18 Mayıs akşamı Zorlu PSM’ye vardığımda beni bekleyen basın zarfımın üzerinde “John Scofield’s Combo 67” yazıyordu. Bunu ilkin talihsiz bir tipo hatası sandım, ama sanırım basın ofisi ince bir espiri yapmıştı. Çünkü Scofield’in 66. yaşı şerefine kaydettiği albümü çıkalı bir yıl olmuştu.
Drama Salonu’ndaki yerlerimizi alıp, ısrarla yaptığımız “Haydi artık sahneye çıksanıza” alkışlarından sonra, 67 yaşındaki Scofield karşımızdaydı. Avrupa turnesinin son durağında olmasına rağmen, dimdik ayaktaydı. Kararlı ve sakin gözleri salonu doldurmuş dinleyicilerine sabitlenmiş, sırtı ise normalde davulcuların önünde görmeye alışık olduğumuz pleksi kabini arkasına almıştı.
Ömrünü sürekli çalmanın ötesinde, sürekli üreterek geçirmiş böylesi bir ustanın penası tellere dokundu ve önce pleski kabini sonra da bütün salonu çok özel bir sesle doldurdu. Kulaklarımıza gelen Combo 66 albümünün açılış parçası “Can’t Dance”in groove’lu pedal sesiydi. Derken eski yol arkadaşı Bill Stewart Zildjan marka zillerine dik dik vurmaya başladı ve sıcaklık bir anda yükseldi (Bu arada Stewart vaktinde vibrafoncu Dave Samuels ve saksofoncu Joe Lovano’yla çalışmış, babası tromboncu olan, beslenimleri zengin bir adam). Scofield’in müziğinin ilk cümlelerini duydukça aklıma, yakın zamanda yine aynı sahnede dinlediğim Julian Lage geldi. O da Scofield, hattâ Frisell ve Metheny’nin yolundan gitmemiş miydi zaten?

John Scofield (Photo: Cem Gültepe)
Evet, Scofield’in sırtını verdiği pleksi kabin çizik içindeydi. Büyük ihtimalle kayıt altına alınan gecede gitarın sesini daha temiz vermek için yerleştirilmişti. Eğer bu senaryo doğruysa, plan işe yaradı da. Scofield’in penasından ve zihninden çıkan her duygu ve düşünceyi tek tek çizdi aklımıza o tertemiz gitar sesi. Ayrıca kabinin defalarca kullanımdan puslanmış hali ustanın yaşadığı onca deneyimi sırtına alarak çaldığı hissini veren tiyatral bir kare gibiydi. Kimi zaman bir soloyu dinlerken bu kabinin içinde oturuşu da kendi kabuğuna çekilip düşüncelere dalışını anlatır gibiydi. Her neyse, duygusal izlenimlerimi bir kenara bırakıp konserde olup bitene geri döneyim.
Kontrbasta New York’un tescilli adamlarından Vicente Archer vardı. O gece için Ozan Musluoğlu’nun çalgısını ödünç almıştı (Musluoğlu da salondaydı). Archer bana Ron Carter’ın koyu, sağlam yürüyüşünü, bir de basçı bir dostumun yakın zamanda dediği şu sözleri hatırlattı: “İyi bir basçının marifeti sololarında değil, müziği nasıl taşıdığındadır”. Ki Archer sololarında bile lezzetinden ödün vermeden müziği güvenli iki büyük el gibi taşımaya devam etti. Sonradan öğrendim ki aslında genç yaşlarında Wes Montgomery’nin yol haritasını takip eden bir gitaristmiş. Belki de Scofield’in müziğini bu kadar harika taşıyor olmasının sırrı onun bu altyapısıdır.
