Gitarist, besteci, aranjör, prodüktör, yazar ve şair Şevket Akıncı 1994 yılında Berklee College of Music’i bitirdikten sonra 1996 yılında ilk albümü “Uçurumda Açan”ı çıkarttı. Kendi orijinal söz ve müziklerinden oluşan sadelik, zarafet ve biraz hüzün barındıran bu güzel şarkı albümünden sonra 2001 yılında farklı bir yöne giderek jazz-rock, elektronik müzik ve sonunda da özgür doğaçlamanın büyülü ve geri dönülmez kapısından geçerek bugünkü Şevket Akıncı’nın tohumlarını atmış oldu.
Avant-Garde’dan (John Cage Songbooks, Sound Migration), Modern Jazz’a (Lifeline, Weed, Tarabya Ensemble), Klasik Türk Müziği’nden (Elektronik Kumpanya), Electronic Ambient’a (Mugwump, Sputnik Sweetheart, Nehirdeki Melek, Alien Lounge), Özgür Jazz ve Serbest Doğaçlamadan (Islak Köpek, Century, Konjo, EarAfter, Holy Ghost), Çağdaş Kompozisyon’a (Mutant, Escher Chronicles), Hardcore Noise’a (Dead Country) birçok türde kayıtlar yaptı, konserler verdi, beş albümde prodüktör ve aranjör olarak katkıda bulundu (Şirin Soysal, MAAN, Ruşen Alkar, Öykü Aras). Hezeyan Sözlüğü (Artshop-2008), Tersine Zeus (Sub Press-2018) adlı şiir kitaplarını yayınladı (kaynak www.kalan.com). 2020 yılında da çıkmasını heyecanla beklediğimiz “Caz Tarihi” kitabı yolda.
Peki bana göre Şevket Akıncı kimdir? Canım hocamdır. Çok yönlü bir müzisyendir. Şevket Akıncı Baudrillard konuşabileceğiniz, Aşık Veysel tartışabileceğiniz, çok okumuş, hayatımda tanıdığım en çok ve en çeşitli müzik dinlemiş insandır. Babadır Şevket Akıncı kendi gibi soran sorgulayan ve düşünen iki harika evlat yetiştiren, eşine aşık. Harika bir hocadır Şevket Akıncı, anlatımdaki gücü, karşısındakini anlama gücüyle eş değer. Her yaptığı adımı sorgular yeterliliğinden emin olabilmek için. Anlatmayı, öğretmeyi çok sever. Karşısındakinin anladığını gördüğünde dünyalar onun olur. Apartman boşluğuna sıkışmış kimsenin ilgilenmediği kediyi kurtarabilmek için derse 20 dakika geç kalabilecek kadar şefkatlidir Şevket Akıncı. Hep daha iyisini hedefler bu yüzden de hep ilerler ve durduğu yerde durmaz. Dünkü Şevket ve bugunkü asla aynı değildir. Sürekli aktif bir zekaya sahiptir yaratıcılığını hep ayakta tutan. Açıktır, karşısındakinin de kafasını açar. Bencilliğin hakim olduğu ve her türlü ilişkide sürekliliğin kısırlaştığı günümüzde, sadece kendini değil etrafındakileri de sürekli yukarı çeker Şevket Akıncı. “İyi insan” olmaya inanır. Gerçektir, ne ise odur. Hayatımda tanıdığım en ilham verici insanlardan biridir. Herkesin tanımasını dilediğim ve bir gün bir yerde karşılaşırsanız mutlaka gidip bir “merhaba” diyin tavsiyesinde bulunabileceğim.
Oluşum aşamasının bir kısmını öğrencilik sürecimde yakından takip edebildiğim son albümü “Radyo Ekoton” çıktığı için çok mutluyum. 24 sene aradan sonra yeniden şarkı söylediği bir albüm geldi Şevket Akıncı’dan. Ekoton “Kesişen Ekosistemler” anlamına geliyor. “Deneysel” bir müzisyen olarak tanınan Akıncı’nın son albümünün tamamı Cansun Küçüktürk tarafından evde kaydedildi mikslendi ve mastering’i yapıldı. Sumru Ağıryürüyen, Ruşen Alkar, Duygu Argın, Ülkü Aybala Sunat, Orçun Baştürk, Selin Baycan, Gülce Duru, Anıl Eraslan, Zeynep Kaya, Esra Kayıkçı, Ceyda Özbaşarel, Saadet Türköz, Nihal Saruhanlı, Şirin Soysal, Özün Usta, Başak Yavuz, Yıldırım Yalçınkaya gibi birçok dostunun dokunuşu var albümde. Ben albümü havaalanında dinledim ilk olarak, sabahın 06.00’sında. Sanırım içgüdüsel olarak ekoton ruhunu en yoğun hissedebileceğim alanı seçmişim farketmeden. Kulağımda kulaklık, kimseyle konuşmadan sadece etraftakilerin gözlemini yapabildiğim en yaratıcı mekanlardan biri olan havaalanında albümün tamamını dinledim. Çok etkilendim. Sadeliğinden, sözlerdeki “yük”ten, Akıncı’nın müzikal birikiminin süzgecinden, vokallerden, hocamın 24 senede kaç ton oluğundan emin olamadığım pesleşmiş sesinden, şarkıların hikayelerinden ama her şeyden öte gerçekliğinden. Şevket Hoca’mla zaman zaman hayat-insanlık-müzik çerçevesinde konuştuğumuz, bazen cevaplarını aldığım bazen de cevaplarını merak ettiğim sorular da buyrun burada. Albümü dinleyin, içinde kendinize ait bir şey mutlaka bulacaksınız!
