daha çok insana ulaşırım diye düşündüm. Çünkü ilk albümüm İstanbul’un İzleri’nde şehir hayatına odaklanan daha lokal bir dünya vardı. Bu albümdeyse –özellikle de René’nin ölümünden sonra– “Hepimiz altın bir kalple doğarız ve bunu korumak görevimiz” şeklinde evrensel bir mesaj iletmeye karar vermiştim ve de bu mesajı daha çok insana ulaştırmak istiyordum. Aranjmanlar üzerinde birlikte çalıştığım dostlarımdan Adem Gülşen de fikrime destek verdi.
O Türkçe sözleri de saklıyor musun?
Elbette. Zaten hepsi ezberimdeler.
Türkçe sözlü şarkılar söylemene alışık bir dinleyici kitlen var. Bu dil değişikliği kararın onlarla arana mesafe koyar diye endişe ettin mi hiç?
İlk albümüm İstanbul’un İzleri’ni Kalan etiketiyle çıkardığımda o plak şirketinin Anadolu müziği, Klasik Türk müziği albümlerine alışık olan bazı dinleyiciler bu durumu yadırgamış, hattâ şimdi gülerek hatırladığım tepkiler göstermişlerdi. Şimdiyse o albüm için çok farklı şehirlerden, kasabalardan destek mesajları ve güzel yorumlar alıyorum. Evet ikinci albümde hikâyemi ilkinin aksine İngilizce anlattım, ama farklı dillerdeki bu iki albümün birbirini tamamlayacağını ve müziğimi duymaya açık her kulağa ulaştıracağına inanıyorum.
Aslında dil çok ilginç bir olgu. Evrensel bir mesaj vermekten bahsettim ya. Farkında olmadan bizi birbirimize bağlayan bir üst dil daha var sanki. Örneğin albümdeki “Gubara” adlı parçayı kaydederken bir doğaçlama yapmıştım ve bu doğaçlamayı yaparken, bulutları ve yağmuru düşünerek dilimden gu-ba-ra heceleri dökülmüştü. Sonradan öğrendim ki “Gubara” Hintçe “bulut” demekmiş…
Bu gerçekten ilginçmiş. Tabii sonraki albümün dilini merak ediyor insan sen böyle deyince…
Portekizce söylermişim mesela! Şaka bir yana Golden Heart albümündeki bazı parçalara Portekizce çok yakışır diye hissediyorum.
Müzikteki dilden albümün tasarımındaki dile geçmek istiyorum. Kapaktaki bakışında sanki gizli bir acı var. Albümün adıyla tezat oluşturuyor gibi?
Uzun bir çekimin en son karesiydi, acı çekiyordum! İlk albümün kapağında başı az öne eğik, çekingen bir bakış vardı. Bu sefer o kız doğrudan karşıya bakıyor. Aslında kendisine doğru bakıyor. Gördüğün bakış ise bir “rağmen” bakışı. Hissettiğin ‘acı’ da oradan geliyor olabilir. Çünkü az önce de değindiğim gibi, her birimiz altın bir kalple doğarız ve bunu korumak bizim görevimizdir. Ancak bu görevi başarmak zordur. Kendimize karşıdan bakıp halimizi tetkik etmeli, ayrıca içeriden bakıp orada biriken kötünün üzerine gitmeliyiz, ki bu da acı verici bir arınma sürecidir. Kapaktaki fotoğrafın hikâyesi de bu. Gerisi de sevgili fotoğrafçım Serdar Şamlı’nın ve sevgili grafik tasarımcım Ayşegül Çakırusta’nın marifeti.
Psikolojik danışmanlık alanında aldığın eğitim, akademik tecrübe ve verdiğin onca eğitimlerle atölye çalışmaları müziğini nasıl etkiledi sence?
Aldığım eğitim her şeyden önce her hareketimi önce bir yargı zincirinden geçirme alışkanlığı kazandırdı. Bana sorulsa sadece müzisyen olarak yaşamayı tercih edebilirdim. Ama bu beni neye dönüştürürdü diye baktığımda işler kontrolden çıkardı sanırım. Oysa sosyal hizmetler alanında da çalışmak beni başkalarına faydalı olmaya sevk ediyor, haliyle de egomu dengeliyor. Böylece bir ayağım gökteyse bir ayağım da yerde kalabiliyor. Ancak dengemi psikolojik danışmanlık mesleğini seçtiğim için değil, bu mesleğin bana öğrettiklerini uygulayabildiğim için koruyabiliyorum. Yoksa her meslekte, ki buna psikolojik danışmanlık da dahildir, ego tuzağına düşebilirsiniz. Bu tehlike annelik rolüne girdiğimizde bile geçerlidir. Tabii kendimi frenlemeyi beceremediğim anlar da olmadı değil. O anlarda da yardımıma evrenden gelen işaretler yetişti.
