Hatırladığım kadarıyla Selim Selçuk’u ilk kez 1987’de Bodrum Mavi’de dinlemiştim. Erkan Oğur’un da yer aldığı trioda, sanırım diğer müzisyen Ali Perret idi. O sıralar yurtdışında yaşadığım için ancak yazları Türkiye’ye geliyordum ve iki yıl sonra 1989 yazında İstanbul’da, Naima Jazz Kulübü’nde mekânın sahibi olarak karşılaştım. Arnavutköy’de, aileye ait tarihî bir binada açılan Naima, hem mekânın güzelliği, hem de çalan gruplar kalitesi ve kapsamı bakımından İstanbul jazz mekânları tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu başarılı mekân 1992 yılında, Selim Selçuk’un yurtdışına taşınma kararının ardından kapılarını kapatır. Yıllar sonra 2008 yılında, bu sefer Kuruçeşme’de, o sıralar yurtdışından kesin dönüş yapan Selçuk tarafından tekrar açılacak, ancak henüz birinci yılını doldurduğu gece, mekân sahibiyle yaşanan bir kira meselesi yüzünden ilelebet kapanacaktır. İstanbul’un jazz mekanlarına dair çalışmam sırasında, Selçuk ile 2010 yılında konuşmuş, birinci yılını doldurmadan kapananan Naima’nın hüzünlü hikayesini de öğrenme imkânım olmuştu.

Ali Perret & Erkan Oğur & Selim Selçuk (Photo: internet/unknown)
Daha sonra kendisine dair pek bir şey duymadım, tabii ki bunda benim de eksikliğim olabilir. Bir kaç yıl önce ise, NTV Radyo’da yayınlanan Bir Tatlı Huzur Almaya Geldik radyo programı ve daha sonra, TRT Müzik TV kanalında başlayan ”Babamın Şarkıları” programını fark ettiğimde Selim Selçuk’un hayatında önemli bir “makas” değişiminden söz edilebileceğini düşünmeye başladım. Çünkü daha önceden dinlediğim, bildiğim jazz davulcusu Selim Selçuk ile babası üstâd müzisyen, bestekâr Münir Nurettin Selçuk (ki geleneksel müziğimizin en önemli isimlerinden biri ve hatta, bir çok etnomüzikolog için Osmanlı müzik geleneğinin Cumhuriyet dönemindeki “son” temsilcisidir) arasında müziksel bir illiyetinin olduğunu hiç bir zaman düşünmemiş, fark etmemiştim. Yıllardır kafamı kurcalayan, jazz bahsinde müzisyenlerimizin geleneksel müziğimizden neden yeterinde yararlanmadığı sorusunun asıl muhataplarından biri tabii ki Selim Selçuk olmalıydı, Münir Nurettin’in oğlu. Jazz ile geleneksel müziklerimiz arasındaki ilişkiyi kendisine sormanın en doğrusu olduğunu düşündüm ve sağolsun beni kırmadı, kendisiyle iki kez sohbet etme imkânı buldum. Aşağıda paragraflarda anlatılanların söyleşilerden çıkan notlar olduğunun özellikle altını çizmeliyim.
Söyleşiler esnasında tabii ki sadece kafamı kurcalayan meselelerden konuşmadık, öncelikle jazz bahsinde hayatında neler olduğunu sormak ve öğrenmek istedim. Selçuk, iki albüm projesinden söz etti. İlkinin ismi şimdiden belli, Miles Kuçles, evet, World Saxophone Quartet’in Miles Davis’in anısı için yaptığı Selim Sevad (isme ilham veren Miles Davis’in Selim parçasının da içinde yer aldığı) albümüne hoş bir gönderme yapıyor bu mahlas.
Selim Selçuk, bu albümde sadece kendi bestelerinin olacağını, farklı dönemden bestelerini ve stilleri temsil eden altı parçanın yer alacağını belirtti. Ve yine anladığım kadarıyla, bu albümü en azından dijital ortamlarda dinlememize çok az bir süre kalmış. Dijitaldeki satışlarına bağlı olarak daha sonra bir plak olarak basılması da gündeme gelebilir. İçeriğine gelince: bazıları 1985-1989 yılları arasındaki bestelerinden bir kısmı ise daha sonraki (örneğin, 1992-1996) dönemlerden, velhâsıl olgun bir müzisyen olarak hayatındaki önemli aşamaları temsil eden bir toplam olarak görülebilir.