“Radyo Ekoton” ismini nasıl bir hisle verdiniz? Hangi duygu size bu ismi verdirdi?
Radyo Ekoton ismini sevgili dostum Orçun Baştürk buldu. Ekoton,“kesişen ekosistemler” demek.. Radyo Ekoton bir çok müzikal tavrın kesiştiği bir albüm, tam klasik bir şarkı albümü değil yani, hissiyatların bakış açıların kesiştiği, örtüştüğü, ard arda ya da iç içe geldiği bir ara bölgede sanki. Zaten en sevdiğim albümler tam kategorize edilmeyen albümler oldu hep. Örneğin bir müzik dükkanında Fred Frith’i ne rock bölümüne ne jazz ne de klasik bölümüne koyabilirler, bütün bu bölümlerin arasında havada bir yerde durur müziği.
“Sorumluluk almak” meselesini hep konuşuruz sizinle. Önem verdiğiniz bir kavram olduğunu biliyorum. Müzikte çaldığın notaların sorumluluğunu almak, hayatta attığın adımların söylediğin sözlerin sorumluluğunu almak. “Serbest doğaçlama” çerçevesinde “yanlış nota yoktur”söylemini bu sorumluluk anlayışı içinde anlatabilir misiniz? Müzikte ya da hayatta attığın bir -görece- yanlış adımın sorumluluğunu almak özgürleştiyor mu insanı vicdani yüklerinden?
Bir sesin iyi ya da kötü olduğuna kim karar verebilir ki? John Cage’in verdiği çok anlamlı bir örnek vardır: “Eğer Mozart’ı dinliyorsam, pencereden sızan caddenin sesleri gürültü gibi gelir, ama cadde’yi dinliyorsam, Mozart gürültüye dönüşür.” Tarih, coğrafya, psikoloji, sosyoloji açısından değişkenlik gösteren bir şey. Son dereceli göreceli bir şey müzik. Geçen yüzyılın başlarında Louis Armstrong modernizmin simgesiydi, şimdi ise nostaljik bir değer olarak Starbucks’da çalınıyor, Bali’deki Gamelan müziği Endonezya’nın halk müziği sayılırken, Batı’da modern bestecilere ilham vermektedir. Dün gece dinlediğimiz yüksek volümlü bir müzik sabahleyin azap verici olabilir. Sesler de göreceli. Saç kurutma makinesi sesi bir yetişkine gürültü gibi gelirken anne karnındaki sesleri andırdığından yeni doğmuş bir bebeğe huzur verebilir. Bunun gibi örnekler çoğaltılabilir. Müzik bu kadar göreceliyken, tek ölçüt özne yani “ben”. Bir sesin iyi olup olmadığına çoğunluk da karar veremez . Önemli olan o sesi çıkartmayı isteyip istememen. Yani asıl mevzu istemek, yani irade. Ama seçim yapan o iradeyi etken kılan temel motivasyon özgürleşmek arzusu bende, yani evet istediğimi yapıyorum, istediğimi düşünüyorum ama yaptığım ve düşündüğüm her şeyin sorumluluğunu alıyorum ve en önemlisi sorguluyorum. Ama bu sorgulama işi seçimden ve icra’dan sonra oluyor bende. Üretirken, çalmakta olduğun müziği o anda sorguladığın noktada zihin devreye girer ve yaratım için devrede olan başka güçleri bastırmaya başlar, ve işte o zaman müzik müzik olmaktan çıkar. Ortaya hatasız ama sıkıcı bir şey çıkar. En azında bende durum böyle. Hani yapacağın müziğin çerçevesini en başta çizmen elbette doğru bir şey olabilir, ama bu çerçeveyi çizen şey kulağın ve içgüdün olmalı., sadece zihnin ve bu zihnin sunduğu yargılar değil. Müzik yaparken böyle, ama müzik çalışırken durum tam tersi.
Öğretmeyi çok seviyorsunuz ve bir hoca olarak sürekli kendinizi sorguladığınızı biliyorum. Her dersiniz, sınıfın genel yapısına göre de biraz şekilleniyor, hep aynı olmuyor. Yani baya “kişiye özel” ders gibi oluyor sizin grup dersleriniz bile, her ne kadar adı ve içerikleri her sene aynı olsa da müfredata göre. Bu konudaki fikriniz nedir?
Benim açımdan eğitim şudur Elif Seven’den en iyi Elif Seven’i çıkartmak. Bunun için merak etmeyi öğretmek elzem. Merak eden kişi ileriye doğru adım atar, ve kendi iradesiyle ilerler, Ve bahsettiğim irade merak eden kişinin iradesidir, verilenle yetinip düşünme işini başkasına bırakan kişinin iradesi değil. Eğitmen olarak amacım merak edilecek şeyler olduğunu göstermek, sorgulamayı, sorumluluk almayı, analiz etmeyi, araştırmayı öğretmek. Bilgi vermek işin detayı sadece. Ve ben sadece anlattıklarımla değil örnek olarak da bu doğrultuda yol göstermeliyim. Eğitim sistemimizde konular dayatılıyor, anlatılmıyor. Bilgi üstüne bilgi yığıyorlar özellikle lise öğrencisinin üstüne. Ama akılda kalmıyor çoğu ve sadece merak etmiş oldukların akılda kalıyor çünkü bilgi sana sahip olamaz, sen ancak istediğin bilgiye sahip olabilirsin.
Bir “Caz Tarihi” kitabı yazdınız, bu sene basılacak. İçinde jazz’ın başlangıcından günümüze çok değerli dinleme önerilerinin de olduğu bir külliyat. Bundan bahsedebilir miyiz?