Peki bu yerle gök arasındaki dengeyi korumaya çalışırken müzisyenlerle olan diyalogların nasıl gidiyor?
Çoğu zaman gereğinden bile fazla empati kurduğum oluyor. Ama iletişim hayatımda o kadar önemli bir yere sahip ki müzik de benimle o şekilde buluşabiliyor. Sahnede kendimle iletişimim, müzisyen arkadaşlarımla iletişimim ve dinleyiciyle iletişimim… Ancak bu üçünü güzel kurgulayabilirsem verimli ve mutlu olabiliyorum. Tabii psikolojik danışmanlık yaparken nasıl işimi ciddiye alıyorsam müzisyen seçiminde de aynı ciddiyeti gösteriyorum, çünkü her notanın hakkını verebilmek ve bunun üzerine bir şeyler ekleyebilmek benim için çok önemli. O yüzden de tercihim öz müzisyenle az konser vermekten yana. Haliyle de dinleme alışkanlığı olan, yapılan işe değer veren ve gerçekten müziği seven, gerçek müzik insanlarıyla olmak beni daha mutlu ediyor. Bu albüm için birlikte çalıştığım müzisyenler de keza her biri disiplinli, müziğe gerçekten hizmet eden “altın kalpli” insanlar. Piyanoyu Adem Gülşen, Burç Bora Uyan ve Ayca Daştan; kontrbası Volkan Hürsever, trompeti Şenova Ülker, trombonu Bulut Gülen, soprano/alto saksofonu Serhan Erkol, çelloyu Damla Aydın, vibrafonu Dirge Seçil Kuran, davuluysa Cem Aksel ve Riccardo Marenghi çaldı. Volkan Hürsever’le 2015 Kosova Jazz Festivali’nde sürpriz bir gelişme sonucu tanışmıştık. O festivalin bana en güzel hediyesidir.
Golden Heart’ı müzik yolculuğunda nasıl bir durak olarak görüyorsun?
Uzun vadede bu albümün yurt dışına daha çok ulaşmasını istiyorum. Belki konserler yardımcı olacaktır bu hedefime. Ayrıca albümde hem aranjmanlar hem de onları çalan kadro bestelere çok uygun şekilde dağıldı. Adem Gülşen’in düzenlemelerindeki daha köşeli ritimlerde Cem Aksel vardı. Benim ve sevgili Burç Bora Uyan’ın aranjmanlarındaysa Riccardo Marenghi… Volkan Hürsever ise basıyla bütün parçaları birbirine bağlayan bir öge gibiydi.
Bugünlerde şarkılarını söylerken kendini nasıl hissediyorsun? Travmatik bir dönem geçirdik ve geçiriyoruz. Şarkılarındaki huzurlu fısıltıların çığlığa dönüştüğü oluyor mu?
E. E. Cummings’in şöyle bir sözü vardır: “Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir”. Yani aslında esas savaş içimizdedir. Dışarıda değildir. Bu yüzden oldum olası, sorunların kaynağını dışarıda değil kendi içimde arama yönünde çaba göstermişimdir. Yarattığım müzikte de buna inandım. Ancak psikolojik danışmanlık mesleğinin de yardımıyla farklı hayatlara temas etme şansım oldukça gördüm ki, genellikle insanlar sorunu dışarıda arayıp öfke biriktiriyor ve bu birikim gün geliyor patlıyor. Şu anda yaşadıklarımızı da böylesi bir patlama olarak değerlendiriyorum. İçimde korku ve çığlık atma isteğinden çok, üzüntü var. Her kayıp, kim olursa olsun, beni eşit derecede üzüyor.
İngiliz aktör ve yönetmen Peter Ustinov der ki: “Karamsarlık romantik bir tutkudur ama iyimserlik bir görevdir”. Düzelmeye ve düzeltmeye önce kendimizden ve en yakınımızdakilerden başlamamız gerektiğini düşünüyorum. Kimisi bunu yapmak için çığlık atacak. Diğeri sessizce duracak. Bense müziklerimde huzurla fısıldamaya devam edeceğim. Her zaman sevgi ve kardeşlik diyeceğim; üretmeye devam edeceğim, yaymak istediğim iyi enerjiyi ulaştırmak için sahnede olmanın verdiği gücü de kullanacağım ve bütünleştirici bir dil geliştirmeye çalışacağım. Hepimiz üretmeye devam etmek zorundayız.
Son olarak eğlenceli bir sorum olacak. Kendini nasıl bir enstrüman olarak görüyorsun?
Belki de onarmaya ve şifa vermeye yönelik titreşimler yayan ve de girdiği her ortamdan alacağını alan ama asla tek bir ortamı temsil etmeyen bir enstrüman olabilirim. Eklektik bir insanım o yüzden de eklektik bir enstrüman olurdum herhalde.