“Bu en üst düzeyde bir çağdaş müzik. Baştan çıkaran bir yaklaşımla folkun hüzünlü ve jazz’ın heyecanlı armonileri arasında ortak zemin bulan müziğin halihazırda sarhoş eden mayasını Sanem Kalfa’nın çarpıcı vokali ustalıkla yönetiyor” demiş İngiltere’nin ünlü dergisi Jazzwise. Az bile söylemiş olabilir. Amsterdam’da yaşayan şarkıcı Sanem Kalfa ve Rumen gitarist George Dumitriu’nun müziğini tarif ve refere etmek için gündelik sözcükleri değil, yine müziğin kendisini kullanmakta fayda var. Sahnede canlı izlemeden hep bir eksik kalacak bir şeyler var onlarda.
2010’da dünyanın en önemli jazz organizasyonlarından olan Montreux Jazz Festivali’nin yine aynı üne sahip yarışmasında jüri başkanı Quincy Jones’un önünde söylediği şarkıyla birincilik ödülünü kazanan Sanem Kalfa, aynı zamanda, bu yarışmaya Türkiye’den katılan ilk müzisyen ünvanı da taşıyor.
Kendisine ve George Dumitriu’ya ait orijinal eserleri seslendirdiği gibi hem anadilinde hem de Portekizce, İtalyanca ve İngilizce şarkıları ustalıkla yorumlayan Sanem Kalfa Avrupa’nın bir çok önemli etkinlik ve salonunda konserler veriyor. Öte yandan halk müziğinin sevilen türkülerine getirdiği yorumlarla da büyük beğeni topluyor. Kendi yazdığı parçaları “Nehir” albümünde toplayan sanatçı, Kaja Draksler Acropolis Quartet ile birlikte ise “Türkü” albümünü kaydettikten sonra bugünlerde, George Dumitriu ile büyük emek vererek çıkardıkları “Dance” albümünün keyfini sürüyor. Albüme Itunes, Cdbaby ve Amazon’dan dijital olarak ulaşabileceğiniz gibi fiziksel CD’leri ve indirme kodlarını konserlerde edinebilirsiniz. O “Dance” buraya gelecek ama biz önden Sanem Kalfa ile gerçekleştirdiğimiz sohbeti aktaralım.
Amsterdam’da yaşayan bir Türkiyeli ve bir Rumen bir gün bir duo kurarlar ve o gün bugün birlikte üretirler. George’la (Dumitriu) uzun zamandır birlikte çalan iki kişi olarak birbirinizle çatıştığınız ve birbirinizi en çok tamamladığınız noktalar neler?
George ile kültürel olarak farklılıklarımız olduğu kadar benzerliklerimiz de çok. Mesela bezelye yemeğini ikimiz de aynı şekilde yapıyoruz.
George ile pek çatıştığımızı söyleyemem. İkimiz de birbirimizi çok iyi tanıyoruz ve o nedenle iyi tamamlıyoruz. Bu noktaya gelene kadar tabii ki düşünce ayrılıkları yaşadık ama ortak noktada çok dengeli buluştuğumuzu düşünüyorum. Birbirimizi olduğumuz gibi kabul ediyoruz sahnede ve sosyal hayatımızda, sanırım devamlılıklar için bu çok önemli.
“Dance” albümü için çok fazla kan, ter, gözyaşı döküldü ve sonunda kendi imkanlarınızla çıkardınız. Türkiye’de yaşıyor olsan olumlu veya olumsuz anlamda bir fark olur muydu?
Aslında ufak bir bilgilendirme yapmakta fayda var, bu albümü iki kere kaydetmek zorunda kaldık. İlk kaydımızı ne yazık ki çalıştığımız yapım şirketiyle yaşadığımız fikir ayrılıkları ve güven sorunları nedeniyle yayınlamama kararı aldık. Yeni bir sayfa açarak yolumuza devam ettik. Söylediğin gibi gerçekten kan, ter, gözyaşı döktük pek de gerekli olmadığı halde. Ama yaşamamız gerekiyormuş demek ki. Daha iki gün önce bir an yaşadım, hissiyat gibi bir şeydi ve dedim ki bu kadar sıkıntıyı gerçekten boşuna yaşamamışız. Bize çok uğurlu geldi bu kan, ter, gözyaşı. Dahasını istemem asla, ama yaşadığım her şey iç in müteşekkirim. Türkiye’de yaşar mıydım? Bilemem… Hollanda’da sözlü anlaşmaların da kanuni geçerliliği vardır, o nedenle dürüstlük ve karşılıklı güven çok önemlidir. Bu şartlarda bile böyle bir deneyim yaşadıysak demek ki gerçekten insanın başına neyin nerede geleceği belli olmuyormuş.
Günümüz müzik piyasası ile ilgili söyleyebileceğim; biz “Dance”i herhangi bir yapım şirketi ile çıkarmadık. Eğer bulunduğunuz piyasada adınız duyuluyorsa, her şeyi kendinizin yapması iyi bir seçenek. Çünkü her şeyin sonunda en çok emeği yine müzisyen veriyor. Maddi kaygılar yüzünden hatalı seçimler yapmak çok mümkün bugün. Bunun yanında sunu da belirtmeden geçmek istemem; iyi bir anlaşma ile, herkesin hakkını alabildiği ortaklıklar iyidir. Yeter ki her iki taraf da dürüst olsun, birbirine güvenmekten çekinmesin.