Kitabı on küsür yıldır yazıyorum, periyodik duraksamalarla uzun sürdü maalesef. Çok havlu attığım vazgeçtiğim oldu çünkü. Özgür doğaçlamayı anlatmak için kitaba başlamıştım, çünkü özgür doğaçlama hakkında çok az şey biliniyordu ve bilmeden kanaatler oluşuyordu. Açıkçası kendim öğrenmek için de yazdım. 11 yıl boyunca Açık Radyo’da sunduğumuz “Öteki Caz” ile aynı ismi taşıyacaktı kitap. Özgür doğaçlamayı anlatırken jazz’ı ve çağdaş müziği de anlatmak zorundaydım, 1960’ların ortalarına gelindiğinde iki alandaki son gelişmeler AMM, Spontaneous Music Ensemble, Musica Elettronica Viva vs. gibi özgür doğaçlama yapan gruplarda harmanlandı. Kitap uzadı çünkü Batı müziğinde yeni olanı anlatmaya çalıştığımı farkettim. “Yeni” nedir peki? Ya bir icattır, ya bir sentez, ya da yorumdur. Bazen de bu üçünün bir kombinasyonudur. Öğrendikçe araştırdıkça doğal olarak kitaba bir sınır koymak güçleşti. Bu sene bitecek, bittiğinde Barbaros Bulvarı boyunca takla atacağım!

Şevket Akıncı (Photo: Mehmet Taylaner)
Müzik dinlemeye de çok vakit ayırdığınızı biliyorum. “Caz Tarihi” derslerinizde bir quinteti; davulu, bası, piyanosu ve üflemelileri ayrı ayrı olacak şekilde dinlemeyi deneyimletiyorsunuz öğrencilere. Dinlemenin de en az müzik yapmak kadar önemli olduğunu düşünüyorsunuz değil mi?
Dinlemek, müzik yapmaktan daha bile önemli hatta. Şu üç sebepten ötürü: 1) Bir müzisyenin temel hedefi özgünlükse, ancak özgün olanları dinledikten sonra yaptıklarında özgün olanları ayırabilirsin. 2) geleceğin bir parçası olmak istiyorsan geçmişi bilmen lazım. Yani geçmişte ne yapılmış onları dinlemek lazım. Bu her konuda böyle. Müzikte ise kuru kuru okumak olmaz, müziğin ilk temas eden duyu kulaktır, göz değil. E kimi dinlediğini o kişinin hangi bağlamda müzik yaptığını anlamak için de jazz tarihi, armoni, kulak gibi teorik dersler yardımcı olur. 3) Her çaldığın ya da bestelediğin müzikal fikir kafanın içinde varolan bir havuzdan çıkar, ve o havuz en çok dinlediklerinle dolar. Fikirleri o havuzdan ayıklarsın. Bu sebeplerden ötürü dinlemek çok önemli benim için. Dinlemek tabi duymak değil.
Adorno ve Horkheimer’in “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabında “Kültür Endüstrisi” başlığında çok güzel bir cümle var: “Günümüzde kültür her şeye benzerlik bulaştırır”. “Spotify kültürü” milyonların yeni çıkan bir parçayı aynı anda dinlemesini kolaylaştırmakla birlikte yine aynı kitaptaki “…Radyoysa (bu durumda spotify ve benzeri mecralar diyelim) herkesi demokratik ölçüde dinleyici kılarak, otoriter bir biçimde, farklı kanallar tarafından yayınlanan birbirinin aynı programların eline teslim eder” cümlesindeki gibi benzer insanların benzer şeyleri dinlemesi ve sonunda da çıkan sanatın birbirine benzemesi sorunsalını yaratır mı?
Bugün artık, özellikle bizimki gibi büyük şehirlerde, değişim hızı o kadar büyük ki doğruyu yanlıştan ayırmaya fırsat bulamadan karar vermeye çalışıyoruz. E kararlarımız da benziyor birbirine, düşünmeye tartmaya vaktimiz olmuyor. Her şey çok hızlı ve bu hızı kontrol eden “sistem- bir görünmez el” –ekonomik ve politik düzen de diyebiliriz, teknolojinin baş döndürücü bir hızla değişmesiyle neye dönüşeceği gittikçe belirsizleşse de neyi nasıl nerede yaşayacağımıza da karar veriyor sanki, değil mi? Özellikle kültür alanında yayılan ve yaydığımız kültürün tabiatı değişen teknoloji ile değişti. Eskisine göre çok daha dar ve kısa bir zamana ve mekana hapsediyoruz kültürü. Çoğu insan artık müziği, müzik setlerinden değil de kulaklıklarla tek başına dinliyor, ya da aynı zamanda çalıştığı mekanda bir masaya kurulan bilgisayarın hoparlörlerinden kısık bir seste dinliyor. Aktif bir şekilde dinlemeye karar verdiğinde de birkaç saniye dinleyip atladığı Spotify sayfalarında, ya da bir dakikalık Instagram paylaşımlarında. İş öyle bir yere vardı ki Instagram storylerinden 15 saniyelik kesitlerle yayılıyor müzik- ki genelde bunun sadece 2-3 saniyesini dinleyip bir sonraki story’e atlanıyor. Tüketim hızını büyük ölçüde kontrol altına alan görünmez bahsettiğim elin tokadına en çok da müzik maruz