Manalı kılmak istediğim soğuk, kan donduran İstanbul akşamlarından biri daha…
Soğuğa rağmen parlak, ışıl ışıl, göz alıcı renklerini kaybetmeyen Taksim’in ara sokakları… Karşıma çıkan turistler, hepsi ihtişamlı ve her daim uzun kuyrukta bekleyenlerini selamlayan Galata Kulesi ile fotoğraf çekilme derdinde. Neyse ki kule bir yere gitmiyor, kadrajın içinde her daim insanlara gülümsüyor.
Diğer yandan, defterin bu bembeyaz sayfasını çevirdiğinizde, milyonlarca soruları olan ve milyonlarca cevap bekleyen, hayat gayelerini tam olarak belirleyememiş bir sürü kişinin koşuşturması, kendisini gelecek 10 seneye hazır gibi hissettiren, uzun seneler sonra birkaç adım da olsa adam gibi aşındırabildiğim yaşlı İstiklal Caddesi… Gitar çalan, flüt çalan, hiçbir şey çalmayıp gene de yerde elleri açık oturup belki de bir çay, bir tas yemek parası bekleyen, sevgilisinin elinden tutan, beraber selfie çektiren, incik, boncuk satan, latte mi yoksa cappuccino mu bir türlü karar veremeyip finalde ‘neyse, bari bu olsun!’ diyerek Türk kahvesi’nin yolunu gözleyen, kafelerde küçük kafalarını telefonlarına gömerek geleceklerini sosyal medya üzerinden tayin etmeye çalışan çiftler, kişiler, insanlar, ergenler, çocuklar, adamlar, kadınlar… Hayat, soğuk, gri ama bir o kadar da umutlu gibi görünen bir İstanbul akşamında doludizgin devam ediyordu hiçbir zaman tükenmeyecek olan katılımcıları ile…
Hayatın manasını ve soruların cevabını tadı gerçekten de kötü olan koyu filtre kahve bardağının dibinde bulmayı ummuyordum elbette, ama en azından fark edemediğim çözümlerin önümde yarattıkları gizemi kaldırabilmek için müziğin koruyucu gücüne kendimi bırakmam gerektiğini anlayarak, Borusan Sanat’a doğru yola koyuldum.
“Escher Chronicles” Borusan Sanat’ta takipçi olduğum ilk konser. Bu yeni yapının tam karşısındaki eski Borusan binasına ortaokulda iken haftada belki de 2-3 kere, DVD’den Beatles filmleri, Jimi Hendrix, Led Zeppelin belgeselleri izlemeye gelir, çocuk aklımla hayaller kurar, ileride belki de onlar kadar ünlü bir müzisyen olacağımın bilincinde ayrılır, tozpembe dünyamın içinde hapsolmuş şekilde cadde boyunca yürüyerek otobüsle evime dönerdim. Aradan geçen onca yıl sonunda 20 Nisan Cumartesi akşamı çocukluğumdaki kadar tozpembe bir dünyam olmadığının ama gerçek bir şeyin ne olduğunun ya da “gerçek olan şeyin en azından ne olabileceğinin” bilincinde Borusan Sanat’ın kapısına doğru adımlarımı sıkılaştırıyordum.
Bahçeşehir Üniversitesi Jazz Okulu’ndan tanıdık dostlar var kapıda. Laflıyoruz. Bayağı olmuş görmeyeli. Neler yapıyorlar, nasıl bir noktadalar, hangi seviyedeler, bir grupta çalıyorlar mı, kendi grupları olacak mı, konserleri var mı? Dolu dolu bir çok soru, yoğunluklu bir çok cevap. Sıraya giriyorum herkes gibi. Kapıda iki tane minik çocuk beliriyor, gecenin minik sürprizleri. Ellerinde birer buket çiçek var, şaşkın bakışlar arasında anneleri ile birlikte kapıdan içeri süzülüyorlar. Minik kız annesinin yanından pek ayrılmıyor, diğer yandan oğlan pek hareketli, hemen sıcak ortama ayak uyduruyor.
Yukarı çıkıyoruz. Profesyonel bir ışık ve ses sistemi karşılıyor bizleri. Sandalyeler ve nota sehpalarındaki ışıklar, teknisyenlerin kendilerini son kez kontrol etmesi için bekliyor. Oturma düzeni bence bugüne uygun: M.C. Escher’in çalışmalarına ithafen, hatta biraz daha yaratıcı düşünülürse Penrose merdivenleri tadında, notaların hiçbir zaman birbirlerinden daha fazla uzaklaşmadan, düşseler de kalksalar da sonunda hep başladıkları yerde birbirlerine kavuşacakları tadında çok hoş bir oturma düzeni. Seyirciler sanırım yabancı dilde “first come first served” bizde de “boş koltuğu kapan oturur!” tadında bir hızda arzu ettikleri yere oturuyorlar. Benim için açıkçası pek de önemli olmayan bir konu. Konserlerde fotoğraf çekenleri de sevmem mesela. Genelde konseri gözlerimle izleyip, kulaklarımla dinleyip “Evet, ben bu konserdeydim!” demek benim için daha bir önemli, belki de daha bir lüks. Oturmak ya da otur(a)mamak arasındaki paradoks biraz da buna benziyor sanırım.
Kafamı çevirdiğimde soldan sağa düşeyde beliren bir “iş” var, sarı neon ile “Listen To Your Eyes”, dinleyicinin konser öncesi belki de konser hakkında fikir sahibi olması gerektiğini belirtir gibi bizleri selamlıyor. Az daha bakınıyorum etrafa; konser 3 kamera ve görsel ve işitsel olarak kayıt altına alınıyor. Ensemble’ın dahil olduğu bir proje olduğundan, önceki günlerden hummalı bir hazırlık gerektirdiği açık.