John Scofield’in gerçekten konuşurcasına akan cümleleri, bluesy lick’leri ve Stewart’ın çoğunlukla köşeli ve aksak duyumlu, bazen de fırçayı tüm dinamikleriyle dolaştıran, her genç davulcuya en az 3-4 metod kitabı değerinde malzeme verecek çalımı haricinde, o cumartesi gecesi Combo 66 ekibinin bir güzelliği daha vardı. O da 1984 doğumlu piyanist Gerald Clayton idi. Sağında Hammond XK3C’si, solunda akustik piyanosu, zahmetsiz bir ustalıkla iki çalgıyı da derinlemesine çalan yeni nesil bir yetenek! Jazz eleştirmeni ağabeyim Feridun Ertaşkan ile sohbet ettiğimizde bana Clayton’ın Joey DeFrancesco’dan sonra dinlediği en sıkı hammond’cı olduğunu ama DeFrancesco ile aynı yaşa geldiğinde belki de onu geçebileceğini söyledi. Hammond’da ustalaşmak çok başka bir konu derler zaten hep. Piyanoda ustalaşmaya benzemezmiş, çalış mantığı ve tuşesi çok farklıymış. Elbette bir vokal olarak konunun detaylarına hâkim değilim, ama belki Francesco’nun kayıtlarını dinlemek hepimiz adına aydınlatıcı olabilir diye düşünüyorum.
Clayton’a dönecek olursak, kendisinin son derece sağlam bir klasik müzik altyapısı olduğunu da hissettim. Uzun zamandır gittiğim jazz konserlerinde legato’ları bu denli kusursuz ve kararlı bir yumuşaklıkta akan başka bir piyanist dinlememiştim (Ne güzel tesadüftür ki, hem Clayton’ın yaşıtı olup, hem de bestelerindeki pedal seslerinde benzer bir hassasiyeti yakalayan Ercüment Orkut da o gece aramızdaydı). Ayrıca yine öğrendiğime göre, Gerald Clayton, Diana Krall’un eski basçısı John Clayton’ın oğluymuş. İnternette baba oğul pek çok performans videolarını bulabilirsiniz.

John Scofield’s Combo 66 (Photo: Cem Gültepe)
John Scofield’in ilerleyen yaşıyla enerjisi hiç azalmamış gibi geldi, ama belki de bunu yaşıyla barışık olmasına borçludur diye düşündüm. Belki kendisinden beklenileni yapmak için endişelenmek yerine içinde bulunduğu yaşın ve anın tadını çıkarıyordur, ki bu tarz açıklamalar yaptığını da öğrendim sonradan. Ayrıca böyle seçme bir ekipten daha âlâ bir gençlik aşısı olabilir miydi? Öte yandan Scofield de ekibine, özellikle de Clayton’a harika bir deneyim aktarıyor olmalıydı. Zaten jazz nesilden nesile böyle aktarılmıyor mu? Bu fevkalade çift taraflı aktarımın kusursuz ekosistemi içinde derinleşiyor jazz. Miles Davis ile Herbie Hancock’un aktarımına şahit olmak nasıl bir haz verdiyse geçmişte jazz severlere, bu da onun farklı bir damarda ve farklı bir zamandaki versiyonu olabilir. Özetle şunu diyebilirim ki, 18 Mayıs gecesindeki konserde bulunmak, ancak canlı konser deneyiminde ayrımına varılabileceğimiz detayların tadına varmak, ama bundan da önemlisi, John Scofield’in kendini tekrardan bulduğu bir dönemine, bir başka deyişle, tarihe tanıklık etmekti.
Toots Thielemans`a ithaf edimiş “King of Belgium”, Scofield’in 3 yaşındaki torunu için yazdığı “Willa Jean” ve Bill Stewart’ın Band Menu albümünden bestesi “F U Donald” post-bop, rock, blues, soul-jazz ve funk’ı harmanlayan gecenin dikkat çeken performansları arasındaydı. Sürpriz şekilde bir rock parçasının asiliğiyle bitirdiği yumuşak kapanış parçasının ardından bis olarak “But Beautiful” adlı ballad’ı çalan Scofield, yaşının keyfini yaşadığını bir kez daha gösterdi.
Bazı konserlerde müzik fonda akan keyifli bir melodiye dönüşebilir, ama Scofield’inkinde, onunla bağımın hiç kopmadığını o kadar net biçimde hissettim ki. Umarız daha çok kereler onu karşımızda dimdik ayakta, gözlerimizin ta içine bakarak çalarken görürüz. En kıymetlisi bu. Çünkü albümler kulaklarımızda, konserler ise ruhumuzda kalır.