kalıyor. Müziği kaliteli bir şekilde yayma alanı olarak görülen konser mekanlarında da, sistemin bu görünmez elinin baskısını hissediyoruz. Her zaman kapatılma riski altına giren bu mekanların sanatçı seçimi bile son 10 yılda çok değişti. Müzik seçimi konusunda araştırıcı, yaratıcı, yenilikçi olan mekanların kapatıldığını daha sık görüyoruz, kapatmayanlar, birçok kültürel veya finansal ödün vermek zorunda. Konser mekanlarını saymazsak, kültürü imaj ve reklama dönüştüren bir teknoloji ile yaymak durumunda kalıyoruz. Iphone’ları kullanan insan sayısı çoğaldı ve artık neredeyse birbirlerinden kopuk bir biçimde teknoloji aracılığı ile yüzyüze doğrudan temas etmeden iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili her şeye örneğin yitirilmiş yetenekler, yitirilmiş vücutlar, yitirilmiş toplumsallık ya da eski tadını yitirmiş yiyecekler konusunda hemen her alanda her şeyin geleneksel işlevi akıllı icatlar yoluyla canlandırılmaya çalışılmakta… Youtube: sanal bir konser salonu, Spotify: sanal bir medyatek. Her sanal gösterinin girişine sanal gişeler koymak, böylelikle her dinletinin parasını ödetmek, dinleyiciyi daha da tembel bir hale getirmek, çaba harcamayan tüketicinin tükettiği şeye karşı yüklediği değer. Gelgelelim konser salonları, kulüpler da birer vitrine dönüşebiliyor. Jazz festivalleri, dinlediği müzikten çok, o müziği dinlerkenki halini seven insanlarla dolu. “Şu konsere gittim” “Şunu izledin mi?” imaj kaygısıyla yapılan bir eylem, arkadaş sohbetine meze olmaktan ileri gidemiyor bazıları için. Yazar Edward Said, Adorno’nun “dinlemenin gerilemesi” diye bahsettiği konuyu şöyle özetler: “Adorno, yıllar önce, “dinlemenin gerilemesi” dediği ünlü yazısında dinleyicilerde müzik üzerinde hakiki bir yoğunlaşmaya imkan verecek bir süreklilik, konsantrasyon ve bilginin eksik kaldığını söylüyordu: Adorno bunu söylerken, ortalama bir konser izyecisinin bir enstrüman çalma ve bir partisyon okuma imkanını ağır ve sinsi bir şekilde baltalayan ve düpedüz ortadan kaldıran radyo veya plak gibi şeyleri itham etmekteydi. Bugün durum daha da beter, dinleyici daha önce hiç olmadığı kadar hazıra konuyor. Seçenek fazlalığı seçmeyi zorlaştırdığı gibi, tembelleştiriyor. Son birkaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakıyoruz. Iphone’lar özellikle bizi dar ve yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırmakla kalmayıp kalabalık içinde birlikte ancak yalnız yaşadığımız bir topluma dönüştürdü. Satın alınan bir plağın etrafında toplaşan müzik meraklılarının müzik setinin etrafında müzik dinlediği günler geride kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen bir azınlığa ait, değil mi? Özellikle bizim ülkelerde, bu plakları satın alamayan müzisyenlerin ürettiklerini satın alabilenlerin eleştiri kabiliyetine göre şekillenebiliyor bazı sanatsal tercihler. Çok geçmişte değil 1980’li 1990’lı yıllarda bir kaset alınırdı mesela ve o kaset bitene kadar dinlenirdi. “Vasat” sayılabilecek şarkıları bile dinlemek zorunda kalınırdı. Ama işte sanatçı ancak bu şekilde gerçekten özümsenebilirdi. Bugün ise çoğu genç bir sanatçının külliyatını “indirerek” özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor. Azıcık orasından burasından dinlenen örneğin bir Miles Davis külliyatının yüzde kaçına hakim olduğumuz dikkate alınmadan “özümseyiveriyoruz” ve elbette tecrübemizin niteliğini sorgulamadan kanaat sahibi olabiliyoruz. Kültür yaymanın ve almanın daha uzun bir zamana yayılan bir emek gerektirdiğinden habersiz genç bir çoğunluk, verilenle yetinip düşünme işinin bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan müzik dinleme işinin entelektüel ve fiziksel bir emekle bağlantısını bağdaştıramıyor.
Albümünüzden bir parçayı Spotify üzerinden Instagram’da paylaştığımda bir arkadaşım “hayatımda ilk defa story’den bir parçayı dinledim ve aşık oldum” dedi. Her ne kadar günümüz yayın organları bizi çabuk tüketime ve parçaların ilk 20 saniyesini dineyip hızlıca geçmeye yöneltse de o kalabalık içinde bir kişiyi bile kazanıyor olmak bu dijital mecraların faydalarından değil mi?