İkinci albüm projesi ise henüz kaydedilmemiş ama demoları var, besteler, aranjmanlar hazır vaziyette. İkinci albüm daha çok “acid-jazz” tadında, “funky” dokunuşları olan parçalardan oluşuyor ve icrâ anlamında 8-10 kişilik bir grup gerektiriyor. Anladığım kadarıyla, bir çok bestesi birikmiş vaziyette Selçuk’un ve hayatının bu döneminde artık çalınmasını, duyulmasını istiyor. Gelelim şimdi diğer meseleye: Selim Selçuk’un müzik ile tanışmasına, geleneksel müzikte tartışmasız üstad kabul edilen bir müzisyenin evinde büyümesine, kendisinden 10 yaş büyük olan, ünlü bir müzisyen ağabeyin (Timur Selçuk) müziğine etkisine, onun grubunda çalmasına ve neticede bir jazz müzisyeni olarak bilinmesine. 1956 doğumlu Selim Selçuk. Babası Münir Nurettin ise 57 yaşındaymış Selim doğduğunda. Ününün zirvesinde ama aynı zamanda, oluşturduğu ekolün yıkılmaya başladığı yılların başlangıcında, hatta belki de bunu hafif hafif seziyor. İsmini vermek istemiyorum, örneğin o yıllarda hızla ünlenen genç bir şarkıcının radyoda çalmasından hiç de hoşnut olmaz, evdekilere kapatın bu sürekli “meleyen” şarkıcıyı dermiş.
Bu aşamada bir soluk alınması ve babasının müzisyenliği ile ilgili bir iki noktanın özellikle belirtilmesi gerekiyor. Münir Nurettin, sadece Osmanlı müzik geleneğinin “son” klasiği değil aynı zamanda, o müziği modernleştiren öncülerden biri, belki de ilkidir. Batıda öğrendiği (henüz 30’una gelmeden, 1928 yılında Paris’e 2 yıllığına gider) şan tekniği ile zenginleştirdiği lezzetli bir hançereye sahiptir. Mükemmel hocaların yetiştirdiği çok donanımlı bir solist olmasının yanısıra olağanüstü besteleriyle çığır açan, herkesin dinleyebileceği popüler eserler veren, İstanbul’un “elit” müzik zevkini modernleştiren, deyim yerindeyse, yeniden tarif eden şehirli bir tarzın bizzat kurucusudur. Özünde bir “oda” müziği olan geleneksel müziği “salona” (döneminde konser salonları işlevi de gören kaliteli sinemalara) taşıyan, arkasında kadın koristler kullanan, mikrofon ve hoparlör kullanmaktan imtina etmeyerek yepyeni bir “sound” yaratan, monden kıyafetleri (smokin gibi), selis İstanbul Türkçesiyle izleyicisiyle hasbıhâl eden, samimi bir diyalog kurmaya özen gösteren bir müzik insanıdır. Özetleresek, modernist bir performansla geleneksel Osmanlı müziğini yeni şehrin eğlence ritüellerine entegre eden öncü bir sanatçıdır Münir Nurettin. Yine de eğlence anlayışı özünde muhafazakârdır; popüler olana göz kırpsa da, müziğini sinema salonlarında icra etse de asla gazino seviyesine “düşürmez”. Modernist de olsa, yeni şehrin başat eğlence anlayışından (danslı, içkili, harcıâlem) uzaktır. Ve belki de, daha sonra yaşayacağı “yenilginin” önemli sebeplerinden biri olacaktır bu tavır.
Müzeyyen Senar’ın başını çektiği diğer ekol (öteki modernistler diyelim), gazinoları “mutenalaştırıp” (sazevlerinden, barlardan, pavyonlardan ayrıştırarak) geleneksel olanla hissiyatı dışında (“figüratif” diyelim) bir ilişkisi kalmayan bir müziğin (“Türk Sanat Müziği)” konser mekânlarına dönüştürecektir. Özelikle, henüz çok genç olan ve hızla yıldızlaşan Zeki Müren bu dönüşümün en önemli ismi olacak, müzik ile sinemayı özgün bir şekilde birbirine bağlayacak, bu zevki Anadolu’ya doğru da yayacaktır. Hakkını yemeyelim, Münir Nurettin de bir-iki filmde oynamıştır ama onunki çok daha elitve çok daha sınırlı bir çabadır. Zeki Müren’in estetiği o yılların Yeşilçam sinemasıyla birebir örtüşür. Demek ki şunu söyleyebiliriz: Osmanlı geleneksel müziğininin ilk “modernleştiricisi” Münir Nurettin de olsa, esas “modernleştiricisi” (sosyolojik anlamda, dönüştürücüsü) gazino şarkıcılarıdır ve onların anlayışında şehrin merkezi ya da çevresi yoktur, Münir Nurettin’in aksine (o, merkezin zevkini şekillendirmek ister), onlar şehrin her yanına nüfuz etmek, her yanında dinlenmek isterler. Dinlenirler de. Elitizmin tam anlamıyla çöküşü de denebilir geleneksel müziğin modernleşmesindeki bu aşamaya.