Albüme ismini veren “Dance”in sözleri Mevlana’ya ait ama oldukça batılı-modern bir sound var. “Rumi’s Groove” da öyle. Tasavvuf felsefesiyle ne derece haşır neşirsin?
“Dance” yeni bir başlangıç benim hayatımda. Albümü birinci defa kaydettiğimizde, albümün adı da başkaydı, Rumi’nin sözlerini kullandık. Bizim için okuduğumuzda öz ve anlamlı olmasıydı. Tasavvuf felsefesiyle ilgiliydik ama ne kadar içindeydik? Sanırım bu yetmedi Rumi’ye. Delice sound ediyor olabilirim, ama sanırım Rumi, onu anlamadan bizim bir parçamız olmayı istemedi. Bizi bir yolculuğa çıkardı, kendimize olan yolculuğumuza. Her ne kadar her şeyin başında olsam da şimdi her şey başka benim için. “Dance” da başka…
Doğu ve Batı kültür unsurlarını sentezlemek ne derece kolay, zor ya da mümkün?
Bu, kolay ya da zor diye değerlendirebileceğim bir şey değil. Sorgulamadan, bir şey yapmaya çalışmadan ortaya çıkan bir sentez. Farklılıklarımız ve benzerliklerimizle besleniyoruz ve sonunda biz neysek o çıkıyor ortaya.
Albümde iki Brezilyalı müzisyen de var. Jobim ve Tom Ze. Ama ikisinin de parçalarını çok minimalist biçimde yorumlamışsın. Brezilya müziği ve Portekizceyle aran nasıl? Neden bu iki parçayı seçtin?
Portekizce başlı başına bir müzik, başlı başına bir ritim. Portekizce bilmesem de duyduğumda bana yabancılık yaşatmayan, içine girmekten çekinmediğim bir dil. Jobim, zaten müzik ve Portekizceyi kanıma ilk sokan dahi. Tom Ze de Portekizce, müzik ve delibozuk, manyak oynaklığı bana tattıran bir muhteşemlik. Parçaları seçme nedenim de kendimi özgürleştirmeme izin veren şarkılar olmaları. Al beni istediğin yere götür diyen şarkılar. Sadece bu iki şarkı değil, söylediğim her şarkıyla bu şekilde bir ilişkim var.
Enişten Feyyaz Akdemir’in sözlerini yazdığı çok sevimli bir parça var, “Yelken”. Yelken’in sözleri başka birinin eline geçse çok kolay kitsch ve basit olabilecekken siz oldukça sofistike bir düzenleme ve vokal yorum getirmişsiniz. Başlangıcıyla bittiği yer arasında sanki baya bir metamorfoz geçirmiş hissi veriyor.
“Yelken” çok masum ve samimi bir şarkı. Daha geçen gün Feyyaz yine bana hikayesini anlattı. Neyse o, ne eksik ne fazla isimler var fazladan ekleyebileceğim, onlara da gerek yok, biri belli zaten. Sözlerin müzikle birleşimi de ayni derecede samimi ve yalın. Artık her şey basit müziğimizde, karmaşa ve çok fazla informasyon yok. Zaten hayatımız yeteri derecede yoğun, karışık, bazen ‘hektik’. Az laf çok duygu. ”Yelken” de öyle, az laf çok duygu.

George Dumitriu & Sanem Kalfa (Photo: Joost Ruigrok)
“408” ve “Away” tamamen size ait parçalar. Bir eser üretirken görev ve duygu paylaşımını nasıl dengelersiniz?
Biz 10 yılı aşkın zamandır beraber müzik yapıyoruz. Müzik partnerliğinin yanı sıra biz iyi dostuz George ile. Ortak bir dil geliştirdik, görev paylaşımı yok, şarkılar doğal bir şekilde vücut buluyor.
Başta Amsterdam olmak üzere Avrupa’nın önemli şehirlerinde ses getiren konserler veriyorsun. Bir tek Türkiye’de yeterince anlaşılmadığını düşündüğün zamanlar oluyor mu?
Türkiye’de veya herhangi bir yerde anlaşılmadığımı ve anlaşılamayacağımı düşünmüyorum. Organizasyonların ve organizatörlerin maddi kaygıları olmadığı o zaman gelirse daha fazla dinleyiciye ulaşmayı umuyorum sadece.
Viyolonsel eğitiminin bugüne kadarki üretimine yansıması nasıl oldu?
12 sene viyolonsel eğitimi aldım, aslında eğitim fakültesi mezunuyum, konservatuar değil. Viyolonsel hayatımdı o zamanlar, sonra şarkı söylemeye başladım ve o daha ağır bastı. Daha özgür oldum şarkı söylerken. Ama özgürlüğümü viyolonsel geçmişime borçluyum. Şimdi tekrar çello ile sahneye geri dönmeye hazırlanıyorum.
Türkiye’de karşılığı olmayan bir vokal tekniğin var. Dünyadaki referansların kimler olabilir?
Benim vokalist olarak ufkumu açan şarkıcı Maria João. İplerinden kurtulmuş bir at gibi, kökleri magmaya ulaşan bir ağaç gibi. Kendimi tanıma yolculuğum Maria João’nun hayatıma girmesiyle başladı.