Evet ama durumun geneline bakmayı tercih ediyorum, bir istisna varsa bu sadece nesne ile alakalı değil özne ile de alakalı. Bakış açısıyla alakalı. Arkadaşınızın böyle demesine elbette çok çok sevindim. Ama bunu tercih etmezdim, bu çağ hepimizi buna zorluyor. Şöyle ki plak şirketleri’nin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla, cd, kaset, plak üreticisi ile dinleyici/müşteri arasındaki ara meslekler de yok olmuş vaziyette. Müziği üreten kişi artık hem toptancı, hem satıcı, hem hammal, hem reklamcı, hem de halka ilişkiler sorumlusu. Ama en çok da reklamcı görevi ile kendi imajını kendi satıyor. İmaj eskiden içeriğe yönlendiren bir vitrinken, bugün çoğu zaman Instagram, Facebook, Youtube gibi sitelerde sadece cepheden oluşan içeriksiz bir gösterge. Kişi sadece imaj. Youtuber’lar, Instagram fenomeni, influencer gibi uğraşlar var artık. İstisnaların sayısı da azalmakta. Doğallık, içtenlik gibi nitelikler bile bu vitrinlerde sergilendiğinde kişinin imajına yapışan gerçekle bağdaşmayan bir personaya, sanal ortamda doğal olmayan reflekslere yansıyor. Böyle bir ortamda müzisyen reklamını yapmaya kalktığında, kendini bu sunilikten sıyırması oldukça güçleşiyor. Andreas Huyssen şöyle der: “Sanat eserlerinin metaya dönüşmesi ve bu şekilde alımlanması gibi, tüketim toplumunda metanın kendisi de imgeye, temsile ve gösteriye dönüşmüştür. Kullanım değerinin yerini ambalaj ve tanıtım almıştır. Sanatın metalaşmasının sonu, metanın estetize edilmesidir”. Yani instagram paylaşımlarımızda biz sanatı paylaşmıyoruz elbette, tanıtımı paylaşıyoruz, hatta tanıtım biçimimizi payşlaşıyoruz, bu tanıtım şeklini başlı başına bir sanata dönüştürdük. Tüketimin hızını daima arttırmak isteyen kapitalist sistemin sınırları dahilinde yapıyoruz bunu. İnstagramın bir dakikalık zaman kısıtlamasına uyarak müzik paylaşımları yapılıyor. Bir dakikalık müzikler. Hatta daha da ileriye gidildi bu bir dakika instagram hikayelerinin 15 saniyesine düşürüldü ki bu 15 saniyenin 2-3 saniyesine bakıp geçildiğini düşününce, kompakt bir şekilde, hayal ettiğimiz tüm imgeleri, tüm çağrışımları, ne ilham verdiyse bize, tüm birikimimizi, en çarpıcı biçimde, en alımlı biçimde öze indirgeyerek 2-3 saniyelik kesitler sunmak zorunda kalıyoruz. Bu durum, özgür paylaşım kisvesi altında, tüketim hızını kontrol altına alan sistemin, müzik gibi, sinema gibi zamansal sanatları baskı altına aldığının göstergesi değildir de nedir?
Yıllarca yurt dışında yaşamış olmanın müziğinize ve size kattıkları vardır mutlaka değil mi? Neler?
Çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca yurt dışında yaşamak, değerlerin göreceli olduğunu erken yaşta daha iyi anlamamı sağladı sanırım. Sovyetler Birliğinde de yaşadım, A.B.D’de de. Coğrafya değiştikçe kültürün de tanımı değişiyor. Medeniyet diye adlandırdığımız şeyin içeriği de değişiyor. Bu sebeplerden ötürü müziğe de daha geniş bir perspektiften bakabiliyorum, şanslıyım o konuda. Ama bu teccrübeye sadece ve sadece müziğime kattıklarına bakamıyorum, çok erken yaşta, insanları seçme olmadığın bir yaşta, ırkçılık, ikiyüzlülük, önyargıyla tanıştım, Avrupa’da özellikle. Bunun travmasına “köksüz” olma duygusu ekleniyor. Buradan bakınca bu anlattığım “şımarıkça” geliyor birçok kişiye.
Quincy Jones, belgeselinde “your music can never be less or more than you, as a human being” diyor. “Özgün” olabilmek için gereken “zahmetsiz ustalık”, kişinin sanatının da “kendisi gibi, ne ise o” olması anlamına geliyor gibi düşünüyorum. Nedir size göre özgünlük ve özgün müzik?
Herkes birbirine benzer, ama benzemeyen bir 100’de 1 vardır, işte onu keşfedip ortaya çıkartmak ve sanatında cisimlendirmek, okulların öğretebileceği bir şey değil, kendin yapman lazım. Ve bunun için cesaret, içgörü, önyargılara göğüs germe gücü. Kendim olmayı öğrendiğim andan itibaren çok uzun süre yalnız kaldım.
“Doğaçlama” konusunda çok rahat ve açıksınız. Psikanalizle de ilgilendiğinizi bildiğim için bir röportajda söylediğiniz “müzikal kararlarıma eşlik eden nedenlerin çünküsü yok, seçim önce geliyor nedenini ise sonra buluyorum” cümlenizi biraz açmanızı isterim. “Serbest çağrışım/doğaçlama”, kişinin bilinçaltından çıkanlar aslında müthiş bir birikimin dışavurumları. Bu doğaçlama ve yaratıcılığı artırabilmek kolaylaştırabilmek için neler yapmak gerekir? Herkes için çok kolay olmayabiliyor bu, özellikle toplumsal ve bireysel travmaların çok fazla olduğu toplumlarda.
Derek Bailey’nin BBC için hazırladığı doğaçlama belgeselinde söylediği bir laf çok hoşuma gitmişti: “I’m interested in playing as opposed to performing” yani özellikle doğaçlarken performans’tan çok “oyun” önemli. Şu yüzden hoşuma gitti: bir performansı ölçebilirsin, oyun ise ölçülmez. Kültürü tanımlamaya çalışırken Batı’nın dışındaki kültürlere de bakmamız lazım. Afrika dillerinden bazılarında “sanat” ile “oyun” kelimesi aynı. Bu da bazı Avrupa dillerine geçmiş: “I play music” “Je joue de la musique”. Bu ayrıntıyı fark ettiğimde çok sevinmiştim. Çünkü müzikte beni en çok çeken şey keşif duygusuydu hep, bu yüzden müziği yoldan çok bir patikaya benzetirim. Yol seni bir yerden bir yere götürür, vardığın yer önemlidir, patikada ise yolculuk önemlidir, bu yüzden doğaçlamayı seviyorum. Çalarak yaratmak. Zaman geçtikçe doğaçlama ile kompozisyonun aynı eylemin iki farklı yüzü olduğunu daha iyi anladım, süreçler ve süreler farklı belki: kompozisyon yavaşlatılmış bir doğaçlamadan başka ne olabilir ki? Bu açıdan doğaçlama da hızlandırılmış kompozisyondur. Doğaçlamanın insanileştirici bir tarafı var, özellikle kolektif doğaçlamanın: karşılıklı yardımlaşma disiplini var, hiyerarşisizliği öğrenirken egonu dizginlemeyi öğreniyorsun, doğaçlama seni birlikte çaldığın insanları kabul etmeye zorluyor, sadece güçlerini değil zaaflarını da. Karşındakinin zaafını güce dönüştürmek senin sorumluluğun çünkü nihayetinde yaptığın şey kolektif bir çabanın ürünü. Diğer çalgıcının “acayipliklerini” de kabul edip güce dönüştürüyorsun. Bu yüzden bilinç altından kim ne çıkarıyorsa bunu teşvik bile ediyoruz. Dostum Anıl Eraslan’ın benim de içinde yer aldığım Dream Works adında bir projesi var. Katılan müzisyenlerin rüyalarından yola çıkan birer kompozisyon bütünü.