Böyle bir dünyada, 1950’lerin sonunda aile evinde büyüyen ve Münir Nurettin’in son çocuğunun olmasının tüm avantajlarını (en küçük, en çok şımartılan) ve dejavantajlarını (söz dinlemesi beklenen) yaşayarak görecektir. babası tarafından çok sevilen ve müziğe yetenekli olduğu aşikâr bu çocuğun evinde annesi (tiyatro sanatçısı) nedeniyle ekseriyetle Batı müzikleri (klasik ve popüler) dinlenmektedir. Selim Selçuk’tan 10 yaş daha büyük, kariyerinin ilk yıllarında onun üstündeki çok derin etkileri olan ağabeyi (Timur Selçuk) ise çoktan ünlenmiştir. İlerki yıllarda Küçük Selim onun grubunda çalacaktır ve ağabeyinin besteleri ve tarzı o yıllarda daha çok Fransız popüler müziklerine yakındır. Yine de, Selim Selçuk’un anlattıklarından öğreniyoruz ki, aynı dönemde babasınının arzusuyla üstad müzisyen Kâni Karaca’dan dersler alarak Osmanlı müziğini öğrenmekte ve yine, bu sefer Jirayr Aslanyan’dan piyano dersleri de almaktadır. Genç bir insan, o günün dünyasında, kültürel ikliminde daha çok Batıya doğru gidecektir yine de. Selçuk’da o yöne gitmiştir zaten ama, örneğin Kani Karaca’dan öğrendiklerini unutacak mıdır? Unutmadığını ancak şimdi anlıyoruz.
Yeniyetme olduğu dönemden itibaren ağabeyinin orkestrasında Batı popüler müzikleri icrâsıyla başlayan bir kariyer sonunda jazz ile de karşılaşacaktır. 1970’lerde jazz’la yakınlaşma İstanbul Gelişim Orkestrası’nda çalmaya başlamasıyla başlar. Henüz çok gençtir ama ciddî bir profesyonel kariyerin içindedir. Galatasaray’da başlayan okul hayatı buna dayanamaz, dersler aksar, notlar düşer ve okul değiştirilir, Şişli Koleji. Okurken bile yorulduğum bir döneminden söz eder. Örneğin, bir yanda İsmet Sıral öte yanda Selmi Andak. 1975 Örovizyon yarışması, Semiha Yankı’nın seslendirdiği parçayı icrâ eden grup. Yine aynı dönemde İnci Çayırlı ile yapılan bir New York seyahati ve öte yandan, Modern Folk Üçlüsü ile 1976’da Moskova turnesi.

Selim Selçuk -2004- (Photo: Zuhal Focan)
Aslında, Türkiye’deki jazz müzisyenliğini çerçevesinde çok tipik bir hayatta kalma rutini; şaşırtıcı değil ama çok düşündürücü. Bugün bile ancak bazı müzisyenler için mümkün olabilen sadece jazz icrâ edilerek hayatını devam ettirmenin imkânsızlığının ispatı gibi bir kariyer, bir hayat. Kendi deyimiyle, yine de kendini bir jazz müzisyeni, davulcusu gibi gören Selçuk’un hayatındaki önemli bir diğer kavşak, Naima’yı kapatıp New York’a ikinci kez gittiği dönemde şekilleniyor. Bu yıllarda sadece müzisyenlik yapmıyor aynı zamanda Mannes College’da jazz okumaya başlıyor. Okul müfredatı, okulun eğitim anlayışından dolayı tıkabasa jazz’ın klasik dönemi ve oradaki eserlerin öğrenilmesi ve icrasıyla dolu. İşte bu dönem, jazz’dan (okulda öğretilen, vurgulanan anlamında) bir müzik icrasını olarak uzaklaşmasına ve 2-3 yıl kadar sadece rock gruplarında çalmasına neden olur. Bu dönemin önemli bir kazanç olduğunu daha sonra anlayacaktır. Çünkü, tekrar jazz’a döndüğünde, rock’dan kazandığı fiziksel kondisyonun (rock davulu jazz’a göre çok daha fazla efor gerektirmektedir) faydasını artık değişmiş olan çalışından (daha güçlü bir tavır) sevinerek farkedecektir.