Işıklar kapanıyor, müzisyenler yerlerini alıyor. Alkışlar arasında maestro Orhun Orhon ilk parça ile fitili ateşliyor, sonrası zaten rüyalar…
“Escher Chronicles”, 2017 yılında tam da Nisan ayında müzikseverlerin beğenisine sunuldu, ancak kelimenin tam anlamı ile dinleyici ile buluşması için aradan tam 2 sene geçmesi gerekecekti. Bugünkü konser ile bu söz konusu iki sene içerisinde Escher’in (albümü birden fazla kez dinledikten ve içselleştirdikten sonra rahatlıkla, yıllardır tanıdığınız eski bir dostunuzu çağırır gibi sadece ‘Escher’ demeniz yeterli oluyor) kendini geliştirerek evrimleştiğini hissedebiliyorsunuz. Albümün bence en özel yanlardan biri de, “bir jazz albümü, klasik müzik albümü” ya da rahatlıkla “Evet, şu tarza daha uygun bir albüm!” diye bir sınıflandırmaya ihtiyaç duymaması. Müziği duyanlardan ziyade “dinleyenlerin”, bununla birlikte hayatın sahip olduğu ve bizlere bahşettiği tüm sesleri “yeri geldiğinde gözleri ile de dinleyebilecek kişilerin” anlayabileceği ve sevebileceği bir albüm olan “Escher Chronicles”ın Borusan Sanat’taki lansman konserinin, tÖZ albümü lansman konseri ile birlikte ülkemiz sınırları dahilinde icra edilen müzikler, konserler arasında (buna örnek verebileceğiniz her türlü müzik türleri dahildir) bu senenin belki de en prestijli iki konserinden biri olduğu düşüncesindeyim.
“Escher” adeta bir ‘puzzle’. Bir parçası kaybolduğunda, bir notası eksildiğinde, bir ölçüsü daha erken ya da daha geç çalındığında bu eksikliğin giderilmesinin öyle sanıldığı kadar da kolay olmayacağı, türlü türlü sonuçların doğabileceği, mesela: bütünlüğün tamamen bozulup, zevkle bitirilmeye çalışılan o yapbozun hiçbir anlam ifade etmeden hakettiği yere, çöpe atılacak olması gibi bir albüm. Dolayısı ile Escher gibi albümlerin içerdiği parçaların birbirini belirli bir ahenk içerisinde takip etmesi en çok dikkat ettiğim konulardan biri. Her ne kadar her parçanın farklı bir ismi de olsa, tekrar tekrar dinledikçe albümün aslında iki ya da üç movement’tan (bölümden) oluştuğunu da düşünebilirsiniz. Konser sırasında parçalar sonrası alkış olmaması bence müziğin dinleyici ile tamamen bir uyum içerisinde olması adına mükemmel bir detay idi.
Yerde işitsel zevk sürerken, gökte de Nos Visuals, Nohlab’ın önderliğinde görsel bir şölen vardı. Her sert ve her hafif notada kalplerde hissedilenler, nabızda yankılananlar yansıda beliriyor, konser öncesi bizleri karşılayan “Listen To Your Eyes” mottosu da adeta anlam kazanıyordu.

Şevket Akıncı & Hezarfen Ensemble (Photo: Emre Adam)
“Müziğin matematiği” ya da “matematiğin bir müziği” olduğunu varsayıyor, düşlüyor ya da sorguluyorsanız, Hezarfen Ensemble, Escher Chronicles’ın Borusan Sanat’taki lansman konserindeki performansı ile bu sorunuzun cevabını rahatlıkla verebilecek kudretle sizlerin yanında oluyor.
Kasım 1787’de “Don Giovanni”nin prömiyeri için Prag’daki Tyl Theatre’da toplanan müzikseverlerin akıllarındaki ve kalplerindeki her düşüncenin Borusan Sanat’ta Escher Chronicles’ın dünya prömiyerine katılan müzikseverlerin akıllarındaki ve kalplerindeki düşüncelerle denk olduğunu düşünüyorum. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen Prag’daki Tyl Theatre hâlen ayakta, Don Giovanni hâlen bizlerle birlikte…
“Islak Köpek” ile yaptıkları müzik yıllarca sorgulanan, parodilere, komedi dizilerine konu olan, “Bu adamın yaptığı müzik mi be?!”lerden, “Bu adamın yaptığı da işte anca gitar tıngırdatıp içi boş sesler çıkarmak!”lara doğru atılan kulaçlarla her saniye yüzleşmek zorunda kalan Şevket Akıncı, Borusan Sanat’taki Escher Chronicles lansman konseri sonrası “kendi Don Giovanni’sini” yarattığını tüm dinleyicilere göğsünü gere gere gösteriyordu.
Borusan Sanat ileride ayakta kalır mı, kalmaz mı bilemeyiz, ancak konser sonrası benim gibi bir çok müzikseverin evlerine dönerken akıllarında mıh gibi kalan ve gelecekte de kalacak olan tek bir gerçek var: ileride Escher Chronicles’ın bu topraklarda prömiyerini yaptığını herkes bilecek ve Mozart gibi dâhilerin ülkemizde de var olabileceğini, efsaneleşebilecek müziklerin ve kompozitörlerin çok da uzaklarda aranmaması gerektiğini de herkes anlayacak.
Şevket Akıncı’nın magnum opus’u “Escher Chronicles”, Gerçek Türkiye’nin yıllardır aradığı gerçek müzik olabilir.