“Bu doğaçlama ve yaratıcılığı artırabilmek kolaylaştırabilmek için neler yapmak gerekir” sorusuna öncelikle bir bakış açısının önemini vurgulayarak cevap vermeye çalışayım.. Picasso’nun bir eseri ile ilk defa karşılaşan kişi “bunu ben de yaparım” diyebilir ya da “bunu daha önce kimse yapmadı diyebilir, bu çok özgün ve başka hiçbir şeye benzemiyor” diyebilir. Bu iki tepki arasında uçurum, kişiden kişiye algısal, zihinsel ve akılsal farklardan doğar. Bu tepkiler bir bakış açısına sahip olup olmamakla ilgilidir. “Daha doğru değerlendirmek” diye bir şey vardır çünkü. Sanatçının çabasına, yaratıcılığına, özgünlüğüne nüfuz etmemiz için o sanatçının bildiği şeylerin bazılarını bilmenizde fayda var. Kişisel zevk dediğimiz şey bir kanaat sahibi olma yönünde gösterdiğiniz çaba ile ilgili olduğu düşünülebilir. Bu çaba o sanatı algılamayı özümsemeye onda bir haz ya da acı bulmayı neyi çağrıştırdığını neye işaret ettiğine araştırmayı, sosyolojik, felsefi ve hatta ekonomik bağlarını araştırmayla ilgilidir. Her şeyden önce nesne (sanat eseri) ve özne (ben) arasındaki durumların ve değişimlerin incelenmesi gerekir. Bir sanat eseri ile karşılaşma anı, öznenin değişmeye başladığı andır ve bu değişimi bir süreçler zincirinde anlamak zorundayız. Ve her süreç bir yetki gerektirir bu yetkileri ve bu süreçleri tanıyalım: ilk yeti algı yetisidir, fikirler kendi dışlarıyla temas etmek için algılamak zorundadır. Örneğin bir otistik, bir nesne ile soyut bir ilişki kuramayabilir. Otistikler genelde bir nesneyi algılayabilirler ama soyutlayamazlar, nesneyi somut olarak kategorileştirirler. Şizofren gibi ağır psikyatrik hastalıklarda ise algı fazlalığı vardır. Sanatsal bir eser hakkında fikir ve kanaat oluşturmamız için, bedenin tinsel bir özelliğe sahip olması gerekir. Varoluşçu felsefeci Heidegger, bir fikrin kişinin algılarından oluştuğunu söyler. İkinci yeti ise zihnin yetileridir. Kant mesela insan zihninde üç yeti ayırt eder. İlki bilme yetisidir Bilme yetisinde öznedeki tasarım, nesnesine uygunluk göstermeli. Örneğin bir deniz kestanesine baktığımızda o deniz kestanesinin bir halüsinasyon olmadığını bilmemiz gerekir. Ve bilen öznedeki tasarım (ben) bilinen nesneye (deniz kestanesi) dair tasarımı bilinen nesnenin değişmesine sebep olur. Mesela deniz kestanesini açıp içindeki turuncu şeyi yemek. İkinci yeti arzulama ve merak etme yetisidir Kant’a göre. Arzulama merak etme yetisi: bilen öznenin kafasındaki tasarım öznenin yetilerini ya arttırır ya da azaltır. Yaşam gücünü arttırıyorsa (Bu deniz kestanesini çok sevdim bunu bir daha yemek isterim), ya da azaltıyorsa (zavallı hayvanın oburluğum yüzünden öldürdüm ya da tadını sevmedim bir daha asla yemem). Kant’a göre üçüncü yeti haz ve acı duyma yetisidir. Sorulması gereken şudur zihin tasarımlarını sentezlerken nesnenin peşinde koşacak mı? Zihin bu nesne sayesinde kendi gücünü keşfedecek mi? Kişi nesneden ötürü acı duyuyorsa akıl sürecine geçemez. Bu noktada Kant’ın eleştiri felsefesi son derece önemli. Zihnin süreçleri ile ilgili bize birkaç şey söyler Kant. Bilme yetisinde zihin bizi belirlediği kadarıyla neyse onunla ilgilidir. Ondan ötesinde ilgi duymaz. Tek istediği kendisini duyuracak olandır. Yani şeyin belirtisidir. Felsefede buna “apparatio” derler. Zihnin bu üç aktivitesi birbirlerine yardım ederler birbirlerine malzeme sunarlar. Bir şeyi merak ettiğimizde öğreniriz. Ya da bir şey hakkında bilgi edindik diyelim ve o şey bize haz veya acı verdi, onu merak ederiz. Haz veriyorsa araştırız daha çok bilgi ediniriz, acı veriyorsa sebeplerini bilmek isteyebiliriz. Bir şeyi bilmeden isteyemezsiniz. Bir şeyi de istemeyi öğrenmek istiyorsanız zihnin İlk iki aktivitesi devreye girer. İyi olan arzulanır: arzulamaya değer olan bir nesne söz konusu burada. Nesnenin kendine dayatmasıyla ilgili değil. Öznede değişiklik yaratan tek yeti haz ve acı duyma yetisidir. Bilmeyi isteme yetisi bileceğiniz nesneye karşı haz veya acı duyma ihtiyacı ile işbirliği içinde olmalıdır. “Zihin”den sonra “Akıl” devreye girer. Aklın yetileri ise şunlardır: Anlama yetisi, hayal gücü imgeleme yetisi ve akletme yetisi. Anlama yetisinde nesne ile ilgili kavramlar ile ilişki kurarız. Örneğin John Cage’i anlamak ya da Jackson Pollock’u anlamak istiyorsak “rastlantısallık” kavramınının ne olduğunu idrak etmemiz gerekir. Ornette Coleman’ın müziğini anlamak istiyorsak özgürlük ve hiyerarşisizlik gibi kavramları idrak etmemiz gerekir. Hayal gücü imgelerle işler. Örneğin Max Eastley rastlantısallık kavramından yola çıkarak “ses heykelleri” hayal etmiştir. Rüzgârda tek başına çalan enstrümanlar tasarlamıştır. Akletme yetisinde “idea”lar vardır. Mesela “yeni” olarak dediğimiz şey bir ideadır. Yeni olan şey bir buluş, çok özgün bir yorum ya da daha önce karşılaşmadığımız bir sentez olabilir.