Düşünsel planda ise, New York yıllarında farkettiği bir başka hakikat ise şu olacaktır. Türkiye’de yetişip New York’a giden bir çok müzisyenin kolayca bilebileceği bir hissiyattan söz etmektedir. New York standartlarında bir müzisyen olabilmek (kendisini de kasteder) hiç de kolay değildir, bunun için gerçekten çok fazla çalışılması gerekmektedir. Egonuz çok yüksek değilse, kendinizi kandırmaya teşne değilseniz bu hakikatı hemen anlarsınız. Selim Selçuk, bunu gayet mütevazı bir dille söylerken şunu da söylemekten geri durmuyor. Zaten oralara kendi müzisyenliğimi, jazz anlayışımı geliştirmek için gitmiştim.
Bundan sonrasını kısa geçip bugünlere gelmek istiyorum. Selim Selçuk, ikibinli yıllarda Türkiye’ye kesin dönüş yaptıktan bir süre sonra babasının müzikleri ile tekrar yaşamaya, onlarla nefes alıp, vermeye başlıyor. Aslında tamamen de tesadüf değil olanlar, çünkü işin bir “tetikleyicisi” var. Tetiklenme sonrasında babasının hatırlanmasına vesile olabilecek programlar, yapmaya karar veriyor. Nasıl mı tetikleniyor?
Bir gün bir TV Programında sokak röportajlarını dinlerken önce şu soruyu (Münir Nurettin Selçuk kimdir?) farkediyor ve işittiği cevaplar onu allak bullak ediyor. Sokaktaki insan Münir Nurettin’i unutmuştur! Bazı ünlü şarkılarını tabii ki bilinmekte, fasıllarda falan söylenmektedir ama Münir Nurettin ile o besteler arasında hiç bir bağ kalmamıştır. Daha da vahimi, asıl unutulan Münir Nurettin’in icrâ ve besteleriyle müziğimize yaptığı katkılar ve müzik tarihimizdeki yeri ve önemi.

Selim Selçuk & Erdal Akyol -2006- (Photo: Zuhal Focan)
Ben, dilim döndüğünce, burada bir unutmadan çok sosyolojik bir dönüşüm olduğunu, ciddî bir müzisyenin Münir Nurettin’i unutmasının imkânsız olduğunu, sokaktaki insanın unutmasının ise tamamen popüler kültüre dair dinamiklerle ilişkili olduğunu, o unutulmanın ilk aşamasının gazino döneminde çoktan başladığını anlatmaya çalıştım. İknâ edip edemediğimi bilemiyorum ama Selim Selçuk’un kariyerindeki dönüşümün (anaakım bir jazz davulcusundan babasının müziklerini icrâ eden bir orkestradaki vurmalı çalan birine dönüşümünü) çok daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Zaten, konuşmanın sonuna doğru doğrudan sordum: şu sıralar sürekli olarak besteler yaptığını söylediğinde, bu bestelerde geleneksel müziğimizden esintiler olup olmadığını sordum. Tabii ki var, dedi. Peki, daha önceleri de bu tip besteleri var mıydı? Pek yoktu. Peki, şimdi neden var? Artık, bunu yapabilecek bir müzisyen olgunluğuna geldim. Bazı şeylerin yapılabilmesi için zamana gerek var.
Yukarda aktardığım diyaloglar birebir böyle olmadı ama, farklı sözcüklerle de olsa, cevapların esası böyle bir düzlemde şekillendi. Sadece babasının değil, kendi müziğinin de peşinde biri Selim Selçuk. Ciddî olarak bu işlere kafasını yoran, babasını, kendisini ve kültürü arayan ya da bulduğuyla bir türlü yetinemeyen, yollara düşen bir yolcu. Özünde zor ve yapayalnız bir yolculuk bu ve önemli olan da yolun kendisi zaten. Yolu açık olsun.
Editörün Notu:
Selim Selçuk’un “Miles Kuçles” adlı albümü çok yakın bir zamanda Pb Müzik’ten piyasaya çıkacak. Albümde yer alan diğer sanatçılar; Meriç Demirkol (as), Ali Perret (p), Matt Hall (b).