Akıl eğer bilme konusundaki yetkisini anlama konusuna devretmez ise her ikisini de onaylamak zorunda kalır, ama arzulamaya değer olan şeyi bulmak ve onu yargılamak zorunda olan mutlaka akıldır. Yani akıl otoritesini hayal gücü ya da anlamak gücüne, idrak kapasitesine devredemez. “Algı”, “Zihin” ve “Akıl” dan sonra “Duygulanış” gelir. Tam bu noktada Spinoza’nın fikirleri devreye girer. Spinoza ya göre bir duygu fikirler tarafından belirlenir. Çünkü hakkında bir fikre sahip olmadıkça bir imgeye, bir düşünceye sahip olamadığımız şey bize ne haz verir ne de sevinç duyurur. Leibniz der ki, bakış açısı kanaatle karışmaz, çünkü o nesnenin özelliğidir. Yani bakış açısı, öznenin nesneler konusunda bir fikriyatı bir düşüncesi değildir. Bakış açısının kanaatin ötesinde üçüncü bir yetkiye ihtiyacımız vardır. Spinoza buna “affect” der. Yani duygulanış. Spinoza ise bazı kavramlar arasında farklılıklar olduğunu baştan kabul etmemiz gerektiğini söyler; fikir – duygulanış, duygulanış – etkilenme, fikir – imge. Fikir gördüğümüz şeylerin imgelerinin bizde bıraktığı izlerden oluşur. Duygulanış ise bizim gördüğümüz, duyduğumuz şeylerle ilgili hissettiğimiz, varoluş gücümüze artı ya da eksi etki yaratan bir durumdur. Dolayısıyla her karşılaşmada öznede nesne karşısında önce bir imge oluşur. Bu imgeler salt bir bilgi ile biraraya gelip fikir de oluşturabilir ki bu nesnel gerçekliği taşıyan bir fikirdir, ansiklopediktir. Ya da öznel tecrübelere dayanan bir duygulanımlar silsilesi de imgelerin üzerine özne üzerinde bir etki yaratır. Bunlara ek olarak bir de “bedensel etkilenmeler” (affectio) vardır. Bu da öznenin nesne ile olan karşılaşmasında görsel bir imge ya da zihinsel bir duygulanımdan ziyade bedensel bir etkilenim, bedensel bir değişimdir. Tüylerin ürpermesinden uykunun gelmesine kadar bir sanat eseri bedende değişimler yaratabilir İnsan bedeninde gülme yaratabilir, bir müzik insan bedenini sıkışmış hissettirebilir, huzursuz edebilir. Bu süreçlerde iki imge vardır: Öznenin nesne ile karşılaşmasındaki imge ve bu imgenin öznede yarattığı zihinsel duygulanış ya da bedensel etkilenme. Sanat eseriyle karşılaşma anını bu süreçlerle karşılaştırmak adına görülebilir ki eser kişinin karşılaşma anıyla bir imge yaratır, zihninde bir duygulanım yaratır, bedeninde de bir etkilenme yaratır; yani özneyi karşılaşma anından itibaren değiştirmeye, dönüştürmeye başlar. Aklın bilmeyi isteme yetisiyle, derecesiyle doğru orantılı olarak özne araştırır, bir adım daha ileri gider, eserin tarihsel, sosyolojik, ekonomik ve felsefi bağlamını araştırır. Hayal gücü ve imgeleme yetisiyle nesnenin yani burada sanat eserinin bakış açısına kendini oturtur. Bir adım daha da ileri giderek aklın akıl etme yetisini kullanarak böyle bir eseri yaratmak isteyebilir. Ancak görüldüğü üzere nesnenin bakış açısına öznenin kendini oturtabilmesi için pek çok veriyi kullanması gerekmektedir. Sadece kanaat bakış açısı oluşturmaya yetmez, bunun için kişinin pek çok açıdan buna kafa yorması zorunludur. Yani bakış açısına sahip olmak öyle kolay iş değil sanıldığı gibi Yani mesela bir Jackson Pollock tablosuna bir kere göz atıp “cık olmamış” değil.
Öğrencilere yaratıcılığı arttırıken cesur olmayı öğretmek gerek. Sanatta tek kıstasın eserin “keyfli “olmadığını anlatmak. “Yeni” mesela başka bir kriterdir. Yaratıclığı arttırmak isteyen öğrenciye kendini ve başkalarını tanımasını öneririm. Lao Tzu kendini tanıyan içgörüye sahiptir, başkalarını tanıyan zekidir demiş. Zeka ve içgörü bunlar önemli. Ve yeni bir şey yapmak istiyorsan neyin yeni olabileceğini ayırt etmen gerekir. Buluş, yorum, sentez. Bütün yeni müzik bu üç faaliyetten biri, kombinasyonu veya adaptasyonu değil mi? Sanatçının müziğinin yaratıcı sürecine yaklaşımı ne olursa olsun, bu üç faaliyetten biri devrededir ve bir ölçüde iç içe geçerler. Örneğin daha önce varolan iki müzik janrını sentezleyebilirsin: barok ve mambo. Bu iki müziğin belli metodolojileri var ve bu iki metodolojiyi harmanlama şeklin bile başlı başına özgün bir metodolojiye dönüşür ve sentezlediğin bu iki orijinal janrın değerlerinden bağımsız bir şekilde ortaya çıkar ama sentezlenen janrların değerlerini taşımaya devam eder, örneğin barok’ta kontrpuan ve mambo’da ritmik canlılık. Ama şu koşulla: bu iki metodolojide varolan materyelleri kullanmak için her iki janrın ayrı ayrı yorumlama yetisine sahip olmalısın. Özgür müzikte bu üç faaliyeti hiyerarşik bir sıraya koyarsak, ‘sentez’ bu hiyerarşinin en altındadır, ‘yorum’ ise onun üstünde, en yukarıda ise icat vardır. Çünkü sentezleme faaliyeti daha önce varolan iki metodolijiyi bambaşka bir şeye dönüştürme zorunluluğu vardır. Bu zordur ve zaman alır. ‘Yorum’da ifade yetisi, sentezlenmiş olanlar dahil her malzemeye hâkim olma zorunluluğu vardır. İcat ise herhangi bir fikri orijinal bir şeye dönüştüren faaliyettir. Ve bu faaliyet sentezleme, yorumlama veya bu iki faaliyetin kombinasyonundan bağımsız yapılır. Özgür müzikte icat, bireysel ya da kolektif bir şekilde gerçekleşir. İşlem, analiz ve malzeme gerektiren bir faaliyettir bu. Ve aslında bu ne? neden? nasıl? sorularını sormamızı gerektirir. Bu malzeme senin için neden bu kadar önemli ve bu malzemeyi nasıl kullanacaksın? Müzik stili nedir? Bu müzik stilini icra etmek için gerekli teknik ve malzeme nelerdir? Uygulamada, sunum ve kültür bakımından nasıl bir yorum getireceksin ve bu müziği nerede, kimlere, kimlerle paylaşacaksın?
Hayattaki amacınız nedir?
İyi insan olmak. Ama hep ikilemlerle karşılaşırsın, seni tanımlayan ise yaptığın seçimler değil sadece, aynı zamanda yapmadığın seçimlerdir. Sartre “Varoluşçuluk” adlı kitabında sanırım şu ikilem örneği verir: Paris kuşatma altındadır ve bir genç şu iki durum arasında bir seçim yapmak zorundadır: yalnız, yaşlı hasta annesine bakmak ya da direnişe katılmak. Her iki davranış da etik, ama bir iyiliği diğerine feda etmek zorundasın. Hep ikilemlerle karşılaşan insanlarız hepimiz. Seçimlerimiz bizi tanımlar. Amaç ne olursa olsun hiçbir şey mükemmel değil, ona asla ulaşamayacaksın. Hayvanlardan farklı olarak varlığımızın bilincindeyiz, dolayısıyla varolmayacağımızın da bilincindeyiz. Kaygı burada. Bu kaygıdan ötürü de insanlar bir amaç ediniyor sanırım. Uzun bir süre amacım kendimden daha uzun yaşayan şeyler yaratmaktı, ve bunu gerçekleştirebilmek için içimdeki keşfeden, meraklı çocuğu canlı tutmak zorundayım, bunlar bugün için de geçerli ama şu var: bir şeylerin kalıcı olduğu bir çağı geride bıraktık, yaptığım, yaptığımız hemen hemen her şey su üzerine yazılan yazılar gibi maalesef. İnsanları kahramanlaştırdığımız günler bitti, “kahramanlaşmış”, “efsaneleşmiş” kim varsa geçmişte efsaneleşmiş. Mahler ya da Jimi Hendrix tam bugün ortaya çıksaydı yıldızları birer popçu gibi hızla yanıp sönerdi. Yanılıyor olabilirim ama hissiyatım bu yönde. Çaresizlik, açıkçası, bu konudaki farkındalığın adına ödenen bir bedel, ama mesele bu çaresizlik hissine rağmen çalışmak, çalışmak ve çalışmak aşağıya yuvarlandıkça taşı dağın tepesine taşıyan Sisifos gibi. Yani amaç zamanda tek bir an ya da nokta değil. Amaç tüm ömrü kapsayan bir süreç, o da hayatını anlamlı kılmak adına gösterdiğin çaba. Bu çabayı gösterecek gücü toplamak. Seneca şunu demişti: ölmeyi öğrenmek için koca bir ömür gerekir. Üretmeme sebep olan itici güç hep ölüm korkusu idi, şimdi ise gittikçe yaklaşan bu ölümün “asil” bir şey olması için uğraşıyorum. Bir amaç varsa o da bu.